Türk malı. İsim
- Bir kimsenin, bir fikrin, bir zikrin, kimi zamansa bir şerefsizin doğduğu gün. Örnek: "Her 31 mayısı doğum günü olarak kutlamaktan elem ya da neşe duymuyorum. Sadece yürüyen merdivende ters yönde koşmak gibi tuhaf hissettiriyor"
İnsan evladının hayatında yaşadığı ilk ve en büyük travmatik deneyimi, her yıl ısrarla kutlaması marazi değildir de nedir, sevgili doğum günü çocukları?
Doktorların hamile hastalarına, "Seni 3 ay 2 gün 5 saat sonra ameliyata alacağız" demediği zamanlarda tam vakti belli olmayan, zor bir süreçmiş doğum: Anne için ayrı bir travma, bebek için ayrı bir travma! Anneyle bebeği bu kadar yaklaştıran, annenin bebeği emzirmesidir diyenlere inanmayın, ilk kez burada açıklıyoruz, bu bağın tek nedeni Travma Kardeşliği'dir. Baba denilen dallama dışarıda dolanıp sigara içerken, anneyle çocuk aynı travmanın içindedirler ve şunu herkes bilir ki zor durumlar insanları birbirlerine yaklaştırır. Bu olay o kadar travmatiktir ki Bukowski şerefsizi, kadınların bacaklarına olan düşkünlüğünü, "Şu dünyaya çıkarken ilk gördüğüm şey bir çift bacaktı" diyerek anlatır.
İlerleyen yıllarda sanki bu olay hiç olmamış gibi, anne pastalar yapar, mumlar yakılır, arkadaşlar çağırılır, eğlenilir. Hatta insanlar sizi, "Ah ne güzel travma geçirmiştiniz bundan yıllar önce bugün, afferin!" diye kutlamak adına hediye filan verirler. Bazı götler vermezler, hatta doğum gününüz olduğunu unuturlar, ama siz onlarınkini unutmamışsınızdır. Haram olsun, size doğum gününüzde hediye ettiğim kendi osuruğumla doldurulmuş "sevgi baloncukları"! İnsan mısınız siz! Arkadaşlık bu mu lan!
Bu pastalı ve kolalı maddeyi bir şarkı sözü ve "Seneye görüşmek üzere, esenlikle kalın" diyerek bitirmeyi düşündüm önce:
Doğum günüm bana geldiğin gündür
Gönlümdeki özlem ateşi söndü
Ağlayan gözlerim seninle güldü
Ben doğdum doğalı şimdi mutluyum
Fakat sonra varoluşla ilgili böyle hassas bir mesele için basit kaçacağını düşündüm. Zira Tanrı'ya Teşekkür etmeyi uzun zamandır istiyordum, bu vesile ile edeyim dedim.
Sana teşekkür etmek istiyorum Tanrım,
Verdiğin nimetlere, sıhhat ve afiyete...
Şaka bir yana Tanrım -ki çaktırmasan da
espriden anladığını çok iyi biliyorum-
Önce, doğumum için teşekkür ediyorum sana.
Şu ana kadar yediğim tüm mamalar,
Balıklar,salatalar, elmalar, armutlar,
Çağlalar, ballar börekler için;
Ve bütün cevizler, bademler, fındıklar için
Teşekkür ediyorum.
Başlangıçta ayranı sevdirdin bana,sonra da tatlı zıkkım rakıyı.
Ben bunların yanında biralar, votkalar,şaraplar;
Ama en çok da soğuk pınarlardan akan sular için
Teşekkür ediyorum.
İyi aile kızlarıyla, sürtüklerle, cadılarla tanıştırdığın
Ve beni seven kadınlar gönderdiğin için
-Ki her şeyden önce gülücükleriyle ısıttılar yüreğimi-
Teşekkür ediyorum
Güzel dostluklarla güldürüp ağlattığın,
Varlığımı içtenlikle benimseyen
Hoş ve nahoş insanları karşıma çıkardığın için
Teşekkür ediyorum.
Güneşin altında hayaller kurdurduğun için,
Kumsallar, denizler, çöller ve tepeler
Dolusu düşler ve kabuslar gösterip de,
Bunları yazıya dökme becerisi verdiğin için
Teşekkür ediyorum.
Çok insanı acı ve sefalet içinde kıvrandırıyorsun;
Ama onlara elimi uzatıp uzatmama konusunda
Vicdani bir tavır alma şansı sunduğun için
Teşekkür ediyorum.
Seni unuttuğum kibirli anları affedip,
Zora düşünce ettiğim duaları
Ve döktüğüm gözyaşlarını gördüğün için
(Evet, "Erkekler ağlamaz, serseriler ağlar!")
Teşekkür ediyorum.
Nefes almaya başladığım ilk anda
Ömrümün geri sayım tuşuna bastığın;
Ve belirsiz bir yer ve zamanda hiçliğe alacağın için
Teşekkür ediyorum.
Ve bunca ikram ve kıyaktan sonra, sana sunulan
Kuru bir teşekkürden müteessir olmayacak,
Kapris yapmayacak tek varlık olduğun için
Teşekkür ediyorum
Roman
I
Fransızca. İsim
1- İnsanın veya çevrenin karakterlerini, karaktersizliklerini, göreneklerini inceleyen, serüvenlerini anlatan, duygu ve tutkularını çözümleyen, kurmaca veya gerçek olaylara dayanan uzun, ince (ya da kalın) edebî tür. Örnek: "Şiir yazmayı beceremeyenler roman ile ilgilenmeye başlar iddiası tamamen safsatadır! Hangi göt söylüyor oğlum bunları ya! Yazık ya! Biz de edebiyatçıyız ya! Olmaz ki ya!"
2- Bu türde yazılmış, yazılan, yazıldığı iddia edilen eser. Örnek: "7 yıl önce başladığım ama tembellikten bitiremediğim boktan romanı düzeltmekle uğraştığım için, son dönemlerde bloga fazla vakit ayıramıyorum."
II
Çok özel. İsim (Roman)
- Kıvrak, güzel, esprili, cillop gibi bir halk, Çingene, Romen, kendini Romalı sanan, belki de Romalı olan, Romalı olsa da olmasa da fark etmeyecek olan. Örnek: "Abe sokmuşum Roma'ya da Romalısını da! At şuraya bi' beş kaat falına bakayım, kısmetinini söyleyeyim a yakışıklı abim!"
Cehennem güneşinin altında kavrularak kararmış çocukluğumun yaz tatillerinde, balkonu boydan boya geçen kornişlere takılan, altları belirli aralıklarla demirlere bağlanan haminnemden kalma Amerikan bezinden dikilmiş perdenin yalpalama sesleri altında okudum ilk romanlarımı. Güneşi kesmek için konulan bu perde, benim gibi küçük bir çocuk için öylesine sıradan bir amaçtan ötesine hizmet ediyordu: O, kaptanı olduğum tek kişilik gemimin yelkeniydi! Her romanda farklı bir coğrafyaya, farklı bir iklime yelken açıyor, gemimle beraber sonsuz yaz günlerini imge okyanusunda tek başıma geçiriyordum. (Lan resmen Selim İleri tarzı oldu, skandal! Ne tuhaf bir kafaymış bu Selim İleri kafası ya, rakıya ota boka gerek yok valla! Hahahah)
Fakat yukarıda yazanlar doğrudur; Jules Verne'in çılgın hayal alemiyle, Enid Blyton'ın kumpaslarıyla ilk tanıştığım yer o güverteydi. Sanırım bilimkurgu ve detektiflik romanları o günlerden sonra en sevdiğim kitaplardan olmaya başladılar. Ve üzülerek söylüyorum ki bana alınan bütün Gülten Dayıoğlu ve Kemalettin Tuğcu romanlarını okumadan bir kenara atmamın nedeni de buydu. Bir Kemalettin Tuğcu romanının kapağını açıp iki satır okuduktan sonra attığımı hatırlıyorum. O günden sonra da bir daha annemin önüme koyduğu hiçbir Tuğcu romanını okumadım; aya gitmek, esrarengiz bir adada dolaşmak, denizaltıyla dünyanın altını üstüne getirmek varken ona ne gerek vardı ki!
Roman harika bir edebi tarzdır sayın romaneskler, öyle ki okuması harikaysa yazması daha da süperdir, kraldır hatta yerine göre ohşşştur. Fakat ben yazarın tanrı olduğu geyiğine inanmıyorum. Daha ziyade içinde bir yerin senden habersiz yarattığı bir evreni görünür hale getirme çabasına kalkıştığın sırada, o evrenin içinde kaybolmaya benziyor. Hemingway'den ziyade Burroughs'a daha yakın bir durum: Kendinden bile haberi olmayacak derecede gizli bir istihbarat teşkilatına rapor yazmayı andırıyor.
Şimdi evimi mesken tutmuş olan on - on beş kadar güzel kızdan ilk maddede bahsetmiştim. Onların içlerinden, "Neden bu aralar bloga yazmıyorsun?" diye çıkışan oldu. Bu soruyu soranı, "Fazla dırdır etme de git bana bir su getir nevrotik şey!" diye azarladıktan sonra, siz muhteşem okuyuculara ("muhteşem" mi dedim! "Muhterem" olacak, valla yalakalık yapmak gibi bir amacım yok) bu konuyla ilgili bir açıklama yapma ihtiyacı hissettim.
Şu aralar içinde kaybolduğum o evrene bir kaç iş makinesi getirttim ve benim müteahhitliğimde bir takım düzeltme işlerine girdim. Ama siz sadık müdavimlerin arada bir bu mecrayı kontrol edeceğiniz tahmin ediyorum. Etmezseniz de siz kaybedersiniz!
Bu gereksiz maddeyi, kısa kesme babında, güzel bir nükteyle tamamlamak isterim:
Kırmızıyı severler
Birbirini överler
Romanlar böyledirler
Çalgısız yaşayamaz ölürler
İlle de Roman olsun
İster çamurdan olsun
O da Allah kuludur
Her kim olursa olsun
Düğün dernek ederler
Etsiz yemek yemezler
Romanlar böyledirler
Çalgısız yaşayamaz ölürler.
Fransızca. İsim
1- İnsanın veya çevrenin karakterlerini, karaktersizliklerini, göreneklerini inceleyen, serüvenlerini anlatan, duygu ve tutkularını çözümleyen, kurmaca veya gerçek olaylara dayanan uzun, ince (ya da kalın) edebî tür. Örnek: "Şiir yazmayı beceremeyenler roman ile ilgilenmeye başlar iddiası tamamen safsatadır! Hangi göt söylüyor oğlum bunları ya! Yazık ya! Biz de edebiyatçıyız ya! Olmaz ki ya!"
2- Bu türde yazılmış, yazılan, yazıldığı iddia edilen eser. Örnek: "7 yıl önce başladığım ama tembellikten bitiremediğim boktan romanı düzeltmekle uğraştığım için, son dönemlerde bloga fazla vakit ayıramıyorum."
II
Çok özel. İsim (Roman)
- Kıvrak, güzel, esprili, cillop gibi bir halk, Çingene, Romen, kendini Romalı sanan, belki de Romalı olan, Romalı olsa da olmasa da fark etmeyecek olan. Örnek: "Abe sokmuşum Roma'ya da Romalısını da! At şuraya bi' beş kaat falına bakayım, kısmetinini söyleyeyim a yakışıklı abim!"
Cehennem güneşinin altında kavrularak kararmış çocukluğumun yaz tatillerinde, balkonu boydan boya geçen kornişlere takılan, altları belirli aralıklarla demirlere bağlanan haminnemden kalma Amerikan bezinden dikilmiş perdenin yalpalama sesleri altında okudum ilk romanlarımı. Güneşi kesmek için konulan bu perde, benim gibi küçük bir çocuk için öylesine sıradan bir amaçtan ötesine hizmet ediyordu: O, kaptanı olduğum tek kişilik gemimin yelkeniydi! Her romanda farklı bir coğrafyaya, farklı bir iklime yelken açıyor, gemimle beraber sonsuz yaz günlerini imge okyanusunda tek başıma geçiriyordum. (Lan resmen Selim İleri tarzı oldu, skandal! Ne tuhaf bir kafaymış bu Selim İleri kafası ya, rakıya ota boka gerek yok valla! Hahahah)
Fakat yukarıda yazanlar doğrudur; Jules Verne'in çılgın hayal alemiyle, Enid Blyton'ın kumpaslarıyla ilk tanıştığım yer o güverteydi. Sanırım bilimkurgu ve detektiflik romanları o günlerden sonra en sevdiğim kitaplardan olmaya başladılar. Ve üzülerek söylüyorum ki bana alınan bütün Gülten Dayıoğlu ve Kemalettin Tuğcu romanlarını okumadan bir kenara atmamın nedeni de buydu. Bir Kemalettin Tuğcu romanının kapağını açıp iki satır okuduktan sonra attığımı hatırlıyorum. O günden sonra da bir daha annemin önüme koyduğu hiçbir Tuğcu romanını okumadım; aya gitmek, esrarengiz bir adada dolaşmak, denizaltıyla dünyanın altını üstüne getirmek varken ona ne gerek vardı ki!
Roman harika bir edebi tarzdır sayın romaneskler, öyle ki okuması harikaysa yazması daha da süperdir, kraldır hatta yerine göre ohşşştur. Fakat ben yazarın tanrı olduğu geyiğine inanmıyorum. Daha ziyade içinde bir yerin senden habersiz yarattığı bir evreni görünür hale getirme çabasına kalkıştığın sırada, o evrenin içinde kaybolmaya benziyor. Hemingway'den ziyade Burroughs'a daha yakın bir durum: Kendinden bile haberi olmayacak derecede gizli bir istihbarat teşkilatına rapor yazmayı andırıyor.
Şimdi evimi mesken tutmuş olan on - on beş kadar güzel kızdan ilk maddede bahsetmiştim. Onların içlerinden, "Neden bu aralar bloga yazmıyorsun?" diye çıkışan oldu. Bu soruyu soranı, "Fazla dırdır etme de git bana bir su getir nevrotik şey!" diye azarladıktan sonra, siz muhteşem okuyuculara ("muhteşem" mi dedim! "Muhterem" olacak, valla yalakalık yapmak gibi bir amacım yok) bu konuyla ilgili bir açıklama yapma ihtiyacı hissettim.
Şu aralar içinde kaybolduğum o evrene bir kaç iş makinesi getirttim ve benim müteahhitliğimde bir takım düzeltme işlerine girdim. Ama siz sadık müdavimlerin arada bir bu mecrayı kontrol edeceğiniz tahmin ediyorum. Etmezseniz de siz kaybedersiniz!
Bu gereksiz maddeyi, kısa kesme babında, güzel bir nükteyle tamamlamak isterim:
Kırmızıyı severler
Birbirini överler
Romanlar böyledirler
Çalgısız yaşayamaz ölürler
İlle de Roman olsun
İster çamurdan olsun
O da Allah kuludur
Her kim olursa olsun
Düğün dernek ederler
Etsiz yemek yemezler
Romanlar böyledirler
Çalgısız yaşayamaz ölürler.
Nevroz
Fransızca (Névrose). İsim.
1- TDK'dan, noktasına virgülüne dokunmadan. Genellikle bunalım ve beden görevleri üzerinde yakınmalarla beliren, kişiliğin ve uyumun bütününü etkilemeyen, ruhsal kaynaklı sinir hastalığı, sinirce. Örnek: "Nevroz psikolojik pek çok rahatsızlık için bir tür şemsiye tabirdir, psikoz da öyledir ama psikotikler gerçek hayatla bağlarını çoktan koparmışlardır. Aradaki farklı bir türlü öğrenemedin gitti, gerizekalı seni!"
2- (-tik'li hali). Arıza insan evladı, deli, hasta, manyaaak, çatlak, sıyırmış, kırık. Örnek: "Kızım manyak manyak konuşup adamı hasta etme, bi' çakacam şimdi duvardan duvara nevrotik olacaksın!"
3- Hint-Avrupa dillerinde. Yeni gül, yepyeni gül, her gün yeni gibi açan gül (Nev + roz). Örnek: "Baharın geldiği nevrozun serpilmesinden belli olur di mi Cemil abi?"
TDK'ya kalırsa nevrotiğe de sinircesel dememiz gerek ama bunu sinirsel diye çevirmişler. Ne de güzel yapmışlar diyerek kendilerini kutlamak isteriz. Fakat ben bu nevrotik kurumu takdir ediyorum; lan memleketin resmi dil kurumusun ama Internet sitende doğru düzgün arama bile yapılamıyor. Mesela tam ifadeyi yazmazsanız, Yazım Kılavuzu sonuç bulamıyor. Oğlum, tam ifadeyi bilsem neden gelip senin sitende arayayım! Mal mısın? Şuna, "Aradığınızı bulamadık. Şunu mu kastettiğiniz?" diye bir kıyak eklesenize!
Hayal kırıklığına kapılıp fazla öfkelenmeden nevrozumuza dönecek olursak; bu hastalık depresyon, histeri, kaygı (anskiyete-angst-anxiety), fobiler ve bazı kişilik bozukluklarını (obsesif kompulsif kişilik bozukluğu, sınır kişilik bozukluğu vb.)kapsayan genel bir psikopatoloji kavramıdır.
Nevroza yakalanmış insanların genel olarak ruh hallerinin bulutlu ve yer yer sağınak yağışlı olduğu söylenir. Kaygılanma, üzüntü, umutsuzluk hissi, hayal kırıklığı, öfke, zihinsel karmaşa, öz acıma, kendini değersiz görme, belirli düşüncelerden kurtulamama ve onlara saplanıp kalma, çevreye kolay uyum sağlayamama, sürekli fantazi kurma, alaycılık ve kiniklik, insanlardan soyutlanma, olumsuzluk ve saldırganlık nevrozun en temel belirtilerindendir.
Şimdi yukarıdaki belirtileri okuyup, "Lan bunlar bende de var, ya nevrotik miyim acaba?" diye kendinize sorabilirsiniz. Açıkçası ben sordum. İlginç tabii.
Psikiyatri biliminin pek çok dallama üyesinin hapşursanız bile nevroz teşhisi koyacağına dair bir kamuoyu güvensizliği olduğunu düşünecek olursak, buradaki belirtilere sahip olmanızın sizi nevrotik yapmayacağını söyleyebiliriz. İnsan evladının karmaşık ve değişken bir mekanizmayla çalışan duygularını göz önüne alacak olursak; kimi zaman nevrotik bir ruh haline girmemiz kaçınılmazdır. Fakat tedaviyi gerektiren asıl mesele, bu belirtilerin artık kişiliğin bir parçası haline gelecek derecede kronikleşmesidir.
Bundan dolayı kendimize sormamız gereken sorular şunlar olabilir: Hayatımı yönlendiren, ona şekil veren nedir? Aldığım kararları isteklerim mi belirliyor, yoksa korkularım ve zaaflarım mı? Lan manyak mıyım ben, soru sormadan dümdüz yaşamak varken neden kendime böyle sorular soruyorum?
Bu sorulara, sırf bilincimizin akıl-kılıfına-büründürme ve bünyeyi aldığı kararlarda makul nedenler olduğuna ikna etmeye yeteneğinden dolayı bile, her zaman net yanıt veremeyebiliriz. Fakat akla vurma (reasoning) ve kendi benliğine dönerek değerlendirme (self-reflexivity) yeteneği olan her insan, kabul etmek istemese bile doğru nedeni biliyordur.
Nazarımda en az Sigmund Freud kadar önemli bir psikiatrist -ve ondan daha büyük bir feylesof- olan Carl Gustav Jung nevrotik hastalarıyla ilgili olarak şu gözlemlere yer veriyor:
"Nevrotik hale gelenlerin, hayata dair sorulara yanlış ya da yetersiz yanıtlar vermiş insanlar olduklarını sıklıkla gördüğümü söyleyebilirim." (1961)
"Hastalarımın çoğunluğunu inançsızlar değil, inancını kaybetmişler oluşturuyor." (1961)
"Modern insan bütün akılcılığı ve iktidarına rağmen, kendi kontrolü dışındaki 'güçler' tarafından güdüldüğü gerçeğini göremeyecek kadar kör. İnsanların tanrıları ve şeytanları hiç de ortadan kaybolmadılar, sadece yeni isimler edindiler. Bu yeni isimli tanrı ve şeytanlar; huzursuzluk, belirsiz korkular ve psikolojik karışıklıklar, haplar / alkol / sigara / yiyecek için doymak bilmez bir iştah ve hepsinden ötesi bir dizi nevrozla bizi oradan oraya koşturtmaya devam ediyorlar." (1964)
Aranızda, yıllar boyunca neden kendisine acı çektirecek, arıza insanlara aşık olup durduğunu merak edenler varsa umarım bir nebze de olsa yüreğine ferahlık gelmiştir. (Evet bildiniz, nevrotiksiniz!) Zira şahsen, neden çoğunlukla nevrotik kadınlara aşık olduğumu düşünüp durduğumda, normal bir kadının aşktan bir bok anlamayacağı kararına varmıştım. Normalliğin ne olduğu muğlaktır ama buna daha akılcı bir şekilde gündelik hayatını dengede tutmaktan başka bir amaca sahip olmama ve orta yoldan gitme hali diyecek olursak, kişisel deneyimlerim sonucunda normalliğe daha yakın olan kadınların gerçekten de aşktan bir halt anlamadıklarını gururla ifade edebilirim. Öte yandan şu ayrıntıyı da atlamamak gerekir: Normal kadın yoktur, az nevrotik kadın vardır. Neslin devamını sağlamak üzere kendisine verildiği iddia edilen bir armağanı, her ay acıyla ve kanla atmak zorunda olan bir varlığın nevrozdan ne kadar kaçabileceği konusu, cidden kuşku doludur.
Yukarıda anılan durumu genelleştirip normal bir insan evladının aşka aşkla karşılık verme olasılığının düşük olduğunu söyleyebiliriz.
Çünkü (ahanda saptama geliyor hahaha) aşk, nevrotik bir sipordur.
"Nevrozdan bahsederken nasıl olup da aşka geldik?" diye soran akıllılar umarım şimdi nedeni anlamışlardır. Aşk denilen nane tüm nevroz türlerinin anasıdır, yavrum!
Zira kendi benliklerindeki gedikleri fark edip bunları bir başkasının varlığıyla sıvama kaygısına kapılmamış insanlar aşık olamazlar. Aşkın nevrotik bir sipor olmasının altında da aslında kişinin kendi benliğine dönük bir gedik kapama yatar. Bundan dolayı akıllı (normal) insanlar bir kez aşık olup acı çektiklerinde aşka olan inançları kaybolur. Aşka inanmaya devam etmek için ise, öyle ya da böyle, nevrotik olmak gerekir. Çünkü bu, kendi içinde bulamadığı bir parçayı, bir başkasını ayna gibi kullanarak ele geçirmek ve yeniden bütün olarak mükemmelleşmek isteğidir. Buradaki aşk, illa ki bir başka insana yönelik olmak zorunda da değildir. İşe, şiire, astrofiziğe, alkole duyulan aşka da aynı kategoridedir: Tüm mesele bir özne ya da nesneye lakayt kalamamak, tabiri caizse dypsomania denilen dipte olma ateşiyle kavrulmaktır.
Mısır kökenli Hermetik görüş (Ortaçağ'da adı simya oldu), kadınla erkeğin tek bir varlık olduğunu (hermafrodit) ve sonradan ayrıldıklarını söyler. Bundan dolayı her kadın ya da her erkek yeniden o hale gelebilmek için, ayrıldığı ruh-eşini arar durur. Antik Yunan'da Narcissos hikayesi ile cisimleşen narsisizm ise daha gerçekçidir: Çünkü aranacak ruh-eşi yoktur, sadece kendisinin yansıması vardır. Lacancı psikiyatri ise "eksik" ve "ayna" kavramlarıyla aynı geleneği sürdürür. Nerede boynu bükük bir nevrotik görürseniz, bilin ki yukarıdaki gibi durum onun bu haliyle bağlantılıdır.
Kimilerine göre nevrozun temelini oluşturan bu zayıflık kimilerine göre ise şu kavanoz dipli dünyadaki en müstesna anlam yaratma biçimidir. Bir önceki paragrafta söylendiği üzere, nevrotik kişi ortak bilinçdışını daha güçlü hissetme şansı olan insandır. Ha kendisi bunun farkında değildir, bu da onun salaklığıdır!
Ancak kendi nevrozunun ortak bilinçdışına sirayet gücünün farkında olan ve bunu olumlu bir etkiye dönüştüren insanların yaratıcılık konusunda sınır tanımadıkları iddiası da tarih boyunca önemini korumuştur. Mustafa Şekip, 1931 basımlı Ruhiyat adlı eserinde bu durumu şöyle tartışır (yeminle noktasına virgülüne dokunmadan):
"Yaratıcı muhayyilenin en yüksek şekiller dahilerde görüldüğüne göre dahiyi izah etmek, dolayısiyle yaratıcı muhayyileyi izahtır. Deha, umumi bir vakia değil istisnadır. Fakat bu istisnayı doğuran sebep nedir? İşte asıl mesele burada. Aristot ve Seneque taraftarlarından yapılmış pek eski bir nazariyeye göre deha, bir nevi deliliktir. Deha hakkında verilen bu hükme saik olan başlıca sebep bazı dahilerde deliliğe bir temayül görülmüş olmasıdır. Moreau de Tour, bu nazariyenin yeni bir ifadesini bularak, 'dahi bir tür nevruz, yani ruh hastasıdır' der. İtalyan cinaiyatçısı Lombroso da bu tarifi müphem bularak (Nevroz) yerine bir nevi sar'a tabirini ikame eder. Halbuki deli mütehassısları Lombroso'nun reyini kabul etmek şöyle dursun bütün kuvvetlerile yıkmağa bakmışlardır. Sar'a ve ruh hastalıkları herkeste bulunabileceği gibi fartı çok muhtemel olan birşeyi sebep olarak gösterecek elde hiçbir hüccet yoktur. Nerde kaldı ki delilerle dahiler arasında uçurumlar vardır. Fazla olarak sağ salim olan nice dahiler görülmüştür."
Fakat bu sebep olsa da olmasa da, "Dünyanın tüm nevrotik kadınları, hepinize aşığım ulan!" diye hönkürmek istiyorum aziz nevrotikler. Zira nevrotikler her daim yeni gül misali açıp dururlar. Nevrotik bir özge candır, hatta canandır, nergistir, yeni güldür, süperdir, cilloptur, kaymaktır, hayatın özüdür, ailecek ev gezmesine gidilesidir.
Bu maddeyi şey ederken aşkın nevrotik olduğunu ispat etmek üzere, sizi, Orhan Gencebay'ın Beni Böyle Sev şarkısının sözleriyle başbaşa bırakıyorum. Sözlerdeki bazı ifadeler, psikopatolojik terimlerle değiştirildiğinde anlamda hiçbir değişiklik olmadığını şaşırarak görüyoruz değil mi? Affferin!
Beni Nevrozumla Sev
Beni nevrozumla sev seveceksen,
Olduğum gibi göreceksen.
Girme ömrüme girme gönlüme,
Ne nevrotikmiş bu diyeceksen.
Sen anksiyete nedir, ne bilirsin?
Sen gönlümde Kabe, sen meleksin,
Sen herşeyimsin,
Sen hem manik hem depresif episodlarımın tek kaynağı,
Sen aşkın bence tam kendisisin
Beni nevrozumla sev seveceksen,
Olduğum gibi göreceksen.
Girme ömrüme girme gönlüme,
Ne nevrotikmiş bu diyeceksen.
Görmedin mi gözlerimde,
Bir nevrotiğin takıntılı arzusunu, hasretini?
Görmedin mi gözlerimde,
Seni çılgın gibi sevdiğimi?
İster sevgi ol istersen kinim,
İsterdim histerim ol benim.
Beni nevrozumla sev seveceksen,
Olduğum gibi göreceksen.
Girme ömrüme girme gönlüme,
Ne nevrotikmiş bu diyeceksen.
1- TDK'dan, noktasına virgülüne dokunmadan. Genellikle bunalım ve beden görevleri üzerinde yakınmalarla beliren, kişiliğin ve uyumun bütününü etkilemeyen, ruhsal kaynaklı sinir hastalığı, sinirce. Örnek: "Nevroz psikolojik pek çok rahatsızlık için bir tür şemsiye tabirdir, psikoz da öyledir ama psikotikler gerçek hayatla bağlarını çoktan koparmışlardır. Aradaki farklı bir türlü öğrenemedin gitti, gerizekalı seni!"
2- (-tik'li hali). Arıza insan evladı, deli, hasta, manyaaak, çatlak, sıyırmış, kırık. Örnek: "Kızım manyak manyak konuşup adamı hasta etme, bi' çakacam şimdi duvardan duvara nevrotik olacaksın!"
3- Hint-Avrupa dillerinde. Yeni gül, yepyeni gül, her gün yeni gibi açan gül (Nev + roz). Örnek: "Baharın geldiği nevrozun serpilmesinden belli olur di mi Cemil abi?"
TDK'ya kalırsa nevrotiğe de sinircesel dememiz gerek ama bunu sinirsel diye çevirmişler. Ne de güzel yapmışlar diyerek kendilerini kutlamak isteriz. Fakat ben bu nevrotik kurumu takdir ediyorum; lan memleketin resmi dil kurumusun ama Internet sitende doğru düzgün arama bile yapılamıyor. Mesela tam ifadeyi yazmazsanız, Yazım Kılavuzu sonuç bulamıyor. Oğlum, tam ifadeyi bilsem neden gelip senin sitende arayayım! Mal mısın? Şuna, "Aradığınızı bulamadık. Şunu mu kastettiğiniz?" diye bir kıyak eklesenize!
Hayal kırıklığına kapılıp fazla öfkelenmeden nevrozumuza dönecek olursak; bu hastalık depresyon, histeri, kaygı (anskiyete-angst-anxiety), fobiler ve bazı kişilik bozukluklarını (obsesif kompulsif kişilik bozukluğu, sınır kişilik bozukluğu vb.)kapsayan genel bir psikopatoloji kavramıdır.
Nevroza yakalanmış insanların genel olarak ruh hallerinin bulutlu ve yer yer sağınak yağışlı olduğu söylenir. Kaygılanma, üzüntü, umutsuzluk hissi, hayal kırıklığı, öfke, zihinsel karmaşa, öz acıma, kendini değersiz görme, belirli düşüncelerden kurtulamama ve onlara saplanıp kalma, çevreye kolay uyum sağlayamama, sürekli fantazi kurma, alaycılık ve kiniklik, insanlardan soyutlanma, olumsuzluk ve saldırganlık nevrozun en temel belirtilerindendir.
Şimdi yukarıdaki belirtileri okuyup, "Lan bunlar bende de var, ya nevrotik miyim acaba?" diye kendinize sorabilirsiniz. Açıkçası ben sordum. İlginç tabii.
Psikiyatri biliminin pek çok dallama üyesinin hapşursanız bile nevroz teşhisi koyacağına dair bir kamuoyu güvensizliği olduğunu düşünecek olursak, buradaki belirtilere sahip olmanızın sizi nevrotik yapmayacağını söyleyebiliriz. İnsan evladının karmaşık ve değişken bir mekanizmayla çalışan duygularını göz önüne alacak olursak; kimi zaman nevrotik bir ruh haline girmemiz kaçınılmazdır. Fakat tedaviyi gerektiren asıl mesele, bu belirtilerin artık kişiliğin bir parçası haline gelecek derecede kronikleşmesidir.
Bundan dolayı kendimize sormamız gereken sorular şunlar olabilir: Hayatımı yönlendiren, ona şekil veren nedir? Aldığım kararları isteklerim mi belirliyor, yoksa korkularım ve zaaflarım mı? Lan manyak mıyım ben, soru sormadan dümdüz yaşamak varken neden kendime böyle sorular soruyorum?
Bu sorulara, sırf bilincimizin akıl-kılıfına-büründürme ve bünyeyi aldığı kararlarda makul nedenler olduğuna ikna etmeye yeteneğinden dolayı bile, her zaman net yanıt veremeyebiliriz. Fakat akla vurma (reasoning) ve kendi benliğine dönerek değerlendirme (self-reflexivity) yeteneği olan her insan, kabul etmek istemese bile doğru nedeni biliyordur.
Nazarımda en az Sigmund Freud kadar önemli bir psikiatrist -ve ondan daha büyük bir feylesof- olan Carl Gustav Jung nevrotik hastalarıyla ilgili olarak şu gözlemlere yer veriyor:
"Nevrotik hale gelenlerin, hayata dair sorulara yanlış ya da yetersiz yanıtlar vermiş insanlar olduklarını sıklıkla gördüğümü söyleyebilirim." (1961)
"Hastalarımın çoğunluğunu inançsızlar değil, inancını kaybetmişler oluşturuyor." (1961)
"Modern insan bütün akılcılığı ve iktidarına rağmen, kendi kontrolü dışındaki 'güçler' tarafından güdüldüğü gerçeğini göremeyecek kadar kör. İnsanların tanrıları ve şeytanları hiç de ortadan kaybolmadılar, sadece yeni isimler edindiler. Bu yeni isimli tanrı ve şeytanlar; huzursuzluk, belirsiz korkular ve psikolojik karışıklıklar, haplar / alkol / sigara / yiyecek için doymak bilmez bir iştah ve hepsinden ötesi bir dizi nevrozla bizi oradan oraya koşturtmaya devam ediyorlar." (1964)
Aranızda, yıllar boyunca neden kendisine acı çektirecek, arıza insanlara aşık olup durduğunu merak edenler varsa umarım bir nebze de olsa yüreğine ferahlık gelmiştir. (Evet bildiniz, nevrotiksiniz!) Zira şahsen, neden çoğunlukla nevrotik kadınlara aşık olduğumu düşünüp durduğumda, normal bir kadının aşktan bir bok anlamayacağı kararına varmıştım. Normalliğin ne olduğu muğlaktır ama buna daha akılcı bir şekilde gündelik hayatını dengede tutmaktan başka bir amaca sahip olmama ve orta yoldan gitme hali diyecek olursak, kişisel deneyimlerim sonucunda normalliğe daha yakın olan kadınların gerçekten de aşktan bir halt anlamadıklarını gururla ifade edebilirim. Öte yandan şu ayrıntıyı da atlamamak gerekir: Normal kadın yoktur, az nevrotik kadın vardır. Neslin devamını sağlamak üzere kendisine verildiği iddia edilen bir armağanı, her ay acıyla ve kanla atmak zorunda olan bir varlığın nevrozdan ne kadar kaçabileceği konusu, cidden kuşku doludur.
Yukarıda anılan durumu genelleştirip normal bir insan evladının aşka aşkla karşılık verme olasılığının düşük olduğunu söyleyebiliriz.
Çünkü (ahanda saptama geliyor hahaha) aşk, nevrotik bir sipordur.
"Nevrozdan bahsederken nasıl olup da aşka geldik?" diye soran akıllılar umarım şimdi nedeni anlamışlardır. Aşk denilen nane tüm nevroz türlerinin anasıdır, yavrum!
Zira kendi benliklerindeki gedikleri fark edip bunları bir başkasının varlığıyla sıvama kaygısına kapılmamış insanlar aşık olamazlar. Aşkın nevrotik bir sipor olmasının altında da aslında kişinin kendi benliğine dönük bir gedik kapama yatar. Bundan dolayı akıllı (normal) insanlar bir kez aşık olup acı çektiklerinde aşka olan inançları kaybolur. Aşka inanmaya devam etmek için ise, öyle ya da böyle, nevrotik olmak gerekir. Çünkü bu, kendi içinde bulamadığı bir parçayı, bir başkasını ayna gibi kullanarak ele geçirmek ve yeniden bütün olarak mükemmelleşmek isteğidir. Buradaki aşk, illa ki bir başka insana yönelik olmak zorunda da değildir. İşe, şiire, astrofiziğe, alkole duyulan aşka da aynı kategoridedir: Tüm mesele bir özne ya da nesneye lakayt kalamamak, tabiri caizse dypsomania denilen dipte olma ateşiyle kavrulmaktır.
Mısır kökenli Hermetik görüş (Ortaçağ'da adı simya oldu), kadınla erkeğin tek bir varlık olduğunu (hermafrodit) ve sonradan ayrıldıklarını söyler. Bundan dolayı her kadın ya da her erkek yeniden o hale gelebilmek için, ayrıldığı ruh-eşini arar durur. Antik Yunan'da Narcissos hikayesi ile cisimleşen narsisizm ise daha gerçekçidir: Çünkü aranacak ruh-eşi yoktur, sadece kendisinin yansıması vardır. Lacancı psikiyatri ise "eksik" ve "ayna" kavramlarıyla aynı geleneği sürdürür. Nerede boynu bükük bir nevrotik görürseniz, bilin ki yukarıdaki gibi durum onun bu haliyle bağlantılıdır.
Kimilerine göre nevrozun temelini oluşturan bu zayıflık kimilerine göre ise şu kavanoz dipli dünyadaki en müstesna anlam yaratma biçimidir. Bir önceki paragrafta söylendiği üzere, nevrotik kişi ortak bilinçdışını daha güçlü hissetme şansı olan insandır. Ha kendisi bunun farkında değildir, bu da onun salaklığıdır!
Ancak kendi nevrozunun ortak bilinçdışına sirayet gücünün farkında olan ve bunu olumlu bir etkiye dönüştüren insanların yaratıcılık konusunda sınır tanımadıkları iddiası da tarih boyunca önemini korumuştur. Mustafa Şekip, 1931 basımlı Ruhiyat adlı eserinde bu durumu şöyle tartışır (yeminle noktasına virgülüne dokunmadan):
"Yaratıcı muhayyilenin en yüksek şekiller dahilerde görüldüğüne göre dahiyi izah etmek, dolayısiyle yaratıcı muhayyileyi izahtır. Deha, umumi bir vakia değil istisnadır. Fakat bu istisnayı doğuran sebep nedir? İşte asıl mesele burada. Aristot ve Seneque taraftarlarından yapılmış pek eski bir nazariyeye göre deha, bir nevi deliliktir. Deha hakkında verilen bu hükme saik olan başlıca sebep bazı dahilerde deliliğe bir temayül görülmüş olmasıdır. Moreau de Tour, bu nazariyenin yeni bir ifadesini bularak, 'dahi bir tür nevruz, yani ruh hastasıdır' der. İtalyan cinaiyatçısı Lombroso da bu tarifi müphem bularak (Nevroz) yerine bir nevi sar'a tabirini ikame eder. Halbuki deli mütehassısları Lombroso'nun reyini kabul etmek şöyle dursun bütün kuvvetlerile yıkmağa bakmışlardır. Sar'a ve ruh hastalıkları herkeste bulunabileceği gibi fartı çok muhtemel olan birşeyi sebep olarak gösterecek elde hiçbir hüccet yoktur. Nerde kaldı ki delilerle dahiler arasında uçurumlar vardır. Fazla olarak sağ salim olan nice dahiler görülmüştür."
Fakat bu sebep olsa da olmasa da, "Dünyanın tüm nevrotik kadınları, hepinize aşığım ulan!" diye hönkürmek istiyorum aziz nevrotikler. Zira nevrotikler her daim yeni gül misali açıp dururlar. Nevrotik bir özge candır, hatta canandır, nergistir, yeni güldür, süperdir, cilloptur, kaymaktır, hayatın özüdür, ailecek ev gezmesine gidilesidir.
Bu maddeyi şey ederken aşkın nevrotik olduğunu ispat etmek üzere, sizi, Orhan Gencebay'ın Beni Böyle Sev şarkısının sözleriyle başbaşa bırakıyorum. Sözlerdeki bazı ifadeler, psikopatolojik terimlerle değiştirildiğinde anlamda hiçbir değişiklik olmadığını şaşırarak görüyoruz değil mi? Affferin!
Beni Nevrozumla Sev
Beni nevrozumla sev seveceksen,
Olduğum gibi göreceksen.
Girme ömrüme girme gönlüme,
Ne nevrotikmiş bu diyeceksen.
Sen anksiyete nedir, ne bilirsin?
Sen gönlümde Kabe, sen meleksin,
Sen herşeyimsin,
Sen hem manik hem depresif episodlarımın tek kaynağı,
Sen aşkın bence tam kendisisin
Beni nevrozumla sev seveceksen,
Olduğum gibi göreceksen.
Girme ömrüme girme gönlüme,
Ne nevrotikmiş bu diyeceksen.
Görmedin mi gözlerimde,
Bir nevrotiğin takıntılı arzusunu, hasretini?
Görmedin mi gözlerimde,
Seni çılgın gibi sevdiğimi?
İster sevgi ol istersen kinim,
İsterdim histerim ol benim.
Beni nevrozumla sev seveceksen,
Olduğum gibi göreceksen.
Girme ömrüme girme gönlüme,
Ne nevrotikmiş bu diyeceksen.
Camel
Halen İngilizce. İsim.
1- Aslen bir tür çöl sakini olduğu hissi uyandıran, hörgüçlü bir hayvan. Örnek: "Bu kurban sülalecek Camel'a giriyoruz."
2- Paketinin üstünde aslen bir tür çöl sakini olduğu hissi uyandıran, hörgüçlü bir hayvanın resmi olan, bir zamanlar harika bir tadı olduğu halde Caponların eline geçtikten sonra harakiri yapan ama yine de delikanlı insanın vazgeçmeyeceği sigara markası. "Babuş, kamelinden bi' tane daha alıyorum."
3- 1969 yılında Andrew Latimer öncülüğünde İngiltere'de kurulan, Latimer'in sürekli eleman atmasından dolayı kendisi dışında özgün üyesi kalmayan ama bu durumun Latimer yaşadığı sürece fazla da önem arz etmediği progressive (emmeli gömmeli) rock grubu. Örnek: "Yaz aylarına doğru, biranın terleyen şişesini kavrayıp, güneşin kavurduğu şehre ve şehrin tepesindeki mavi - sarı cümbüşe şöyle bir dalarak, Camel'ın Rajaz albümünü arka arkaya on defa dinlemek kadar müthiş bir keyif yoktur!"
17 yaşında üniversiteye başladığımda, ilk iki hafta yurt çıkmadığı için Kumrular Caddesi'nin üstünde bir otelde konaklamak zorunda kalmıştım. Yerli fahişeler ve onların "kocası" modunda takılan pezevenkleri, memlekete yeni sirayet eden Romen fahişeler, ne iş yaptığı belli olmayan yasaların içi ile dışı arasında gezinen tuhaf tiplerle dolu bir oteldi. Gündüzleri ODTÜ'nün Avrupai sterillikteki tertemiz hazırlık okuluna devam ediyor, çocukça oyun yöntemleriyle İngiliz dilinde gelişiyor; akşamları da içip içip birbirlerine "Oğlunun mezarını sikerim lan!" diye bağıran, bu hoş kavga esnasında resepsiyon masasını yerle bir eden ve birbirlerinin kafalarında floresan ampül kıran kırk yaşlarında iki kardeşin işlettiği otelde mutlu anlarla coşuyordum.
Otel öylesine pis ve izbeydi ki, son kata çıkana kadar, pislikten bordoya çalar hale gelmiş halının tümseklerine takılmamak için çaba sarf etmem gerekiyordu. Tabii ki bu meselede bir kaç katın lambalarının yanmamasının da payı vardı sanırım. Bulunduğum katta tek tuvalet ve tek banyo vardı. Her ikisi de rutubet ve sigara dumanı kokuyordu.
Kumrular Caddesi'ndeki bir büfeden aldığım sigarayı, sadece yatağın ve gardrobun sığabildiği odamın penceresinden caddedeki arabalara, insanlara ve yolun karşısındaki halk kütüphanesinin projektörlerinin ışığıyla sakil ve ürkütücü yılbaşı ağaçları gibi aydınlanan kavaklara bakarak açtım. Dışarıda canlı, akıcı ve garip bir hayat, benim avucumda ise "Tanrı'nın Bedevilere Armağanı" denilen uyuz bir hayvanın ve ardındaki bir kaç derme çatma evin resmi olan bir paket sigara vardı. Daha önce hiç sigara içmemiştim, sigaranın kokusu da, izmaritin görüntüsü de midemi bulandırırdı. Öyle ki lise döneminde bütün arkadaşlarım tarafından sıkı bir sigara düşmanı olarak tanınıyordum. Fakat şimdi ellerimdeydi, içinden bir tane çekip, hayatımın ilk sigarasını yaktım.
Bundan on gün kadar sonra ODTÜ 8.Yurt 612 nolu odada, uzaklardaki tepelere kadar uzayan çam ormanını izliyordum. Oda arkadaşlarımdan birisi, "Şunu bir dinlesene" diyerek, gıcırtıyla dönen Sony Walkman'inin kulaklarını bana uzattı. İçime akan, saat gibi işlemesine rağmen, insana verdiği sonsuz bir ufka bakıyor olma duygusunu asla kaybetmeyen bir müzikti. "Kim bunlar?" diye sordum. "Camel" diye yanıtladı. Bir süre sonra elindeki üç beş albümün kopyalarını kendi walkmanimde dinleyerek dolaşıyordum, bu müziğe aşık olmuştum.
Geçen yıllar boyunca pek çok başka marka sigara içmiş olsam da, müzik arşivimi kaç bin albüme sahip olduğumu bilemeyecek kadar genişletsem de, bu iki Camel hayatımda vazgeçilmez yer işgal eden develer olarak kaldılar. Bu iki Camel'ın müptelası olmayı aradan geçen 17 yılda korudum. (Ya da aslında onlar beni bırakmadılar.)
Ha, aranızda "İyi güzel de, bu anlattıkların ansikloplopetli kültüründe yeri var mı bre zındık?" diye soran çıkarsa da, "Valla haklısınız ama şeytana uydum, kendime hakim olamadım" diye kendimi savunurum.
Bu özel maddeyi, Camel'ın bir şarkı sözü bitirmeye ne demezsiniz güzel zoofililer sizi? Zamanında, Sosyomat namlı sitede grubun son dönem albümlerinde Rajaz hakkında şöyle yazmışım:
"Grubun o dönemki basçısı, Camel'in her bir şeysi Andrew Latimer'e 'World Music -A Rough Guide' isimli bir kitap hediye eder.
Latimer kitabın Arap müziği kısmını okurken Rajaz kavramıyla karşılaşır.
Rajaz, eski zamanlarda kervanlardaki develerin ritmine göre doğaçlama yapılan müziğe verilen addır. Bu ritmin yarattığı müziğin çöldeki uzun yolculuğu, yolculara katlanılır kıldığına dair inançtan etkilenen Latimer bu fikir üzerine çalışır ve Ekim 1999'da Rajaz albümü yayınlanır.
Bu albüm dinleyeni öylesine sarar ki, her şarkı çölün sarısının ve göğün mavisinin sonsuz karışımı arasında gezdirir durur insanı.
Bir tür hipnoz tedavisi gibidir.
Albümle ilgili bir fan sitesinde şu ifade var: Şairlerin müziği bir zamanlar büyük çöller boyunca kervanları taşıyordu...devenin adımları, yorgun yolcuların nihai hedeflerine -yolun sonuna- gidişlerinin müziğiydi. Bu şiire 'rajaz' denirdi. Rajaz, devenin ritmiydi."
Camel - Rajaz
When the desert sun has passed horizon's final light
and darkness takes it's place...
We will pause to take our rest.
Sharing songs of love,
tales of tragedy.
The souls of heaven
are stars at night.
They will guide us on our way,
until we meet again
another day.
When a poet sings the song and all are hypnotised,
enchanted by the sound...
We will mark the time as one,
tandem in the sun.
The rhythm of a hymn.
The souls of heaven
are stars at night.
They will guide us on our way,
until we meet again
another day.
When the dawn has come
sing the song,
all day long.
We will move as one,
bear the load
on the road.
The souls of heaven
turn to stars
every single night
all across the sky...
they shine.
1- Aslen bir tür çöl sakini olduğu hissi uyandıran, hörgüçlü bir hayvan. Örnek: "Bu kurban sülalecek Camel'a giriyoruz."
2- Paketinin üstünde aslen bir tür çöl sakini olduğu hissi uyandıran, hörgüçlü bir hayvanın resmi olan, bir zamanlar harika bir tadı olduğu halde Caponların eline geçtikten sonra harakiri yapan ama yine de delikanlı insanın vazgeçmeyeceği sigara markası. "Babuş, kamelinden bi' tane daha alıyorum."
3- 1969 yılında Andrew Latimer öncülüğünde İngiltere'de kurulan, Latimer'in sürekli eleman atmasından dolayı kendisi dışında özgün üyesi kalmayan ama bu durumun Latimer yaşadığı sürece fazla da önem arz etmediği progressive (emmeli gömmeli) rock grubu. Örnek: "Yaz aylarına doğru, biranın terleyen şişesini kavrayıp, güneşin kavurduğu şehre ve şehrin tepesindeki mavi - sarı cümbüşe şöyle bir dalarak, Camel'ın Rajaz albümünü arka arkaya on defa dinlemek kadar müthiş bir keyif yoktur!"
17 yaşında üniversiteye başladığımda, ilk iki hafta yurt çıkmadığı için Kumrular Caddesi'nin üstünde bir otelde konaklamak zorunda kalmıştım. Yerli fahişeler ve onların "kocası" modunda takılan pezevenkleri, memlekete yeni sirayet eden Romen fahişeler, ne iş yaptığı belli olmayan yasaların içi ile dışı arasında gezinen tuhaf tiplerle dolu bir oteldi. Gündüzleri ODTÜ'nün Avrupai sterillikteki tertemiz hazırlık okuluna devam ediyor, çocukça oyun yöntemleriyle İngiliz dilinde gelişiyor; akşamları da içip içip birbirlerine "Oğlunun mezarını sikerim lan!" diye bağıran, bu hoş kavga esnasında resepsiyon masasını yerle bir eden ve birbirlerinin kafalarında floresan ampül kıran kırk yaşlarında iki kardeşin işlettiği otelde mutlu anlarla coşuyordum.
Otel öylesine pis ve izbeydi ki, son kata çıkana kadar, pislikten bordoya çalar hale gelmiş halının tümseklerine takılmamak için çaba sarf etmem gerekiyordu. Tabii ki bu meselede bir kaç katın lambalarının yanmamasının da payı vardı sanırım. Bulunduğum katta tek tuvalet ve tek banyo vardı. Her ikisi de rutubet ve sigara dumanı kokuyordu.
Kumrular Caddesi'ndeki bir büfeden aldığım sigarayı, sadece yatağın ve gardrobun sığabildiği odamın penceresinden caddedeki arabalara, insanlara ve yolun karşısındaki halk kütüphanesinin projektörlerinin ışığıyla sakil ve ürkütücü yılbaşı ağaçları gibi aydınlanan kavaklara bakarak açtım. Dışarıda canlı, akıcı ve garip bir hayat, benim avucumda ise "Tanrı'nın Bedevilere Armağanı" denilen uyuz bir hayvanın ve ardındaki bir kaç derme çatma evin resmi olan bir paket sigara vardı. Daha önce hiç sigara içmemiştim, sigaranın kokusu da, izmaritin görüntüsü de midemi bulandırırdı. Öyle ki lise döneminde bütün arkadaşlarım tarafından sıkı bir sigara düşmanı olarak tanınıyordum. Fakat şimdi ellerimdeydi, içinden bir tane çekip, hayatımın ilk sigarasını yaktım.
Bundan on gün kadar sonra ODTÜ 8.Yurt 612 nolu odada, uzaklardaki tepelere kadar uzayan çam ormanını izliyordum. Oda arkadaşlarımdan birisi, "Şunu bir dinlesene" diyerek, gıcırtıyla dönen Sony Walkman'inin kulaklarını bana uzattı. İçime akan, saat gibi işlemesine rağmen, insana verdiği sonsuz bir ufka bakıyor olma duygusunu asla kaybetmeyen bir müzikti. "Kim bunlar?" diye sordum. "Camel" diye yanıtladı. Bir süre sonra elindeki üç beş albümün kopyalarını kendi walkmanimde dinleyerek dolaşıyordum, bu müziğe aşık olmuştum.
Geçen yıllar boyunca pek çok başka marka sigara içmiş olsam da, müzik arşivimi kaç bin albüme sahip olduğumu bilemeyecek kadar genişletsem de, bu iki Camel hayatımda vazgeçilmez yer işgal eden develer olarak kaldılar. Bu iki Camel'ın müptelası olmayı aradan geçen 17 yılda korudum. (Ya da aslında onlar beni bırakmadılar.)
Ha, aranızda "İyi güzel de, bu anlattıkların ansikloplopetli kültüründe yeri var mı bre zındık?" diye soran çıkarsa da, "Valla haklısınız ama şeytana uydum, kendime hakim olamadım" diye kendimi savunurum.
Bu özel maddeyi, Camel'ın bir şarkı sözü bitirmeye ne demezsiniz güzel zoofililer sizi? Zamanında, Sosyomat namlı sitede grubun son dönem albümlerinde Rajaz hakkında şöyle yazmışım:
"Grubun o dönemki basçısı, Camel'in her bir şeysi Andrew Latimer'e 'World Music -A Rough Guide' isimli bir kitap hediye eder.
Latimer kitabın Arap müziği kısmını okurken Rajaz kavramıyla karşılaşır.
Rajaz, eski zamanlarda kervanlardaki develerin ritmine göre doğaçlama yapılan müziğe verilen addır. Bu ritmin yarattığı müziğin çöldeki uzun yolculuğu, yolculara katlanılır kıldığına dair inançtan etkilenen Latimer bu fikir üzerine çalışır ve Ekim 1999'da Rajaz albümü yayınlanır.
Bu albüm dinleyeni öylesine sarar ki, her şarkı çölün sarısının ve göğün mavisinin sonsuz karışımı arasında gezdirir durur insanı.
Bir tür hipnoz tedavisi gibidir.
Albümle ilgili bir fan sitesinde şu ifade var: Şairlerin müziği bir zamanlar büyük çöller boyunca kervanları taşıyordu...devenin adımları, yorgun yolcuların nihai hedeflerine -yolun sonuna- gidişlerinin müziğiydi. Bu şiire 'rajaz' denirdi. Rajaz, devenin ritmiydi."
Camel - Rajaz
When the desert sun has passed horizon's final light
and darkness takes it's place...
We will pause to take our rest.
Sharing songs of love,
tales of tragedy.
The souls of heaven
are stars at night.
They will guide us on our way,
until we meet again
another day.
When a poet sings the song and all are hypnotised,
enchanted by the sound...
We will mark the time as one,
tandem in the sun.
The rhythm of a hymn.
The souls of heaven
are stars at night.
They will guide us on our way,
until we meet again
another day.
When the dawn has come
sing the song,
all day long.
We will move as one,
bear the load
on the road.
The souls of heaven
turn to stars
every single night
all across the sky...
they shine.
Alay
(I)
Türk malı. İsim
1- Herhangi bir nümayiş, bayram, cenaze, orji vb. gibi aktivitelerde yer alan topluluk, kortej. Örnek: "Evet, sizi alaya alıyoruz."
2- Askerlik. Genellikle üç tabur ve bunlara bağlı birliklerden oluşan asker topluluğu. Örnek: "Alay'ı ziyarete gelen Albay alayı pek bir alaycı çıktılar."
3- Kızılay'ın, Hilal-i Ahmer'den sonraki adı. Örnek: "İlkokulda Alay Kolu'ndaydım. Çok makara yaptık, çoook!"
(II)
Rumca. İsim
- Ses tonu, söz, davranış vb. yollarla biriyle, bir şeyle eğlenme, küçümseme, sarkazm. Örnek:"Sarı Kazım, 'Lan sana karı lazım' diye kendisiyle makara yapan arkadaşlarını alaya alan bir bakışla 'Sizinkiler neyime yetmiyor!' diye yanıtlayınca, ortam bir anda gerim gerim gerildi."
Memleketimiz neden alay konusunda geri kaldı diye düşüneniz oluyor mu şerefsiz alaycılar? 1939 yılında kurulan Milli İstihza Teşkilatı kamusal alanlara sızıp "ince alay yolu"yla halkı pasifize etme eylemlerine II. Dünya Savaşı'nın patlamasıyla son vermemiş olsa, bugün kitlesel bir özgüven eksikliği yaratma konusunda din, örf, adet, töre gibi geleneksel yollara muhtaç halde kalmaz, cillop gibi bilimsel yöntemlerin sefasını sürüyor olurduk.
"Küfür aptalların taşı ise, alaycılık akıllıların süpersonik ultra mega roket sistemidir" diyen bir atasözümüz olsaydı, "Lan biz ne teknolojik milletiz, ne süperiz, şöyleyiz, böyleyiz" moduna girip alaycılık yoluyla terbiyesizlik üstüne terbiyesizlik yapardık -iyi ki böyle bir atasözümüz yok! Fakat bu, yukarıda anılan sözün saçma ve geçersiz olduğunu göstermez. Çünkü alaycılık, bir bünyeyi yormak ve canından bezdirmek için şahane bir yöntemdir.
Ancak bir başka açıdan bakarsak; alaycı insanların genellikle, masumiyetleri şiddetli şekilde kırıldığı için insanlığa güven duymayı bırakmış bedbahtlar olduklarını görebiliriz. Duygusal insanlar bu kırgınlığı ağlaklık ve söylenip durma ile ifade ederken, alaycılar aynı işi halihazırda varolan tüm uzlaşmalara ve kurumlara saldırarak yaparlar.
Diyojen'in kurucu babası olarak kabul edildiği Kiniklik (sinisizm), alaycılığı felsefi boyutta kullanırken, insanlığın yalanlar üstüne kurulu olduğu ve gerçek erdeme ulaşmanın ancak basit ve tamahtan uzak bir hayat sürerek gerçekleştirilebileceğini söylerler. Diyojen'in, insan evladının dallamalığından tiksinip fıçıda, köpeklerle (Eski Yunanca. Kynikos) yan yana yaşadığını ve dünyayı fethetme derdine düşmüş Büyük İskender'e bile fırça attığını biliyoruz. Tabii ki onun alaycılığı, karşısındaki ezip kendi üstünlüğünü ilan etmek isteyen bir çaba değil, gerçeğin üstündeki eyyam örtüsünü sert bir hareketle kaldırmaya yönelik bir erdemli bir tavır arayışıydı.
Oysa bazı insanlar kendilerini böyle bir arayışa sürüklemeden takılıyorlar pek öpülesi okuyucular. İyi örneğin yanında kötüsünü de göstermek adına, alaycı tarzda edebiyat yaptığını zanneden Yaman Sert'in Hint Kumaşı Mübarek isimli şiiriyle bu kıçı kırık maddeye bir son veriyoruz:
Ne de sıradan ve acıklıdır,
Sevilenlerin birden kendilerini
Bulunmaz Hint kumaşı sanıvermeleri!
Oysa o elbisenin benzerleri,
Şimdiye kadar defalarca dikildi.
Ki onları değerli hale getiren de,
Aslında terziydi.
Türk malı. İsim
1- Herhangi bir nümayiş, bayram, cenaze, orji vb. gibi aktivitelerde yer alan topluluk, kortej. Örnek: "Evet, sizi alaya alıyoruz."
2- Askerlik. Genellikle üç tabur ve bunlara bağlı birliklerden oluşan asker topluluğu. Örnek: "Alay'ı ziyarete gelen Albay alayı pek bir alaycı çıktılar."
3- Kızılay'ın, Hilal-i Ahmer'den sonraki adı. Örnek: "İlkokulda Alay Kolu'ndaydım. Çok makara yaptık, çoook!"
(II)
Rumca. İsim
- Ses tonu, söz, davranış vb. yollarla biriyle, bir şeyle eğlenme, küçümseme, sarkazm. Örnek:"Sarı Kazım, 'Lan sana karı lazım' diye kendisiyle makara yapan arkadaşlarını alaya alan bir bakışla 'Sizinkiler neyime yetmiyor!' diye yanıtlayınca, ortam bir anda gerim gerim gerildi."
Memleketimiz neden alay konusunda geri kaldı diye düşüneniz oluyor mu şerefsiz alaycılar? 1939 yılında kurulan Milli İstihza Teşkilatı kamusal alanlara sızıp "ince alay yolu"yla halkı pasifize etme eylemlerine II. Dünya Savaşı'nın patlamasıyla son vermemiş olsa, bugün kitlesel bir özgüven eksikliği yaratma konusunda din, örf, adet, töre gibi geleneksel yollara muhtaç halde kalmaz, cillop gibi bilimsel yöntemlerin sefasını sürüyor olurduk.
"Küfür aptalların taşı ise, alaycılık akıllıların süpersonik ultra mega roket sistemidir" diyen bir atasözümüz olsaydı, "Lan biz ne teknolojik milletiz, ne süperiz, şöyleyiz, böyleyiz" moduna girip alaycılık yoluyla terbiyesizlik üstüne terbiyesizlik yapardık -iyi ki böyle bir atasözümüz yok! Fakat bu, yukarıda anılan sözün saçma ve geçersiz olduğunu göstermez. Çünkü alaycılık, bir bünyeyi yormak ve canından bezdirmek için şahane bir yöntemdir.
Ancak bir başka açıdan bakarsak; alaycı insanların genellikle, masumiyetleri şiddetli şekilde kırıldığı için insanlığa güven duymayı bırakmış bedbahtlar olduklarını görebiliriz. Duygusal insanlar bu kırgınlığı ağlaklık ve söylenip durma ile ifade ederken, alaycılar aynı işi halihazırda varolan tüm uzlaşmalara ve kurumlara saldırarak yaparlar.
Diyojen'in kurucu babası olarak kabul edildiği Kiniklik (sinisizm), alaycılığı felsefi boyutta kullanırken, insanlığın yalanlar üstüne kurulu olduğu ve gerçek erdeme ulaşmanın ancak basit ve tamahtan uzak bir hayat sürerek gerçekleştirilebileceğini söylerler. Diyojen'in, insan evladının dallamalığından tiksinip fıçıda, köpeklerle (Eski Yunanca. Kynikos) yan yana yaşadığını ve dünyayı fethetme derdine düşmüş Büyük İskender'e bile fırça attığını biliyoruz. Tabii ki onun alaycılığı, karşısındaki ezip kendi üstünlüğünü ilan etmek isteyen bir çaba değil, gerçeğin üstündeki eyyam örtüsünü sert bir hareketle kaldırmaya yönelik bir erdemli bir tavır arayışıydı.
Oysa bazı insanlar kendilerini böyle bir arayışa sürüklemeden takılıyorlar pek öpülesi okuyucular. İyi örneğin yanında kötüsünü de göstermek adına, alaycı tarzda edebiyat yaptığını zanneden Yaman Sert'in Hint Kumaşı Mübarek isimli şiiriyle bu kıçı kırık maddeye bir son veriyoruz:
Ne de sıradan ve acıklıdır,
Sevilenlerin birden kendilerini
Bulunmaz Hint kumaşı sanıvermeleri!
Oysa o elbisenin benzerleri,
Şimdiye kadar defalarca dikildi.
Ki onları değerli hale getiren de,
Aslında terziydi.
Aşk
Bu naçizane sözlüğün aşk hakkında yapabileceği sadece tek açıklama var.
Aşk, Tanrı gibidir:
İnanıyorsanız vardır, inanmıyorsanız yoktur!
İnanmıyorsanız sorun yok. Ama inanıyorsanız; şu alemdeki yegane hakikat, onun kulu olduğunuzu ikrar etmekten başka bir mükellefiyet değildir...
Aşk, Tanrı gibidir:
İnanıyorsanız vardır, inanmıyorsanız yoktur!
İnanmıyorsanız sorun yok. Ama inanıyorsanız; şu alemdeki yegane hakikat, onun kulu olduğunuzu ikrar etmekten başka bir mükellefiyet değildir...
Eyyam
Arapça. İsim. Çoğul (Tekil hali yevm)
1- Günler. Örnek: "Boris Vian'ın Kef-el Eyyam romanı ne de müstesna bir eserdir di mi kız Fahriye abla?"
2- Tekilleştikten sonra. Zamana ve durumu göre hareket etmek, damara göre şerbet vermek, rüzgar nereden eserse o tarafa sürüklenmek, sosyallik babında dümenler çevirmek, başka insanlara karşı olmayanı var - olanı da yok gibi göstermeye çalışmak. Örnek: "Eyyamdan hazzetmem demek şu hayattaki en büyük eyyamdır!"
Eskiden, kendi çıkarları doğrultusunda değişik insanların etrafında fırıldak gibi dönenlere "eyyam ağası", "eyyam efendisi", "eyyam reisi" denirmiş. Bir nevi "her devrin adamı" muamelesi görmek olan eyyamcılık, zamanın fırıldaklaşmasından mıdır bilinmez, günümüzde bir miktar değişikliğe uğradı. Ne kadar insanlık denen şu taşlı pirinç pilavının her aşamasında eyyamcılar ve eyyamcılık olsa da, eyyam -artık- sosyalleşmeyi sağlamak ve bunu korumak için oynadığımız sıradan bir oyundur.
Karamsarlık yapıyorsam şu odadan çıkmak nasip olmasın, gayet nesnel ve umursamaz bir halet-i ruhiye ile söylüyorum: Hayatımız eyyam oldu! Neden mi? Şundan dolayı: Geleneksel Osmanlı Fastfood lokantalarının olmadığı geleneksel zamanlarda, toplumsal çevreler ve o çevreler içinde iletişime geçilebilecek insanlar kırılamaz olmasa da katı kurallarla belirlenmişti. Bundan dolayı ancak içinde olunan çevre içinde eyyam yapılabiliyordu ve bu da bugün yalakalık, yağdanlık ya da dalkavukluk dediğimiz yere denk geliyor.
Ve fakat, modern hayatla ve özellikle iletişim teknolojilerindeki gelişmelerle beraber, mekan sınırlamasından kurtulduk. Toplumsal olarak karşı karşıya gelebileceğimiz, farklı meşrepteki insanların sayısı da arttı. Yani artık sınırları belirli bir toplumsal tabakalaşmanın içinde değil; farklı kültürler, farklı anlayışlar ve farklı yaşayışların birbiri içine girdiği bir dönemdeyiz. Bu devir, kültürel simgelerin anlamlarının boşaldığı ve küresel akış içinde dekoratif araçlar haline geldiği bir eyyam devridir! Artık bir kültürün bütüncül dünya algısını, sosyalleşme denilen dönemle beraber, hazır olarak almıyoruz. Bunun yerine farklı kültürlerden koparılmış parça pinçik simgelerin yamalı bohçası haline gelen bir sembolik tüketim içindeyiz. Bundan dolayı Nevizade lokantalarındaki fasıllarda, Türk Sanat Müziği'nin elemli nağmelerine pişmiş kelle gibi sırıtarak eşlik edenlere inanmıyorum: Onlar sadece gündelik yaşantılarının fasıla gitmek episodunu tüketiyorlar -ki yüzlerindeki o eyyamik sırıtış da bunu doğruluyor.
Belirli bir kültür için sembolik anlamı olan bir nesne ya da eylem, artık küresel bir meta olarak bütün toplumlara ulaşmaktadır. Bu ulaşma sırasında da özgün anlamını yitirip eyyam haline gelmektedir, çünkü kendi sembollerimizin anlamlarını toplumsal bir referansla almıyoruz. Buna biz ansikkopediciler, kültürel melezleşme diyoruz. (Demiyorsak da, deseydik ne güzel olurdu di mi!)
Artık bu günlere bilgi çağı filan değil Eyyam Çağı dememiz gerekiyor.
"Lan burada eğlenceli birşey yok" diyerek sıkılanlar çoktan sayfayı değiştirdikleri için sabırlı okuyuculara durumu şöyle bir örnekle açıklayayım. Gününüzün az ya da çok şöyle geçtiğini düşünün: Sabah kalkıp jogging yaptınız. Ardından Rock müziği eşliğinde mısır gevreğinizi yediniz ve işe gittiniz. Çalışırken İngiliz müşterinizle Brezilya'daki ekonomik gelişmeler üzerine tartıştınız. Ardından öğle yemeğini bir Çin restoranında tuhaf tatlı bir tavuğu yutmaya çalışarak geçirdiniz ve Caramel Macchiato içmek için soluğu Starbucks'ta aldınız. O esnada yanınızdaki iş arkadaşlarınızla Aikido'nun felsefesinin güzelliği ve transandantal meditasyon deneyimleriniz hakkında konuştunuz. Öğleden sonra bir arkadaşınız sizi haftasonu Bungee Jumping yapmaya çağırdı, seve seve kabul ettiniz. İş çıkışı soluğu bir Lübnan lokantasında alıp bölgeye özel düğün yemeklerinden yediniz. Ardından Afrika masklarıyla donatılmış bir reggae bara gidip tepindiniz ve bu sırada canınız da rakı çektiği için ayak üstü iki duble rakı attınız. Evinize dönüp biraz sakinleşmek adına Kızılderili ağıtları dinlerken Şilili bir yazarın kendi köyünü anlattığı romanını okudunuz ve uykuya daldınız.
Böyle bir günden sonra nasıl rüyalar görürsünüz acaba?
Tamam, örnek özellikle abartılmış olsa da, oldukça kalabalık bir toplumsal grubun az ya da çok böyle bir kültürel atmosfer içinde yaşadığını iddia edemez miyiz sayın eyyamcılar? Kültürel zenginlik ve farklı kaynaklardan beslenmek ne kadar güzel olursa olsun; her kültürden ya da her durumdan parça parça birşeyler alıp onları bağlamlarından kopararak anlamlarını yok etmiyor muyuz? Mesela 'bungee jumping' yapanlar, özgün kültürel anlamı olan gençlerin erkekliklerini ispatlama ayini olarak mı yapıyorlar? İşte, eyyam tam da budur!
Kültürün eyyam olduğu yerde; dostluklar da, aşklar da, işler de, düşünceler de külliyen eyyamdır sevgili sevgililer; çünkü her söz eyyam olmuştur. Modern insan bu gitgide fırıldaklaşan hayatın kimi zaman birbirine zıtlaşan seçeneklerini ancak eklektik bir yapıyla sindirebilir, zira seçenekler sınırsızdır ve birinin bir diğerinden farkı yoktur -çünkü anlamları boşaltılmıştır. Sembolik anlamlardaki bu körelme, doğal olarak her türlü insani ilişkiye de yansır: Bir dosttan kurtulmak, bir sevgiliyi bırakmak, bir arkadaşı satmak artık çok kolaydır. Çünkü Eyyam Çağı'nda her insan bir diğer için ikamedir ve onların yerine gelenler de aynen selefleri gibi ikame olacaklardır. İş hayatından, Facebook ve MSN listelerine kadar onlarca eyyam arkadaşlığımız vardır: Orada dururlar ve onların olmaları ya da olmamaları, silinmeleri ya da durmaları hayatımız için bir fark yaratmaz. Biz de onlar için aynı durumdayızdır; onlar da bize aynı kayıtsızlıkla sahiptir. Eyyam, samimiyetsizlik uzlaşmasıdır!
King Crimson'ın 21st Century's Schizoid Man şarkısının dengesiz ruh hali, normalleşme sürecinde eyyama sığınmak zorundadır. 19 ve 20.yy'ın sentezleri artık öldü! Bu vefattan dolayı, sözgelimi hem Marksizm'i haklı buluyor, hem de yetişmenizden kaynaklanan bir dindarlığı hafif ölçüde benimsiyorsanız; bunu artık İslami sosyalizm gibi bütünleştirici bir sentezle değil; her iki durumu ayrı ayrı yaşayacağınız eyyamik bir normalleşme ile ifade edeceksiniz demektir. Ne tam olarak Marksist olabilirsiniz, ne de dindar... Eyyam Çağı'nın entelcedeki karşılığı olan postmodern durum buna olanak vermekle kalmaz, bu eyyamı teşvik de eder.
Şimdi karamsar bir madde gibi gözükse de, sözlükçü olarak görevimiz toplumsal eleştiriye de katkıda bulunmaktır. Eyyamsızlık mümkün müdür? Bu sözlük size yanıt veremez ama en azından denenebileceğini iddia edebilir. Müstesna olan sizi eyyamdan kurtarabilir; çünkü onunla eyyam ilişkisi içinde olmayı içinize sindiremezsiniz.
Öte yandan birisi de çıkıp burada eyyam hakkında yazan her şeyin eyyam olduğunu iddia edebilir. Ki eyyam, kaçınılmaz olarak güvensizliği beraberinde getirir ve en büyük belası da bu tuhaf döngüdür: "Ya bunun ardında daha büyük bir eyyam, daha büyük bir orospu çocukluğu varsa?" (İşte risk kavramının anlamını da, günümüzde kökten değiştiren gerekçe de budur.)
Hepinize eyyamsız günler dilerken, sizi Fuzuli'nin Şikayetname'sinin coverıyla başbaşa bırakıyorum:
Huzurlarına gitdüm, bir cem gördüm.
Hikayetleri perişan, ne safadan anda eser ve ne sıdkdan nişan var.
Selam verdüm, eyyam değildür deyu almadılar.
Hükm gösterdüm, faidesizdür deyu mültefit olmadılar.
Zahirde sûret-i itaat gösterdiler, amma zeban-ı hal ile cemi sualüme cevab verdiler.
1- Günler. Örnek: "Boris Vian'ın Kef-el Eyyam romanı ne de müstesna bir eserdir di mi kız Fahriye abla?"
2- Tekilleştikten sonra. Zamana ve durumu göre hareket etmek, damara göre şerbet vermek, rüzgar nereden eserse o tarafa sürüklenmek, sosyallik babında dümenler çevirmek, başka insanlara karşı olmayanı var - olanı da yok gibi göstermeye çalışmak. Örnek: "Eyyamdan hazzetmem demek şu hayattaki en büyük eyyamdır!"
Eskiden, kendi çıkarları doğrultusunda değişik insanların etrafında fırıldak gibi dönenlere "eyyam ağası", "eyyam efendisi", "eyyam reisi" denirmiş. Bir nevi "her devrin adamı" muamelesi görmek olan eyyamcılık, zamanın fırıldaklaşmasından mıdır bilinmez, günümüzde bir miktar değişikliğe uğradı. Ne kadar insanlık denen şu taşlı pirinç pilavının her aşamasında eyyamcılar ve eyyamcılık olsa da, eyyam -artık- sosyalleşmeyi sağlamak ve bunu korumak için oynadığımız sıradan bir oyundur.
Karamsarlık yapıyorsam şu odadan çıkmak nasip olmasın, gayet nesnel ve umursamaz bir halet-i ruhiye ile söylüyorum: Hayatımız eyyam oldu! Neden mi? Şundan dolayı: Geleneksel Osmanlı Fastfood lokantalarının olmadığı geleneksel zamanlarda, toplumsal çevreler ve o çevreler içinde iletişime geçilebilecek insanlar kırılamaz olmasa da katı kurallarla belirlenmişti. Bundan dolayı ancak içinde olunan çevre içinde eyyam yapılabiliyordu ve bu da bugün yalakalık, yağdanlık ya da dalkavukluk dediğimiz yere denk geliyor.
Ve fakat, modern hayatla ve özellikle iletişim teknolojilerindeki gelişmelerle beraber, mekan sınırlamasından kurtulduk. Toplumsal olarak karşı karşıya gelebileceğimiz, farklı meşrepteki insanların sayısı da arttı. Yani artık sınırları belirli bir toplumsal tabakalaşmanın içinde değil; farklı kültürler, farklı anlayışlar ve farklı yaşayışların birbiri içine girdiği bir dönemdeyiz. Bu devir, kültürel simgelerin anlamlarının boşaldığı ve küresel akış içinde dekoratif araçlar haline geldiği bir eyyam devridir! Artık bir kültürün bütüncül dünya algısını, sosyalleşme denilen dönemle beraber, hazır olarak almıyoruz. Bunun yerine farklı kültürlerden koparılmış parça pinçik simgelerin yamalı bohçası haline gelen bir sembolik tüketim içindeyiz. Bundan dolayı Nevizade lokantalarındaki fasıllarda, Türk Sanat Müziği'nin elemli nağmelerine pişmiş kelle gibi sırıtarak eşlik edenlere inanmıyorum: Onlar sadece gündelik yaşantılarının fasıla gitmek episodunu tüketiyorlar -ki yüzlerindeki o eyyamik sırıtış da bunu doğruluyor.
Belirli bir kültür için sembolik anlamı olan bir nesne ya da eylem, artık küresel bir meta olarak bütün toplumlara ulaşmaktadır. Bu ulaşma sırasında da özgün anlamını yitirip eyyam haline gelmektedir, çünkü kendi sembollerimizin anlamlarını toplumsal bir referansla almıyoruz. Buna biz ansikkopediciler, kültürel melezleşme diyoruz. (Demiyorsak da, deseydik ne güzel olurdu di mi!)
Artık bu günlere bilgi çağı filan değil Eyyam Çağı dememiz gerekiyor.
"Lan burada eğlenceli birşey yok" diyerek sıkılanlar çoktan sayfayı değiştirdikleri için sabırlı okuyuculara durumu şöyle bir örnekle açıklayayım. Gününüzün az ya da çok şöyle geçtiğini düşünün: Sabah kalkıp jogging yaptınız. Ardından Rock müziği eşliğinde mısır gevreğinizi yediniz ve işe gittiniz. Çalışırken İngiliz müşterinizle Brezilya'daki ekonomik gelişmeler üzerine tartıştınız. Ardından öğle yemeğini bir Çin restoranında tuhaf tatlı bir tavuğu yutmaya çalışarak geçirdiniz ve Caramel Macchiato içmek için soluğu Starbucks'ta aldınız. O esnada yanınızdaki iş arkadaşlarınızla Aikido'nun felsefesinin güzelliği ve transandantal meditasyon deneyimleriniz hakkında konuştunuz. Öğleden sonra bir arkadaşınız sizi haftasonu Bungee Jumping yapmaya çağırdı, seve seve kabul ettiniz. İş çıkışı soluğu bir Lübnan lokantasında alıp bölgeye özel düğün yemeklerinden yediniz. Ardından Afrika masklarıyla donatılmış bir reggae bara gidip tepindiniz ve bu sırada canınız da rakı çektiği için ayak üstü iki duble rakı attınız. Evinize dönüp biraz sakinleşmek adına Kızılderili ağıtları dinlerken Şilili bir yazarın kendi köyünü anlattığı romanını okudunuz ve uykuya daldınız.
Böyle bir günden sonra nasıl rüyalar görürsünüz acaba?
Tamam, örnek özellikle abartılmış olsa da, oldukça kalabalık bir toplumsal grubun az ya da çok böyle bir kültürel atmosfer içinde yaşadığını iddia edemez miyiz sayın eyyamcılar? Kültürel zenginlik ve farklı kaynaklardan beslenmek ne kadar güzel olursa olsun; her kültürden ya da her durumdan parça parça birşeyler alıp onları bağlamlarından kopararak anlamlarını yok etmiyor muyuz? Mesela 'bungee jumping' yapanlar, özgün kültürel anlamı olan gençlerin erkekliklerini ispatlama ayini olarak mı yapıyorlar? İşte, eyyam tam da budur!
Kültürün eyyam olduğu yerde; dostluklar da, aşklar da, işler de, düşünceler de külliyen eyyamdır sevgili sevgililer; çünkü her söz eyyam olmuştur. Modern insan bu gitgide fırıldaklaşan hayatın kimi zaman birbirine zıtlaşan seçeneklerini ancak eklektik bir yapıyla sindirebilir, zira seçenekler sınırsızdır ve birinin bir diğerinden farkı yoktur -çünkü anlamları boşaltılmıştır. Sembolik anlamlardaki bu körelme, doğal olarak her türlü insani ilişkiye de yansır: Bir dosttan kurtulmak, bir sevgiliyi bırakmak, bir arkadaşı satmak artık çok kolaydır. Çünkü Eyyam Çağı'nda her insan bir diğer için ikamedir ve onların yerine gelenler de aynen selefleri gibi ikame olacaklardır. İş hayatından, Facebook ve MSN listelerine kadar onlarca eyyam arkadaşlığımız vardır: Orada dururlar ve onların olmaları ya da olmamaları, silinmeleri ya da durmaları hayatımız için bir fark yaratmaz. Biz de onlar için aynı durumdayızdır; onlar da bize aynı kayıtsızlıkla sahiptir. Eyyam, samimiyetsizlik uzlaşmasıdır!
King Crimson'ın 21st Century's Schizoid Man şarkısının dengesiz ruh hali, normalleşme sürecinde eyyama sığınmak zorundadır. 19 ve 20.yy'ın sentezleri artık öldü! Bu vefattan dolayı, sözgelimi hem Marksizm'i haklı buluyor, hem de yetişmenizden kaynaklanan bir dindarlığı hafif ölçüde benimsiyorsanız; bunu artık İslami sosyalizm gibi bütünleştirici bir sentezle değil; her iki durumu ayrı ayrı yaşayacağınız eyyamik bir normalleşme ile ifade edeceksiniz demektir. Ne tam olarak Marksist olabilirsiniz, ne de dindar... Eyyam Çağı'nın entelcedeki karşılığı olan postmodern durum buna olanak vermekle kalmaz, bu eyyamı teşvik de eder.
Şimdi karamsar bir madde gibi gözükse de, sözlükçü olarak görevimiz toplumsal eleştiriye de katkıda bulunmaktır. Eyyamsızlık mümkün müdür? Bu sözlük size yanıt veremez ama en azından denenebileceğini iddia edebilir. Müstesna olan sizi eyyamdan kurtarabilir; çünkü onunla eyyam ilişkisi içinde olmayı içinize sindiremezsiniz.
Öte yandan birisi de çıkıp burada eyyam hakkında yazan her şeyin eyyam olduğunu iddia edebilir. Ki eyyam, kaçınılmaz olarak güvensizliği beraberinde getirir ve en büyük belası da bu tuhaf döngüdür: "Ya bunun ardında daha büyük bir eyyam, daha büyük bir orospu çocukluğu varsa?" (İşte risk kavramının anlamını da, günümüzde kökten değiştiren gerekçe de budur.)
Hepinize eyyamsız günler dilerken, sizi Fuzuli'nin Şikayetname'sinin coverıyla başbaşa bırakıyorum:
Huzurlarına gitdüm, bir cem gördüm.
Hikayetleri perişan, ne safadan anda eser ve ne sıdkdan nişan var.
Selam verdüm, eyyam değildür deyu almadılar.
Hükm gösterdüm, faidesizdür deyu mültefit olmadılar.
Zahirde sûret-i itaat gösterdiler, amma zeban-ı hal ile cemi sualüme cevab verdiler.
Uçmak
(I)
Soğdca. İsim.
1- Cennet. Örnek: "9'ncu yüzyıla kadar ipek yolu üzerinde konuşulan en önemli dil olan ama Soğdların gitgide daha çok Türklerin arasında kalmaları ve Türkçe konuşmaya başlamaları ile önemini kaybeden ve hatta sonunda tamamen kaybolan Soğdça'da cennete uçmak, cehenneme tamu denirmiş."
2- Soğdça ne lan? Örnek: "Şu an uçmakta olan bir dil."
(II)
Türk malı. Yüklem.
1- Kuş, tavuk, melek, kanatlı böcek vb. varlıklarda müşahade edilen, hareketli kanatlar yardımıyla havada düşmeden durmak, havada yol almak. Örnek: "Uçuyorum."
2- Uçak, helikopter, bal mumu vb. araçlar özel mekanizma ile yerden yükselmek, havada yol almak. Örnek: "Uçuyorum."
3- Sıvı, gaz veya buhar durumuna geçmek, moleküllerin aralarının limoni olmaya başlamaları ve hatta birbirlerine küsmeleri sonucu hal değiştirmek. Örnek: "Uçuyorum."
4- Rengi solmak, rengi atmak, Rengin Gökmen. Örnek: "Uçuyorum."
5- Rüzgar, rakı, şiir, aşk veya başka bir itici güçle yerinden ayrılıp uzağa gitmek. Örnek: "Uçuyorum."
6- Merdivenden, damdan, çatıdan, kendinden düşmek; yere kapaklanmak, kapak olmak. Örnek: "Uçuyorum."
7- Belirmek, belermek, bellenmek, Belize. Örnek: "Uçuyorum."
8- Patlayıcı madde ile parçalanmak. Örnek: "Uçuyorum."
9- Uçar gibi dalgalanmak, sonra durulmak, sonra yine dalgalanmak. Örnek: "Uçuyorum."
10- Süpersonik hızda gitmek, nöronların ultra hızda yanmalar yapması. Örnek: "Uçuyorum."
11- Hava ya da Havva yolu ile gitmek. Örnek: "Uçuyorum."
12- Mecaz. Yok olmak, bok olmak, sağdan - soldan - ortadan kaybolmak. Örnek: "Uçuyorum."
13- Mecaz. Çok sevinmek, acayip mutlu olmak, pozitif anlamda "Ayy inannnmıyoruuum" kıvamına gelmek. Örnek: "Uçuyorum."
14- Argo. Keyif verici veya uyuşturucu veya uyumluşturucu madde aldıktan sonra hayal alemine dalıp gitmek, misss gibi olmak, kilitli konuma geçmek, kafanın bir ton olması, kafayı bulma yolları. Örnek: "Uçuyorum."
15- Şaka yollu -kimi zaman edepsizce. Aşırılmak, yürütülmek, hacılanmak, cümleten tırtıklanmış olmak. Örnek: "Uçuyorum."
16 - Din. Dini inanışa göre ruhun yaşarken geçici olarak, ölümden sonra da temelli göğe yükselmesi. Örnek: "Uçuyorum."
Soğdca. İsim.
1- Cennet. Örnek: "9'ncu yüzyıla kadar ipek yolu üzerinde konuşulan en önemli dil olan ama Soğdların gitgide daha çok Türklerin arasında kalmaları ve Türkçe konuşmaya başlamaları ile önemini kaybeden ve hatta sonunda tamamen kaybolan Soğdça'da cennete uçmak, cehenneme tamu denirmiş."
2- Soğdça ne lan? Örnek: "Şu an uçmakta olan bir dil."
(II)
Türk malı. Yüklem.
1- Kuş, tavuk, melek, kanatlı böcek vb. varlıklarda müşahade edilen, hareketli kanatlar yardımıyla havada düşmeden durmak, havada yol almak. Örnek: "Uçuyorum."
2- Uçak, helikopter, bal mumu vb. araçlar özel mekanizma ile yerden yükselmek, havada yol almak. Örnek: "Uçuyorum."
3- Sıvı, gaz veya buhar durumuna geçmek, moleküllerin aralarının limoni olmaya başlamaları ve hatta birbirlerine küsmeleri sonucu hal değiştirmek. Örnek: "Uçuyorum."
4- Rengi solmak, rengi atmak, Rengin Gökmen. Örnek: "Uçuyorum."
5- Rüzgar, rakı, şiir, aşk veya başka bir itici güçle yerinden ayrılıp uzağa gitmek. Örnek: "Uçuyorum."
6- Merdivenden, damdan, çatıdan, kendinden düşmek; yere kapaklanmak, kapak olmak. Örnek: "Uçuyorum."
7- Belirmek, belermek, bellenmek, Belize. Örnek: "Uçuyorum."
8- Patlayıcı madde ile parçalanmak. Örnek: "Uçuyorum."
9- Uçar gibi dalgalanmak, sonra durulmak, sonra yine dalgalanmak. Örnek: "Uçuyorum."
10- Süpersonik hızda gitmek, nöronların ultra hızda yanmalar yapması. Örnek: "Uçuyorum."
11- Hava ya da Havva yolu ile gitmek. Örnek: "Uçuyorum."
12- Mecaz. Yok olmak, bok olmak, sağdan - soldan - ortadan kaybolmak. Örnek: "Uçuyorum."
13- Mecaz. Çok sevinmek, acayip mutlu olmak, pozitif anlamda "Ayy inannnmıyoruuum" kıvamına gelmek. Örnek: "Uçuyorum."
14- Argo. Keyif verici veya uyuşturucu veya uyumluşturucu madde aldıktan sonra hayal alemine dalıp gitmek, misss gibi olmak, kilitli konuma geçmek, kafanın bir ton olması, kafayı bulma yolları. Örnek: "Uçuyorum."
15- Şaka yollu -kimi zaman edepsizce. Aşırılmak, yürütülmek, hacılanmak, cümleten tırtıklanmış olmak. Örnek: "Uçuyorum."
16 - Din. Dini inanışa göre ruhun yaşarken geçici olarak, ölümden sonra da temelli göğe yükselmesi. Örnek: "Uçuyorum."
Melamet
Arapça. İsim.
1- Kınama, ayıplama. Örnek: "Melamet eyle benliğine, melanetle iştigal edeceğine!"
2- Azarlama, Az arlama, girişme, çıkışma. Örnek (Çelişkili) : "Yahu kızım, sen adam olmayacak mısın!"
3- Uzun bir yazı olacak bu, zira mevzu derin. Ayrıca a'nın üstünde inceltme işareti var, derin olduğu kadar ince de bir mevzu. Örnek: "Melâmet".
Araplar bu kelimeyi gündelik hayatta ne halt etmeye kullanıyorlar bilinmez, ama muhtemelen anlamının 12.yy'da külliyen değiştiğinin farkındadırlar. (Ya da keşke farkında olsalardı!)
12-15.yy'lar arası, Horasan, Irak ve Anadolu'yu kapsama alanına dahil eden bir takım felsefi hareketlerin serpildiği tuhaf vakitlerdi yeminle, sevgili mutasavvıflar. Haçlı Seferleri'yle başlayan dallamalıklar sürecinin, Moğol istilası ile krem şokela kıvamına gelmesiyle ilgili olsa gerek; İslam felsefesi ve tasavvuf içindeki görüşler çeşitlendi, ortaya karışık oldu.
İşte melamet de bu kale önü karambolunde kökten değişen kavramlardan birisidir. Abdülbaki Gölpınarlı, Tasavvuftan Dilimize Geçen Deyimler ve Atasözleri kitabında Melami (Melamiyye ya da Melametiyye diye de anılır) görüşünün ortaya çıkışını; kendilerine özel tekkelere kapanıp, özel giyim kuşam ve zikir ayinleriyle halktan kopan tasavvuf ehlini eleştiren dervişlere bağlıyor. Bu dervişler, böylesi bir ayrışmayı hem İslam'a hem de tasavvufa aykırı bulurlar. Eh doğal olarak da tekkeyi bekleyip çorbayı içen zerzevat tarafından kınanırlar.
"Vay siz misiniz bizi kınayan? Ne de iyi yaptınız!" diyen Melamiler; belirli bir kurumun çatısı altında semirmektense yaptıkları iyilikleri saklamayı, kötü hareketlerini ise gizlememeyi -aksine ifşa edip daha fazla kınanmayı- tercih etmişlerdir. Daha sonraları ortaya çıkan Kalenderilik, Cevlakilik, Haydarilik, Mevlevilik ve Bektaşilik gibi tarikatlarin özünde Melametiyye'nin görüşleri yatar.
Konuya ucundan kıyısından bulaşmış zehir okuyucuların dikkatinden kaçmayacağı üzere; yukarıda anılan tarikatlerin hepsi, ortodoks İslam'la çelişen, onlarla kavgalı olan (Bugün İslamcılar Mevlana'yı, onu hakkıyla anlayamadıkları için seviyorlar) görüşlerdir. Meşrep maddesinde bozuk-meşrepli olarak geçen hale girmeden, melamet kavramı anlaşılamaz. Bundan dolayıdır ki teolojik olarak Allah'ın erişelebilir olup olmaması üzerinde temellenen tartışma, 16.yy.da Yavuz Sultan Selim'in politik baskısıyla "uç" görüşlerin silinmesiyle doruğa ulaşmıştır. Bundan paçayı sıyıran yegane iki tarikat ise, Mevlevilik ve Bektaşilik olmuştur.
İmdi (Lan gaza geldim yeminle), aranızda "Bütün bu ansiktiğimininlopedik geyiklerini geç bir kalem" diyecek olan Kalenderiler çıksa; onlara gönül rahatlığıyla, "Hırka melametse, fırka melanetse" diyebilirsiniz.
Melamet hırkasını giyenlere gelince; nazarımda proto-şerefsiz olan bu dervişlerin asıl gayesi; kendi benliklerinin aşağılanmasını sağlayıp tasavvufta kesret denilen ikiliği yaratan benliği alaşağı etmek ve vahdete (yani Allah'ın birliğine) bu yolla ulaşmaktır. Zira kibir (gurur, büyüklük taslama) hastalığından korunmanın yegane yolu, her daim bir eksikliğin varmış gibi davranmak, kimi zamansa kınanacak özelliklerini ifşa etmektir. Melamiliğe göre, ancak bu sayede insan benliğinin vehminden, kendini büyük görmekten kurtulabilir. Tanrı'yı gökte zannederek merdiven ucuna merdiven ekleyip tırmanmak için kıçını yırtacağına, eğil de çamura bak! Belki de aradığın cevher oradadır!
Ancak bir noktayı da açmak gerekir: Bu kınanma, kendini kötü gösterme çabası tam anlamıyla yumuşak huyluluğu getirmiyordu. Melamiyye mensupları kendi benliğini ayıplamayı savunurken; sistemi, yöneticileri ve halkı eleştirme konusunda da oldukça dobra olagelmişler, gördükleri yanlışlıkları ifade konusunda sözlerini sakınmamışlardır.
Evet, modern hayatın bize dayattıklarına tamamen aykırı bir görüştür bu. Kendimize güvenmeliyiz; kendimizi satmalıyız; en bir süper, en bir şahane, en bir fantastiş biz olmalıyız değil mi! İşte bunun diğerleriyle yarışma, kendimizi ispatlama ve üstün görme derdinden kaynaklandığını söyler melamet kavramı. Zira o ihtişamlı benliğin, zayıf düşülen bir anda nasıl olup da çaresiz gözyaşlarına döndüğünü açıklayacak kuramlar olsa da; modern tıbbın olanakları bunun kalıcı bir çözümünü sunmaz, insana Xanax ya da Valium verir, ya da Kendini-Değerli-Hissettirme-Terapisi uygular. Ancak kalıcı çözüm, sizin kendinize biçeceğiniz urbadadır. (Mesnevi'yi denediniz mi? Mesnevi... Gerçek huzurun adresi. Tüm kitapçılarda. Israrla isteyiniz! Israrınız sonuç vermezse kitapçıyı dövün, hiç olmadı öyle rahatlarsınız.)
Tekrar geriye saracak olursak; Melametiyye erbabı halk içinde cura çekip, cascavlak dolaşmışlar; en nihayetinde de kınanmayı, kendi benliklerine uygun görmüşlerdir. Gittikleri köylerde dilenirken; peşlerinden koşan çocuklar tarafından aşağılanmak ve hatta taşlanmak, melamet derdine düşenler için en büyük rütbedir.
Ahmet T. Karamustafa'nın Tanrının Kuraltanımaz Kulları kitabında, toplumsal kuralları yadsıyan ve kimi zaman zındık olarak bile nitelenebilen bu dervişlerden bazılarının (özellikle Kalenderiler ve Haydariler) köy meydanına sıçmaktan, ulu orta birbirleriyle cinsel ilişkiye girmeye kadar pek çok "ayıplanası" işi yaptıkları ifade edilir. Bu tavırların yarattığı hoşnutsuzluktan dolayı, kimi hükümdarlar tarafından ara ara kellelerinin alındığı da olmuştur. Ki bu kelle alma işinde, dini aracılığıyla iktidarı kullanan şeyhülislamların ve bazı etkili mürşidlerin de parmağı vardır.
Temaşa maddesinde bahsi geçen dizelerin öncesinde Nesimi der ki:
Ben melanet hırkasını kendim giydim eynine
Ar-u namus şişesini taşa çaldım kime ne!
Eh bize de buradan İsmail-i Maşuki'nin sözlerini terennüm etmek düşer:
Terk edip nam-u nişagnı giy melanet hırkasın,
Bu melanet hırkasında nice sultan gizlidir.
(Açıkçası böyle bir madde yapmanın zamanı eninde sonunda gelecekti ama benden önce davranan bir arkadaş, "Melamet isterük!" dediği için, bunu istek maddesi olarak kabul ediyorum. Teşekkürler.)
1- Kınama, ayıplama. Örnek: "Melamet eyle benliğine, melanetle iştigal edeceğine!"
2- Azarlama, Az arlama, girişme, çıkışma. Örnek (Çelişkili) : "Yahu kızım, sen adam olmayacak mısın!"
3- Uzun bir yazı olacak bu, zira mevzu derin. Ayrıca a'nın üstünde inceltme işareti var, derin olduğu kadar ince de bir mevzu. Örnek: "Melâmet".
Araplar bu kelimeyi gündelik hayatta ne halt etmeye kullanıyorlar bilinmez, ama muhtemelen anlamının 12.yy'da külliyen değiştiğinin farkındadırlar. (Ya da keşke farkında olsalardı!)
12-15.yy'lar arası, Horasan, Irak ve Anadolu'yu kapsama alanına dahil eden bir takım felsefi hareketlerin serpildiği tuhaf vakitlerdi yeminle, sevgili mutasavvıflar. Haçlı Seferleri'yle başlayan dallamalıklar sürecinin, Moğol istilası ile krem şokela kıvamına gelmesiyle ilgili olsa gerek; İslam felsefesi ve tasavvuf içindeki görüşler çeşitlendi, ortaya karışık oldu.
İşte melamet de bu kale önü karambolunde kökten değişen kavramlardan birisidir. Abdülbaki Gölpınarlı, Tasavvuftan Dilimize Geçen Deyimler ve Atasözleri kitabında Melami (Melamiyye ya da Melametiyye diye de anılır) görüşünün ortaya çıkışını; kendilerine özel tekkelere kapanıp, özel giyim kuşam ve zikir ayinleriyle halktan kopan tasavvuf ehlini eleştiren dervişlere bağlıyor. Bu dervişler, böylesi bir ayrışmayı hem İslam'a hem de tasavvufa aykırı bulurlar. Eh doğal olarak da tekkeyi bekleyip çorbayı içen zerzevat tarafından kınanırlar.
"Vay siz misiniz bizi kınayan? Ne de iyi yaptınız!" diyen Melamiler; belirli bir kurumun çatısı altında semirmektense yaptıkları iyilikleri saklamayı, kötü hareketlerini ise gizlememeyi -aksine ifşa edip daha fazla kınanmayı- tercih etmişlerdir. Daha sonraları ortaya çıkan Kalenderilik, Cevlakilik, Haydarilik, Mevlevilik ve Bektaşilik gibi tarikatlarin özünde Melametiyye'nin görüşleri yatar.
Konuya ucundan kıyısından bulaşmış zehir okuyucuların dikkatinden kaçmayacağı üzere; yukarıda anılan tarikatlerin hepsi, ortodoks İslam'la çelişen, onlarla kavgalı olan (Bugün İslamcılar Mevlana'yı, onu hakkıyla anlayamadıkları için seviyorlar) görüşlerdir. Meşrep maddesinde bozuk-meşrepli olarak geçen hale girmeden, melamet kavramı anlaşılamaz. Bundan dolayıdır ki teolojik olarak Allah'ın erişelebilir olup olmaması üzerinde temellenen tartışma, 16.yy.da Yavuz Sultan Selim'in politik baskısıyla "uç" görüşlerin silinmesiyle doruğa ulaşmıştır. Bundan paçayı sıyıran yegane iki tarikat ise, Mevlevilik ve Bektaşilik olmuştur.
İmdi (Lan gaza geldim yeminle), aranızda "Bütün bu ansiktiğimininlopedik geyiklerini geç bir kalem" diyecek olan Kalenderiler çıksa; onlara gönül rahatlığıyla, "Hırka melametse, fırka melanetse" diyebilirsiniz.
Melamet hırkasını giyenlere gelince; nazarımda proto-şerefsiz olan bu dervişlerin asıl gayesi; kendi benliklerinin aşağılanmasını sağlayıp tasavvufta kesret denilen ikiliği yaratan benliği alaşağı etmek ve vahdete (yani Allah'ın birliğine) bu yolla ulaşmaktır. Zira kibir (gurur, büyüklük taslama) hastalığından korunmanın yegane yolu, her daim bir eksikliğin varmış gibi davranmak, kimi zamansa kınanacak özelliklerini ifşa etmektir. Melamiliğe göre, ancak bu sayede insan benliğinin vehminden, kendini büyük görmekten kurtulabilir. Tanrı'yı gökte zannederek merdiven ucuna merdiven ekleyip tırmanmak için kıçını yırtacağına, eğil de çamura bak! Belki de aradığın cevher oradadır!
Ancak bir noktayı da açmak gerekir: Bu kınanma, kendini kötü gösterme çabası tam anlamıyla yumuşak huyluluğu getirmiyordu. Melamiyye mensupları kendi benliğini ayıplamayı savunurken; sistemi, yöneticileri ve halkı eleştirme konusunda da oldukça dobra olagelmişler, gördükleri yanlışlıkları ifade konusunda sözlerini sakınmamışlardır.
Evet, modern hayatın bize dayattıklarına tamamen aykırı bir görüştür bu. Kendimize güvenmeliyiz; kendimizi satmalıyız; en bir süper, en bir şahane, en bir fantastiş biz olmalıyız değil mi! İşte bunun diğerleriyle yarışma, kendimizi ispatlama ve üstün görme derdinden kaynaklandığını söyler melamet kavramı. Zira o ihtişamlı benliğin, zayıf düşülen bir anda nasıl olup da çaresiz gözyaşlarına döndüğünü açıklayacak kuramlar olsa da; modern tıbbın olanakları bunun kalıcı bir çözümünü sunmaz, insana Xanax ya da Valium verir, ya da Kendini-Değerli-Hissettirme-Terapisi uygular. Ancak kalıcı çözüm, sizin kendinize biçeceğiniz urbadadır. (Mesnevi'yi denediniz mi? Mesnevi... Gerçek huzurun adresi. Tüm kitapçılarda. Israrla isteyiniz! Israrınız sonuç vermezse kitapçıyı dövün, hiç olmadı öyle rahatlarsınız.)
Tekrar geriye saracak olursak; Melametiyye erbabı halk içinde cura çekip, cascavlak dolaşmışlar; en nihayetinde de kınanmayı, kendi benliklerine uygun görmüşlerdir. Gittikleri köylerde dilenirken; peşlerinden koşan çocuklar tarafından aşağılanmak ve hatta taşlanmak, melamet derdine düşenler için en büyük rütbedir.
Ahmet T. Karamustafa'nın Tanrının Kuraltanımaz Kulları kitabında, toplumsal kuralları yadsıyan ve kimi zaman zındık olarak bile nitelenebilen bu dervişlerden bazılarının (özellikle Kalenderiler ve Haydariler) köy meydanına sıçmaktan, ulu orta birbirleriyle cinsel ilişkiye girmeye kadar pek çok "ayıplanası" işi yaptıkları ifade edilir. Bu tavırların yarattığı hoşnutsuzluktan dolayı, kimi hükümdarlar tarafından ara ara kellelerinin alındığı da olmuştur. Ki bu kelle alma işinde, dini aracılığıyla iktidarı kullanan şeyhülislamların ve bazı etkili mürşidlerin de parmağı vardır.
Temaşa maddesinde bahsi geçen dizelerin öncesinde Nesimi der ki:
Ben melanet hırkasını kendim giydim eynine
Ar-u namus şişesini taşa çaldım kime ne!
Eh bize de buradan İsmail-i Maşuki'nin sözlerini terennüm etmek düşer:
Terk edip nam-u nişagnı giy melanet hırkasın,
Bu melanet hırkasında nice sultan gizlidir.
(Açıkçası böyle bir madde yapmanın zamanı eninde sonunda gelecekti ama benden önce davranan bir arkadaş, "Melamet isterük!" dediği için, bunu istek maddesi olarak kabul ediyorum. Teşekkürler.)
Sözlük
Türk Malı. İsim.
1- Bir dilin bütün veya belli bir çağda, bütün ya da belli zümrelerce kullanılmış kelime, deyim ve deneyimlerini, kimi zaman alfabe kimi zamansa albeni sırasına göre alarak tanımlarını yapan, açıklayan, başka dillerdeki karşılıklarını veren, başka gönüllerdeki karışıklıklarını alan eser, lügat. Örnek: "Alfabetik sıraya göre kelimelerin karşılıklarını geniş bir biçimde veren, özel adları da içine alan sözlük türüne ansiklopedik sözlük dendiğini duyunca bir yaşıma daha girdim. Hayatımızı boşa geçirmişiz Vehbi abi!"
2- Sözlerin saklandığı kap kacak, çanak çömlek. Örnek: "Yokluğunda sana bir takım sözler hazırlamıştım; geç gelince buzdolabına koydum. Orda sebzeliğin yanındaki sözlükte olacaklar!"
Her dilin kendine has inceliklerini öğrenmemizi sağlayan aygıta halk arasında "sözlük" denir sevgili sözcüler. Sözlük şundan dolayı önemlidir: Bize ortak bellekte biriken ganimetler kadar, dehlizlere saklanmış birikimleri de sunarak kültürel bir alanın haritasını çizerler. Siz bildiğiniz kelimelerin toplamından fazla olsanız da, inceliğinizi belirleyen yegane araç bildiğiniz sözler ve bunları birbirlerine bağlama biçimlerinizdir.
Fakat, her ne kadar, Wittgenstein gibi insanın evinin dili olduğunu iddia ederseniz edin, hayat içinde söze gelmeyen kimi durumlar vardır -ki dilsiz olmayı tercih edersiniz. Benim şahsen ettiğim anlar oldu, ama hayatını sözlere bağlamış ve söz sarf etmediğinde delirir bir insan olduğum içimde tutamadım, sağlık olsun. Diyojen'in "Akıllı bir insana rastladığınız mı?" sorusuna verdiği "Henüz konuşmayana rastlamadım!" yanıtını düşünecek olursak; demek ki daha hepimizin alacak yolu var!
Bu bahsi kapatırken pek muhterem bir musiki cemiyeti olan Depeche Mode'un bir şarkısında göynümüzü nasıl da titrettiğine dikkat çekmek isterim:
Words like violence
Break the silence
Come crashing in
Into my little world
Painful to me
Pierce right through me
Cant you understand
Oh my little girl
All I ever wanted
All I ever needed
Is here in my arms
Words are very unnecessary
They can only do harm
Vows are spoken
To be broken
Feelings are intense
Words are trivial
Pleasures remain
So does the pain
Words are meaningless
And forgettable
All I ever wanted
All I ever needed
Is here in my arms
Words are very unnecessary
They can only do harm
Meali ise dil dönüp devir yaptığı şekilde şöyledir:
Sözler yemin billah zulüm gibi
Kırarlar şu tatlı, hoş suküneti,
Ah yok mu o müstesna ve cüzi
Dünyama mütecaviz sirayetleri;
Aynen etime batıyor gibi yavrum
Anlamıyor musun lan, mal mısın!
Hayatta neye meyil duymuş isem,
Ve hatta neye tamah etmiş isem,
Hepiciği kollarımda lan zaten!
Kelimeler külliyen kifayetsiz,
Lafazanlıktan hayır gelmez bebeem
Ahde vefa kalmasa da alemde,
Hisler her zaman kuvvetlidir.
Ah o şirin, tatlı dillerin yok mu,
Yeminle nah şu yüreğime oturuyor!
Sonra o sözlerin götümde patlıyor.
Kelimeler kifayetsiz dedim,
Ve insan evladı şerefsiz!
Hayatta neye meyil duymuş isem,
Ve hatta neye tamah etmiş isem,
Hepiciği kollarımda lan zaten!
Kelimeler külliyen kifayetsiz,
Lafazanlıktan hayır gelmez bebeem
1- Bir dilin bütün veya belli bir çağda, bütün ya da belli zümrelerce kullanılmış kelime, deyim ve deneyimlerini, kimi zaman alfabe kimi zamansa albeni sırasına göre alarak tanımlarını yapan, açıklayan, başka dillerdeki karşılıklarını veren, başka gönüllerdeki karışıklıklarını alan eser, lügat. Örnek: "Alfabetik sıraya göre kelimelerin karşılıklarını geniş bir biçimde veren, özel adları da içine alan sözlük türüne ansiklopedik sözlük dendiğini duyunca bir yaşıma daha girdim. Hayatımızı boşa geçirmişiz Vehbi abi!"
2- Sözlerin saklandığı kap kacak, çanak çömlek. Örnek: "Yokluğunda sana bir takım sözler hazırlamıştım; geç gelince buzdolabına koydum. Orda sebzeliğin yanındaki sözlükte olacaklar!"
Her dilin kendine has inceliklerini öğrenmemizi sağlayan aygıta halk arasında "sözlük" denir sevgili sözcüler. Sözlük şundan dolayı önemlidir: Bize ortak bellekte biriken ganimetler kadar, dehlizlere saklanmış birikimleri de sunarak kültürel bir alanın haritasını çizerler. Siz bildiğiniz kelimelerin toplamından fazla olsanız da, inceliğinizi belirleyen yegane araç bildiğiniz sözler ve bunları birbirlerine bağlama biçimlerinizdir.
Fakat, her ne kadar, Wittgenstein gibi insanın evinin dili olduğunu iddia ederseniz edin, hayat içinde söze gelmeyen kimi durumlar vardır -ki dilsiz olmayı tercih edersiniz. Benim şahsen ettiğim anlar oldu, ama hayatını sözlere bağlamış ve söz sarf etmediğinde delirir bir insan olduğum içimde tutamadım, sağlık olsun. Diyojen'in "Akıllı bir insana rastladığınız mı?" sorusuna verdiği "Henüz konuşmayana rastlamadım!" yanıtını düşünecek olursak; demek ki daha hepimizin alacak yolu var!
Bu bahsi kapatırken pek muhterem bir musiki cemiyeti olan Depeche Mode'un bir şarkısında göynümüzü nasıl da titrettiğine dikkat çekmek isterim:
Words like violence
Break the silence
Come crashing in
Into my little world
Painful to me
Pierce right through me
Cant you understand
Oh my little girl
All I ever wanted
All I ever needed
Is here in my arms
Words are very unnecessary
They can only do harm
Vows are spoken
To be broken
Feelings are intense
Words are trivial
Pleasures remain
So does the pain
Words are meaningless
And forgettable
All I ever wanted
All I ever needed
Is here in my arms
Words are very unnecessary
They can only do harm
Meali ise dil dönüp devir yaptığı şekilde şöyledir:
Sözler yemin billah zulüm gibi
Kırarlar şu tatlı, hoş suküneti,
Ah yok mu o müstesna ve cüzi
Dünyama mütecaviz sirayetleri;
Aynen etime batıyor gibi yavrum
Anlamıyor musun lan, mal mısın!
Hayatta neye meyil duymuş isem,
Ve hatta neye tamah etmiş isem,
Hepiciği kollarımda lan zaten!
Kelimeler külliyen kifayetsiz,
Lafazanlıktan hayır gelmez bebeem
Ahde vefa kalmasa da alemde,
Hisler her zaman kuvvetlidir.
Ah o şirin, tatlı dillerin yok mu,
Yeminle nah şu yüreğime oturuyor!
Sonra o sözlerin götümde patlıyor.
Kelimeler kifayetsiz dedim,
Ve insan evladı şerefsiz!
Hayatta neye meyil duymuş isem,
Ve hatta neye tamah etmiş isem,
Hepiciği kollarımda lan zaten!
Kelimeler külliyen kifayetsiz,
Lafazanlıktan hayır gelmez bebeem
Rakı
Arapça. İsim
1- Üzüm, incir, erik, armut ve ayı gibi meyvelerin alkolle mayalanarak damıtılmasıyla elde edilen içki. Örnek: "Son iki haftadır sipor salonunda düzenli olarak sipor yaptığım için, sadece bir kez, bir arkadaşın düğününde rakı içebildim. Çok özledim lan, balık rakıyı!"
2- Aslan sütü. Bugünlerde aslan sağmak zorlaştığı için, kaçak zürafa sağımıyla elde edilenlere de rastlanıyor. Örnek: "Kollarının tutulduğunu biliyorum ama daha sağılacak on tane zürafa var. Acı yok Rakı, acı yok!"
Yaklaşık on yıldır düzenli rakı içen bir insan olarak, son iki haftamın garip geçtiğini ifade ederek söze başlamak istiyorum. Ardından da size şunu soruyorum: "Neden insanlar belli bir yaştan sonra rakıya başlarlar?" Ve edepsizlik edip yanıtı kendim veriyorum: "Çünkü insanın aklı belirli bir yaştan sonra tam olarak yerine gelir!"
Aklı olan rakı içer; çünkü rakı güzeldir, şıktır, efendi bir içkidir, hacmen yüzde kırkbeştir (AKP'den biraz az), kalender meşreptir, candır ve hatta canandır. Her şeyden öte, bir insanı tanımak istiyorsanız onunla rakı içmeniz gerekir! (Beraber seyahata çıkmaktan daha ucuz, aynı evde yaşamaktan daha az riskli.) Zira Hayyam'ın şarap için buyurduğu, rakı için on misli geçerlidir derim, başka da birşey demem. Dersem de sağılmış zürafalar kovalasın beni! Şunu diyor Hayyam Baba: "Ben aslında sarhoşum, içtikçe ayılırım."
"Birisini tanımak için rakı içmek mi?" gibisinden gözlerle bakanları esefle karşılamaktan imtina etmeyecek kadar rakıya güveniyorum. Gallopu sağlamdır, son düzlükte açık ara fark atar, fotofinişe hayatta gerek kalmaz: "Bas bas paraları rakıya, bi'daha mı gelecez dünyaya!" (Bir aralar, "Valla sadece rakı parası için çalışıyorum" diyordum.)
Zira insan evladı olarak, bütün dertlerimizi, gündelik öfkelerimizi içimize atar; hiçbir şey yokmuş gibi davranırız. Buna bir de modern hayatın aşırı uygar insan ilişkileri eklenince hepimiz pasif agresif bir ruh hali içine girip, biriktirdikçe biriktiririz. Rakı, içimizdeki potansiyel öfkeyi kinetik hiddete dönüştüren masum bir araçtır. İçkiye suç bulmayın; saldırganlığınızın sorumlusu içinizde birikenlerdir; oysa akan su pislik tutmaz!
Erdem yolunda olan insan sapıtsa bile rakı içmeye devam etmelidir. Ne zamana kadar? Kendinize dönüp bakmanızı sağlayacak bir vicdana ve bir sonrakinde öncekindeki sapıtmayı gerçekleştirmemeye çalışacağınız bir iradeye sahipseniz, içtiğiniz halde sapıtmayana kadar. Peki, içtiğiniz halde sapıtmayacağınız durum nedir? İçinize dert atmadığınızda, o ana kadar tattığınız dünya nimetlerine şükredip tamahı bıraktığınızda, saydam olmaya başladığınızda, benliğinizi büyütmekten vazgeçtiğinizde, size söylenen her şeyi öyle ya da böyle kişiliğinize yapılan bir saldırı olarak algılamamayı öğrendiğinizde sapıtmayı da bırakırsınız. Ancak o zaman, rakı için ya da içmeyin alınganlaşmadığınızı ve hatta saldırganlaşmadığınızı göreceksiniz. Bundan dolayıdır ki Bektaşi dervişleri rakı içmeye, demlenmek (Dem, hem soluk hem de zaman anlamlarına gelir. Aynı zamanda bir yemeğin hamdım piştim oldum sürecidir.) demişlerdir.
Eskiler "Rakı muhabbet içkisidir" derler. (Rakıya arak diyen insanlar da bunlardı.) Rakının en önemli mezesinin muhabbet olduğu doğrudur. Bundan dolayı tek başınıza içmeye kalktığınızda, içinizde ikinci bir kişiliği hazırda bulundurmanız gerekir. Hiç olmadı, muhabbete Zeki Müren'i, Müzeyyen Senar'ı ya da Safiye Ayla'yı çağırın. Ben arada Neyzen Tevfik'i çağırıyordum. Sohbeti baldan tatlıdır ama tek kötü yani içince laf sokmaya başlar. (Gerçi içmeden de sokuyor ama napalım onun da meşrebi bu.)
Rakı vesilesi ile, zamanında Burdur'un en kral rakı içicisi, naracısı ve kavgacısı olan dedem Del'Amad'ın (Okuşunu; Deli Ahmet)adını da rahmetle anmak istiyorum. Ankara'daki üniversite yıllarımda, yine benim gibi şerefsiz bir arkadaşımla rakı sonrasında 100.Yıl ve Karakusunlar mahallelerini turlayıp (bir nevi dedeye homage babında), "Var mı lan bana yan bakan! Tiyeeeyyt Allaaah!" ("Allah" derken "Tiyeeeyyt"teki yükselişin aksine, ses ve vurgu azalır) diyerek dolaştığımız oldu. Öğrenci ve memur semti olmasından mıdır bilinmez, perdeyi aralayıp kaçamak bir bakış fırlatanlar dışında ilgilenen olmadı. Bir Allah'ın kulu da, "N'oluyo oğlum, derdiniz nedir? Neden gece vakti böyle böğürüyorsunuz?" demedi. Derdibilinmez, Seveniyokseyfullahlar olarak harcadık yılları, iyi mi! Ne dayak yiyebildik, ne de adam dövebildik. Tesis vardı da, biz mi aletli jimnastikten kaçtık!
Rakı bahsi aslında bitmez, ama rakı böyle anlatılacak bir mefhum da değildir. Süper bir içkidir, Allah bu güzel beyaz bebeği kazara da olsa bulanlardan razı olsun.(Ateş seni çağırıyooo!) Ben asıl, içine ilk kez su karıştırdıklarında rengi beyaza dönünce yaşadıkları şaşkınlığın büyüklüğünü merak ediyorum!
Fakat her madde gibi bu maddenin de sonu var. (Korkmayın, sadece bu sözlükte.) Can Yücel'le bitirmek istememe rağmen -bunun çok alışıldık olacağı düşüncesiyle- kendini şair zanneden, dallama bir arkadaşımın dizeleriyle rakıyı bitiriyorum. Rakı masamın beleşçi müdavimlerinden Yaman Sert, "Güzellerden Güzel Beğen" isimli şiirinde şöyle diyor, sizi gidi leş gibi kokan alemciler:
Rakı güzeldir,
Sevmek daha da güzeldir.
Fakat şu hayatta en güzeli,
Rakıyı sevmektir!
1- Üzüm, incir, erik, armut ve ayı gibi meyvelerin alkolle mayalanarak damıtılmasıyla elde edilen içki. Örnek: "Son iki haftadır sipor salonunda düzenli olarak sipor yaptığım için, sadece bir kez, bir arkadaşın düğününde rakı içebildim. Çok özledim lan, balık rakıyı!"
2- Aslan sütü. Bugünlerde aslan sağmak zorlaştığı için, kaçak zürafa sağımıyla elde edilenlere de rastlanıyor. Örnek: "Kollarının tutulduğunu biliyorum ama daha sağılacak on tane zürafa var. Acı yok Rakı, acı yok!"
Yaklaşık on yıldır düzenli rakı içen bir insan olarak, son iki haftamın garip geçtiğini ifade ederek söze başlamak istiyorum. Ardından da size şunu soruyorum: "Neden insanlar belli bir yaştan sonra rakıya başlarlar?" Ve edepsizlik edip yanıtı kendim veriyorum: "Çünkü insanın aklı belirli bir yaştan sonra tam olarak yerine gelir!"
Aklı olan rakı içer; çünkü rakı güzeldir, şıktır, efendi bir içkidir, hacmen yüzde kırkbeştir (AKP'den biraz az), kalender meşreptir, candır ve hatta canandır. Her şeyden öte, bir insanı tanımak istiyorsanız onunla rakı içmeniz gerekir! (Beraber seyahata çıkmaktan daha ucuz, aynı evde yaşamaktan daha az riskli.) Zira Hayyam'ın şarap için buyurduğu, rakı için on misli geçerlidir derim, başka da birşey demem. Dersem de sağılmış zürafalar kovalasın beni! Şunu diyor Hayyam Baba: "Ben aslında sarhoşum, içtikçe ayılırım."
"Birisini tanımak için rakı içmek mi?" gibisinden gözlerle bakanları esefle karşılamaktan imtina etmeyecek kadar rakıya güveniyorum. Gallopu sağlamdır, son düzlükte açık ara fark atar, fotofinişe hayatta gerek kalmaz: "Bas bas paraları rakıya, bi'daha mı gelecez dünyaya!" (Bir aralar, "Valla sadece rakı parası için çalışıyorum" diyordum.)
Zira insan evladı olarak, bütün dertlerimizi, gündelik öfkelerimizi içimize atar; hiçbir şey yokmuş gibi davranırız. Buna bir de modern hayatın aşırı uygar insan ilişkileri eklenince hepimiz pasif agresif bir ruh hali içine girip, biriktirdikçe biriktiririz. Rakı, içimizdeki potansiyel öfkeyi kinetik hiddete dönüştüren masum bir araçtır. İçkiye suç bulmayın; saldırganlığınızın sorumlusu içinizde birikenlerdir; oysa akan su pislik tutmaz!
Erdem yolunda olan insan sapıtsa bile rakı içmeye devam etmelidir. Ne zamana kadar? Kendinize dönüp bakmanızı sağlayacak bir vicdana ve bir sonrakinde öncekindeki sapıtmayı gerçekleştirmemeye çalışacağınız bir iradeye sahipseniz, içtiğiniz halde sapıtmayana kadar. Peki, içtiğiniz halde sapıtmayacağınız durum nedir? İçinize dert atmadığınızda, o ana kadar tattığınız dünya nimetlerine şükredip tamahı bıraktığınızda, saydam olmaya başladığınızda, benliğinizi büyütmekten vazgeçtiğinizde, size söylenen her şeyi öyle ya da böyle kişiliğinize yapılan bir saldırı olarak algılamamayı öğrendiğinizde sapıtmayı da bırakırsınız. Ancak o zaman, rakı için ya da içmeyin alınganlaşmadığınızı ve hatta saldırganlaşmadığınızı göreceksiniz. Bundan dolayıdır ki Bektaşi dervişleri rakı içmeye, demlenmek (Dem, hem soluk hem de zaman anlamlarına gelir. Aynı zamanda bir yemeğin hamdım piştim oldum sürecidir.) demişlerdir.
Eskiler "Rakı muhabbet içkisidir" derler. (Rakıya arak diyen insanlar da bunlardı.) Rakının en önemli mezesinin muhabbet olduğu doğrudur. Bundan dolayı tek başınıza içmeye kalktığınızda, içinizde ikinci bir kişiliği hazırda bulundurmanız gerekir. Hiç olmadı, muhabbete Zeki Müren'i, Müzeyyen Senar'ı ya da Safiye Ayla'yı çağırın. Ben arada Neyzen Tevfik'i çağırıyordum. Sohbeti baldan tatlıdır ama tek kötü yani içince laf sokmaya başlar. (Gerçi içmeden de sokuyor ama napalım onun da meşrebi bu.)
Rakı vesilesi ile, zamanında Burdur'un en kral rakı içicisi, naracısı ve kavgacısı olan dedem Del'Amad'ın (Okuşunu; Deli Ahmet)adını da rahmetle anmak istiyorum. Ankara'daki üniversite yıllarımda, yine benim gibi şerefsiz bir arkadaşımla rakı sonrasında 100.Yıl ve Karakusunlar mahallelerini turlayıp (bir nevi dedeye homage babında), "Var mı lan bana yan bakan! Tiyeeeyyt Allaaah!" ("Allah" derken "Tiyeeeyyt"teki yükselişin aksine, ses ve vurgu azalır) diyerek dolaştığımız oldu. Öğrenci ve memur semti olmasından mıdır bilinmez, perdeyi aralayıp kaçamak bir bakış fırlatanlar dışında ilgilenen olmadı. Bir Allah'ın kulu da, "N'oluyo oğlum, derdiniz nedir? Neden gece vakti böyle böğürüyorsunuz?" demedi. Derdibilinmez, Seveniyokseyfullahlar olarak harcadık yılları, iyi mi! Ne dayak yiyebildik, ne de adam dövebildik. Tesis vardı da, biz mi aletli jimnastikten kaçtık!
Rakı bahsi aslında bitmez, ama rakı böyle anlatılacak bir mefhum da değildir. Süper bir içkidir, Allah bu güzel beyaz bebeği kazara da olsa bulanlardan razı olsun.(Ateş seni çağırıyooo!) Ben asıl, içine ilk kez su karıştırdıklarında rengi beyaza dönünce yaşadıkları şaşkınlığın büyüklüğünü merak ediyorum!
Fakat her madde gibi bu maddenin de sonu var. (Korkmayın, sadece bu sözlükte.) Can Yücel'le bitirmek istememe rağmen -bunun çok alışıldık olacağı düşüncesiyle- kendini şair zanneden, dallama bir arkadaşımın dizeleriyle rakıyı bitiriyorum. Rakı masamın beleşçi müdavimlerinden Yaman Sert, "Güzellerden Güzel Beğen" isimli şiirinde şöyle diyor, sizi gidi leş gibi kokan alemciler:
Rakı güzeldir,
Sevmek daha da güzeldir.
Fakat şu hayatta en güzeli,
Rakıyı sevmektir!
Saydam
Türk malı. Sıfat.
1- İçinden ışığın geçmesine ve arkasındaki şeylerin görülmesine engel olmayan, arkasından ışığın gelmesine ve içindeki şeylerin görünmesine engel olmayan, şeffaf, şefin spesiyali, transparan, transit. Örnek: "Saydam bir kişiliğin en belirgin özelliği, kafasının arkasından fener tutunca nasıl bir beyne sahip olduğunun görülebilmesidir."
2- İsim. Üzerindeki resim ve şekilleri beyaz bir zemin üzerine yansıtmak amacıyla tepegöz ve projeksiyona konan, ışığı geçiren kâğıt, madde, isim, şehir, bitki, hayvan. Örnek: "Gerçekten saydam bir insan mısınız kuzum, yoksa size dair gördüğüm her şey üstünüze mi çizilmiş?"
3- Saydam bir yüzey üzerine alınmış, projeksiyonda kullanılmaya özgü pozitif görüntü, slayt, diyapozitif, di-mi-ya-pozitif. Örnek: "Projeksiyon makinesinin engel olunamaz derecede keskin tıkırtıları, mutlu insanların yüzlerini soluk hayaletler gibi duvarda akıtmaya başladığında, makineyi yönetenin kim olduğunu anlamak için başımı çevirdim: Odada tek başımaydım."
4- İsim, kimya. Asetat. Örnek: "[CH3COO]−"
5- Mecaz. Belirgin, açık seçik, görünür, cillop, ayna, üfff. Örnek: "Ne saydam komşumuzdun sen, Fahriye abla."
Saydam kavramı, yeni olmasına karşın gündelik hayatımızda pek de kullanmadığımız kelimelerden birisidir. Aranızda "Neden?" diye soracak işgüzarların bulunabileceğini düşünerekten ailecek şunu söylemek isteriz : "Çünkü biz sığ insanlarız ve gündelik hayatta sadece 'kaç lira, yumurta, bal, süt, çipura, rakı, ahanda, dallama, ohşş, de get lan demesini biliyoruz, öyle günlük konuşmada 'saydam' lafını kullananlara da iyi gözle bakmıyoruz!"
Oysa saydam; güzel bir kelime olmasının yanı sıra, fiilleştiğinde bile sahip olduğu vakarı kaybetmeyen, yavşamayan ama açıklığını koruyan, kalender meşrep bir kavramdır. "Saydamlaşmak", "saydamlaşayazmak", "saydamlaşıvermek" ifadelerinin güzellikleri kanımca, saydam yerine kullandığımız "şeffaf"ta yoktur. "Şeffaflaşıveren bir insan mısın?" sorusunu duyduğunuzda sizin de içinizde şeftalileşebileceğinize dair bir korku (peachophobia) peyda olmuyor mu? Oluyorsa endişelenmeyin, bu kavramı ileride -eğer o vakte kadar şeftali olmazsam- açıklayacağım.
Saydam, ancak saydamlaşma denilen bir süreç sonucunda gerçekleşir ki bu da "hiçleşme"ye giden yoldaki ilk aşamadır. Saydam insan korkularından ve vehminden henüz arınamamış olsa da, içindekileri olduğu gibi göstermekten çekinmez, kendini türlü giysi ya da zırhlarla örtmez. Arkasından ışığı tuttuğunuzda içinde olanı görürsünüz. Ha, içindekilerin ne olduğunu anlayamıyorsanız, bu ya saydam insanın içinin çok karışık olduğu ya da sizin gördüğünüzü yorumlama beceriniz olmadığını gösterir. Fakat, hiç kimse saydam insanın kendini gizlemek üzere türlü dolaplar çevirdiğini iddia edemez.
8-9 yaşındayken H.G.Well'in Görünmez Adam romanından uyarlanan bir çizgi roman okumuştum. Ardından bunun nasıl mümkün olabileceği üzerine öğle yemeği yerken tefekküre dalmıştım. Aradığım yanıt bir damla zeytinyağının çizgi romanın üstüne damlamasıyla geldi: Zeytinyağı, kağıdı yarı saydam yapmıştı. Evet, yanıt bu olmalıydı: Zeytinyağı! Bu güzel anektod, elime yüzüme yağ bulaştırdığımı gören annemin beni azarlayıp, iki tokat aşketmesiyle neticelenmişti. Fakat bilimde ayıp yoktur; bilim deneme yamulmadır; bilim bir özge candır, hatta canandır. Bu ansiklemepediyi okuyorsanız, bunun o günkü zeytinyağı deneyim sayesinde olduğunu bilmenizi isterim.
Bu maddeyi, önemli kadın şairlerimizden Lale Saydam'ın şapşahane bir şiiriyle noktalamaya ne dersiniz sayın transparanlar? Ha, ne dersiniz?
Hidrojen-Helyum Dönüşümü: Enerjinin Korunumu Yasası
Eş...
Güneş..
Mayıs güneşi...
İstanbul'da mayıs güneşi...
Yeşil mavi renkteki İstanbul'da mayıs güneşi...
Seninle yeşil mavi renkteki İstanbul'da mayıs güneşi...
Seninle yeşil mavi renkteki İstanbul'da mayıs ateşi...
Yeşil mavi renkteki İstanbul'da mayıs ateşi...
İstanbul'da mayıs ateşi...
Mayıs ateşi...
Ateş..
Eş...
1- İçinden ışığın geçmesine ve arkasındaki şeylerin görülmesine engel olmayan, arkasından ışığın gelmesine ve içindeki şeylerin görünmesine engel olmayan, şeffaf, şefin spesiyali, transparan, transit. Örnek: "Saydam bir kişiliğin en belirgin özelliği, kafasının arkasından fener tutunca nasıl bir beyne sahip olduğunun görülebilmesidir."
2- İsim. Üzerindeki resim ve şekilleri beyaz bir zemin üzerine yansıtmak amacıyla tepegöz ve projeksiyona konan, ışığı geçiren kâğıt, madde, isim, şehir, bitki, hayvan. Örnek: "Gerçekten saydam bir insan mısınız kuzum, yoksa size dair gördüğüm her şey üstünüze mi çizilmiş?"
3- Saydam bir yüzey üzerine alınmış, projeksiyonda kullanılmaya özgü pozitif görüntü, slayt, diyapozitif, di-mi-ya-pozitif. Örnek: "Projeksiyon makinesinin engel olunamaz derecede keskin tıkırtıları, mutlu insanların yüzlerini soluk hayaletler gibi duvarda akıtmaya başladığında, makineyi yönetenin kim olduğunu anlamak için başımı çevirdim: Odada tek başımaydım."
4- İsim, kimya. Asetat. Örnek: "[CH3COO]−"
5- Mecaz. Belirgin, açık seçik, görünür, cillop, ayna, üfff. Örnek: "Ne saydam komşumuzdun sen, Fahriye abla."
Saydam kavramı, yeni olmasına karşın gündelik hayatımızda pek de kullanmadığımız kelimelerden birisidir. Aranızda "Neden?" diye soracak işgüzarların bulunabileceğini düşünerekten ailecek şunu söylemek isteriz : "Çünkü biz sığ insanlarız ve gündelik hayatta sadece 'kaç lira, yumurta, bal, süt, çipura, rakı, ahanda, dallama, ohşş, de get lan demesini biliyoruz, öyle günlük konuşmada 'saydam' lafını kullananlara da iyi gözle bakmıyoruz!"
Oysa saydam; güzel bir kelime olmasının yanı sıra, fiilleştiğinde bile sahip olduğu vakarı kaybetmeyen, yavşamayan ama açıklığını koruyan, kalender meşrep bir kavramdır. "Saydamlaşmak", "saydamlaşayazmak", "saydamlaşıvermek" ifadelerinin güzellikleri kanımca, saydam yerine kullandığımız "şeffaf"ta yoktur. "Şeffaflaşıveren bir insan mısın?" sorusunu duyduğunuzda sizin de içinizde şeftalileşebileceğinize dair bir korku (peachophobia) peyda olmuyor mu? Oluyorsa endişelenmeyin, bu kavramı ileride -eğer o vakte kadar şeftali olmazsam- açıklayacağım.
Saydam, ancak saydamlaşma denilen bir süreç sonucunda gerçekleşir ki bu da "hiçleşme"ye giden yoldaki ilk aşamadır. Saydam insan korkularından ve vehminden henüz arınamamış olsa da, içindekileri olduğu gibi göstermekten çekinmez, kendini türlü giysi ya da zırhlarla örtmez. Arkasından ışığı tuttuğunuzda içinde olanı görürsünüz. Ha, içindekilerin ne olduğunu anlayamıyorsanız, bu ya saydam insanın içinin çok karışık olduğu ya da sizin gördüğünüzü yorumlama beceriniz olmadığını gösterir. Fakat, hiç kimse saydam insanın kendini gizlemek üzere türlü dolaplar çevirdiğini iddia edemez.
8-9 yaşındayken H.G.Well'in Görünmez Adam romanından uyarlanan bir çizgi roman okumuştum. Ardından bunun nasıl mümkün olabileceği üzerine öğle yemeği yerken tefekküre dalmıştım. Aradığım yanıt bir damla zeytinyağının çizgi romanın üstüne damlamasıyla geldi: Zeytinyağı, kağıdı yarı saydam yapmıştı. Evet, yanıt bu olmalıydı: Zeytinyağı! Bu güzel anektod, elime yüzüme yağ bulaştırdığımı gören annemin beni azarlayıp, iki tokat aşketmesiyle neticelenmişti. Fakat bilimde ayıp yoktur; bilim deneme yamulmadır; bilim bir özge candır, hatta canandır. Bu ansiklemepediyi okuyorsanız, bunun o günkü zeytinyağı deneyim sayesinde olduğunu bilmenizi isterim.
Bu maddeyi, önemli kadın şairlerimizden Lale Saydam'ın şapşahane bir şiiriyle noktalamaya ne dersiniz sayın transparanlar? Ha, ne dersiniz?
Hidrojen-Helyum Dönüşümü: Enerjinin Korunumu Yasası
Eş...
Güneş..
Mayıs güneşi...
İstanbul'da mayıs güneşi...
Yeşil mavi renkteki İstanbul'da mayıs güneşi...
Seninle yeşil mavi renkteki İstanbul'da mayıs güneşi...
Seninle yeşil mavi renkteki İstanbul'da mayıs ateşi...
Yeşil mavi renkteki İstanbul'da mayıs ateşi...
İstanbul'da mayıs ateşi...
Mayıs ateşi...
Ateş..
Eş...
Müstesna
Arapça. Sıfat
1- İstisnai olan, bir bütünün dışında kalan, kuralın içinde yer almayan, çemberin dışında turlayan, minder dışına kaçmış, kural dışı, ayrık otu. Örnek: "'Sıfır' öylesine müstesna bir sayıdır ki neyle çarparsan çarp sonuç aynıdır. Keza 'bir' de öyledir, ama o biraz tavşan boku gibidir"
2- Benzersiz, benzerlerine benzemeyen, benzerlerini bezeyen, benzerlerinden üstün olan, benzerleri az bulunan, eşsiz, eşi bulunmaz, eşi bulunsa ununu eleyip eleğini asacak, çirkin ördek yavrusu, altın sıçan tavuk . Örnek: "Böylesine müstesna bir surette tezahür etmenin nedeni sen misin, yoksa benim nazarımın bok yemesi mi bilemedim!"
3- Zarf. Dışında, kulağından çekilip ayrı bir yere alınarak, hariç tutularak. Örnek: "Bir iki kişi müstesna, yazarların cümlesi göttür!"
İstisnai olan anlamına gelen bu kavramın, günümüzde anlamını yitirmeye yüz tutması ve bedbaht bir halde kelime dağarcığımızın derin kuytularında kaybolması yürek paralayıcı, dalak parçalayıcı bir durumdur. Onu bulduğumda gerçekten de yorgun ve bitap bir vaziyette, bir izbeye sığınmıştı; hali içler acısıydı. Elini yüzünü temizleyip insan içine çıkarıyoruz ama çok istisnai olduğu için bir süre sonra götü kalkar diye tahmin ediyorum. Ne de olsa müstesna!
Kuralın dışında olan, insanın genel ruh halini parça pinçik eden her durum; o insan için unutamayacağı, türlü dersler alacağı bir deneyimdir. Çünkü kişi, normal olarak addediğinin ötesine geçmiş, alıştığı gündeliğinin dışında bir hayatın varlığını keşfetmiştir. Bir şekilde içinde bulunduğu o daracık yaşam küresinden dışarı bakmış ve başka olasılıkların olduğunu görmüştür. Müstesna, işte bu yüzden önemlidir: Geriye döndüğümüzde asla eski biz olamayız. O istisnai durum varoluşa dair tüm kurgularımızı çürütmüş, bize yepyeni bir bakış açısı sunmuştur.
Bir şehrin, bir semtin, bir mahallenin, bir ismin, bir cismin, bir -izm'in anlamı değişiverir. Artık ne martılar aynı martıdır, ne sokaklar aynı sokaktır, ne de binalar aynı binalardır: Nesneler ve kavramlar, benliğin yeni coğrafyasına gökten inmişçesine yerleşirler ve zamanla o yerlere otururlar. Nöronlarınız arasındaki bağlar kökten değişmiş; daha önce hiç kurulmayan bağlantılar kurulmuştur. İki gram aklı ve bir dirhem yüreği olan insanın kendini yeniden algılaması ve bilmesi konusunda bundan daha değerli bir kazanım yoktur. Bu yüzden hayatın sıradan, yüzeysel hayhuyunun peşinde değil de, değerli ve nadir olanın yaratacağı mucizenin izinde giden insanlar 'müstesna'yı arzularlar. (Bulursanız; milyonlarca nöronunuzun daha önce kuramadıkları ya da kurmaktan imtina ettikleri bağlantıları, kimi zaman bilincinizin müdahalelerine rağmen etkinleştirmelerinin gerçekten de şaşılası bir tabiat harikası olduğunu fark edeceksiniz.)
Evet, müstesna olan durum, insan evladının alıştığı gündeliğini çalıverir. Son dönemlerin moda tabiriyle, insanın kendisi ve hayatı hakkındaki ezberini bozuverir. İçerdeki bazı büyük dağları yıkar, yeni nehirler akıtır, ovaları çökertir, adalar yaratır: İnsanın coğrafyasını değiştirir, onu acılı ve sancılı bir şekilde de olsa yeniler. İyi de eder, yaşamanın güzelliğini -böylece- hatırlarsınız; yaşadığınız gerçekten müstesna bir deneyimse sizi kaplayan kabukların ağırlığından kurtulur, yeni iç organlar ve yeni bir deri kazanırsınız. Yaptığınız iyi işleri ve hataları cesursa analiz edebilme isteğine ve becerisine sahipseniz, içinizde yeni bir benlik doğar. Değilseniz, o müstesna duruma da lanet okuyabilirsiniz.
Bu pürneşe nağmeleri (Arapçası name, Türkçesi nağme olmalı) Nef'i şerefsizinin harikulade bir dizesiyle bitirmek isterim sayın müstesna kullar:
Sandım olmuş ceste bir fevvâre-i âb-ı hayât
Böyle gösterdi bana ol kadd-i müstesna seni
(Eh bilmediğiniz kelimeleri de siz araştırın artık!)
1- İstisnai olan, bir bütünün dışında kalan, kuralın içinde yer almayan, çemberin dışında turlayan, minder dışına kaçmış, kural dışı, ayrık otu. Örnek: "'Sıfır' öylesine müstesna bir sayıdır ki neyle çarparsan çarp sonuç aynıdır. Keza 'bir' de öyledir, ama o biraz tavşan boku gibidir"
2- Benzersiz, benzerlerine benzemeyen, benzerlerini bezeyen, benzerlerinden üstün olan, benzerleri az bulunan, eşsiz, eşi bulunmaz, eşi bulunsa ununu eleyip eleğini asacak, çirkin ördek yavrusu, altın sıçan tavuk . Örnek: "Böylesine müstesna bir surette tezahür etmenin nedeni sen misin, yoksa benim nazarımın bok yemesi mi bilemedim!"
3- Zarf. Dışında, kulağından çekilip ayrı bir yere alınarak, hariç tutularak. Örnek: "Bir iki kişi müstesna, yazarların cümlesi göttür!"
İstisnai olan anlamına gelen bu kavramın, günümüzde anlamını yitirmeye yüz tutması ve bedbaht bir halde kelime dağarcığımızın derin kuytularında kaybolması yürek paralayıcı, dalak parçalayıcı bir durumdur. Onu bulduğumda gerçekten de yorgun ve bitap bir vaziyette, bir izbeye sığınmıştı; hali içler acısıydı. Elini yüzünü temizleyip insan içine çıkarıyoruz ama çok istisnai olduğu için bir süre sonra götü kalkar diye tahmin ediyorum. Ne de olsa müstesna!
Kuralın dışında olan, insanın genel ruh halini parça pinçik eden her durum; o insan için unutamayacağı, türlü dersler alacağı bir deneyimdir. Çünkü kişi, normal olarak addediğinin ötesine geçmiş, alıştığı gündeliğinin dışında bir hayatın varlığını keşfetmiştir. Bir şekilde içinde bulunduğu o daracık yaşam küresinden dışarı bakmış ve başka olasılıkların olduğunu görmüştür. Müstesna, işte bu yüzden önemlidir: Geriye döndüğümüzde asla eski biz olamayız. O istisnai durum varoluşa dair tüm kurgularımızı çürütmüş, bize yepyeni bir bakış açısı sunmuştur.
Bir şehrin, bir semtin, bir mahallenin, bir ismin, bir cismin, bir -izm'in anlamı değişiverir. Artık ne martılar aynı martıdır, ne sokaklar aynı sokaktır, ne de binalar aynı binalardır: Nesneler ve kavramlar, benliğin yeni coğrafyasına gökten inmişçesine yerleşirler ve zamanla o yerlere otururlar. Nöronlarınız arasındaki bağlar kökten değişmiş; daha önce hiç kurulmayan bağlantılar kurulmuştur. İki gram aklı ve bir dirhem yüreği olan insanın kendini yeniden algılaması ve bilmesi konusunda bundan daha değerli bir kazanım yoktur. Bu yüzden hayatın sıradan, yüzeysel hayhuyunun peşinde değil de, değerli ve nadir olanın yaratacağı mucizenin izinde giden insanlar 'müstesna'yı arzularlar. (Bulursanız; milyonlarca nöronunuzun daha önce kuramadıkları ya da kurmaktan imtina ettikleri bağlantıları, kimi zaman bilincinizin müdahalelerine rağmen etkinleştirmelerinin gerçekten de şaşılası bir tabiat harikası olduğunu fark edeceksiniz.)
Evet, müstesna olan durum, insan evladının alıştığı gündeliğini çalıverir. Son dönemlerin moda tabiriyle, insanın kendisi ve hayatı hakkındaki ezberini bozuverir. İçerdeki bazı büyük dağları yıkar, yeni nehirler akıtır, ovaları çökertir, adalar yaratır: İnsanın coğrafyasını değiştirir, onu acılı ve sancılı bir şekilde de olsa yeniler. İyi de eder, yaşamanın güzelliğini -böylece- hatırlarsınız; yaşadığınız gerçekten müstesna bir deneyimse sizi kaplayan kabukların ağırlığından kurtulur, yeni iç organlar ve yeni bir deri kazanırsınız. Yaptığınız iyi işleri ve hataları cesursa analiz edebilme isteğine ve becerisine sahipseniz, içinizde yeni bir benlik doğar. Değilseniz, o müstesna duruma da lanet okuyabilirsiniz.
Bu pürneşe nağmeleri (Arapçası name, Türkçesi nağme olmalı) Nef'i şerefsizinin harikulade bir dizesiyle bitirmek isterim sayın müstesna kullar:
Sandım olmuş ceste bir fevvâre-i âb-ı hayât
Böyle gösterdi bana ol kadd-i müstesna seni
(Eh bilmediğiniz kelimeleri de siz araştırın artık!)
Meşrep
Arapça. İsim
1- Yaradılış, huy, karakter, mizaç, natura, yapı. Örnek: "Her hafifmeşrebin yüreğinde aslında ağır kazalar yatar."
2- Davranış biçimi, tavır, benliğin tezahür etme biçimi. Örnek: "Ham insanın meşrebi, deli eder eşrefi." (Lan bundan ileride atasözü olur yeminle!)
3- Ankara kokoşlarının takıldığı bir meyhane. Örnek: "Geçen gece Meşrep'te sarhoşun teki yüzünden pek çok kadeh şikeste oldu."
"Hacı hacıyı Mekke'de, derviş dervişi tekkede, it iti dakkada bulur" vecizesinin, cümlede yer almasa da, gizli kahramanı şüphesiz ki meşreptir. Bu kavram; kişinin hayata nasıl baktığı, başkalarına karşı ne şekilde davrandığı, hangi tür lokantada ne yemekten hoşlandığı, dişlerini dairesel hareketler mi yoksa yukarı aşağı mı fırçaladığı gibi bir takım hayati meseleleri aydınlatan; fakat üzücü bir şekilde günümüzde ihmal edilmiş süper değerlerimizden birisidir.
İnsanlar meşreplerine göre birbirlerini bulur, dost olurlar. Farklı meşrepteki insanları ise ne yapsanız bir arada tutamazsınız. Bundan dolayıdır ki meşrep çatışması, en az mezhep çatışması kadar önemli bir sürtüşme nedenidir.
Mesnevi'de sık sık aslan ile tilkinin ya da kartal ile akbabanın meşreplerindeki uyuşmazlıktan dolayı birlikte olamayacağı anlatılır. Hakikaten de türdeş kuşlar beraber uçar, her kuş kendi meşrebine uygun yükseklikte ve tarzda uçan, kendi meşrebine uygun gıdalar yiyen kuşlarla takılır. Ki başka meşrepten kuşlarla takılıp midesinin kaldıramayacağı gıdayı tüketen kuş en nihayetinde hasta olur.
Bu meşrebengiz durumun dışına çıkan tek örnek ise (en azından Mesnevi'deki) Karga ve Leylek hikayesidir. İkisi de topal olan bu farklı kuşların dostluğu meşrep kavramı için istisnadır. (Ve istisnalar, kaideyi bozmadıkları için güzeldirler.)
Bir araza sahip olanlar kendilerine biçilen meşreplerden çıkar ve diğerlerinden farklılaşırlar. Artık türdeşlerinden ayrılmış, nevi şahsına münhasır istisnai varlıklar haline gelmişlerdir. Bu durum, normalden sapma ve kendi yolunu çizme sonucunu doğurur. Diğerleri, bağımlısı oldukları için köleleştikleri lüks bir gemi ile yolculuk yaparken, bozuk-meşrepli fırtına altında kendi salını yapmak zorundadır. "No pain no gain" düsturu tam da bu duruma uygun bir ifadedir: "Acı yok Raki, acı yok!".
İnsanı özgürleştiren kendi salını yapma eylemi, ancak bu uğurda mücadele etme ve acı çekme cesareti göze alınarak gerçekleştirilebilir. Öyle, "Hem bozuk-meşrepli kalmaya devam edeyim, hem de acı çekmeden mücadele etmeden hayatı kakara kikiri ile geçireyim" taktiği en nihayetinde götte patlayacak bir tavırdır. (Sıradan teknelerle, üzerine emek sarf edilmeye değer olduğu için nadir bulunan bir sal hiç bir olur mu?)
Tüm bunlara karşın bazen iki nevi şahsına münhasır bozuk-meşrepli, kendi sallarını yaparken karşılaşıp ortak bir sal yapmaya karar verirler. Fakat işleri gerçekten de zordur, zira böyle bir çabayı göze alacak kadar bozuk-meşrepli olanlar, "sağlam" meşreplilerin normallik adını verdikleri yüzsüzlüğe sahip olamadıklarından çarçabuk şikeste olma eğilimdedirler. Ancak bir bozuk-meşreplinin üstteki neşesinin altında uzanan kirli yalnızlığı gidermesinin tek yolu, beraber sal yaptığı bozuk-meşrepli ile bir orta yol bulmayı çalışmasıdır.
Hayatımızı şenlendiren bu bilgilerin ardından, sizi Nurhan Damcıoğlu'nun iç yakan, yürek burkan sözleriyle başbaşa bırakıyorum muhterem kantocular:
Ben kalender meşrebim, güzel çirkin aramam.
Gönlüme bir eğlence isterim olsun.
Saçları samur, gözleri mahmur,
Biraz da şirin olsun.
Kaşı gözü kara olursa olsun.
Yanağında bir beni mutlaka olsun.
Endamı şanlı, sohbeti tatlı,
Biraz da şahin olsun
Yan bakışı yaksın, cilvesi yıksın,
Olursa böylesi, böylesi olsun
Gözleri şahbaz, gerdanı beyaz,
Biraz da tombul olsun.
1- Yaradılış, huy, karakter, mizaç, natura, yapı. Örnek: "Her hafifmeşrebin yüreğinde aslında ağır kazalar yatar."
2- Davranış biçimi, tavır, benliğin tezahür etme biçimi. Örnek: "Ham insanın meşrebi, deli eder eşrefi." (Lan bundan ileride atasözü olur yeminle!)
3- Ankara kokoşlarının takıldığı bir meyhane. Örnek: "Geçen gece Meşrep'te sarhoşun teki yüzünden pek çok kadeh şikeste oldu."
"Hacı hacıyı Mekke'de, derviş dervişi tekkede, it iti dakkada bulur" vecizesinin, cümlede yer almasa da, gizli kahramanı şüphesiz ki meşreptir. Bu kavram; kişinin hayata nasıl baktığı, başkalarına karşı ne şekilde davrandığı, hangi tür lokantada ne yemekten hoşlandığı, dişlerini dairesel hareketler mi yoksa yukarı aşağı mı fırçaladığı gibi bir takım hayati meseleleri aydınlatan; fakat üzücü bir şekilde günümüzde ihmal edilmiş süper değerlerimizden birisidir.
İnsanlar meşreplerine göre birbirlerini bulur, dost olurlar. Farklı meşrepteki insanları ise ne yapsanız bir arada tutamazsınız. Bundan dolayıdır ki meşrep çatışması, en az mezhep çatışması kadar önemli bir sürtüşme nedenidir.
Mesnevi'de sık sık aslan ile tilkinin ya da kartal ile akbabanın meşreplerindeki uyuşmazlıktan dolayı birlikte olamayacağı anlatılır. Hakikaten de türdeş kuşlar beraber uçar, her kuş kendi meşrebine uygun yükseklikte ve tarzda uçan, kendi meşrebine uygun gıdalar yiyen kuşlarla takılır. Ki başka meşrepten kuşlarla takılıp midesinin kaldıramayacağı gıdayı tüketen kuş en nihayetinde hasta olur.
Bu meşrebengiz durumun dışına çıkan tek örnek ise (en azından Mesnevi'deki) Karga ve Leylek hikayesidir. İkisi de topal olan bu farklı kuşların dostluğu meşrep kavramı için istisnadır. (Ve istisnalar, kaideyi bozmadıkları için güzeldirler.)
Bir araza sahip olanlar kendilerine biçilen meşreplerden çıkar ve diğerlerinden farklılaşırlar. Artık türdeşlerinden ayrılmış, nevi şahsına münhasır istisnai varlıklar haline gelmişlerdir. Bu durum, normalden sapma ve kendi yolunu çizme sonucunu doğurur. Diğerleri, bağımlısı oldukları için köleleştikleri lüks bir gemi ile yolculuk yaparken, bozuk-meşrepli fırtına altında kendi salını yapmak zorundadır. "No pain no gain" düsturu tam da bu duruma uygun bir ifadedir: "Acı yok Raki, acı yok!".
İnsanı özgürleştiren kendi salını yapma eylemi, ancak bu uğurda mücadele etme ve acı çekme cesareti göze alınarak gerçekleştirilebilir. Öyle, "Hem bozuk-meşrepli kalmaya devam edeyim, hem de acı çekmeden mücadele etmeden hayatı kakara kikiri ile geçireyim" taktiği en nihayetinde götte patlayacak bir tavırdır. (Sıradan teknelerle, üzerine emek sarf edilmeye değer olduğu için nadir bulunan bir sal hiç bir olur mu?)
Tüm bunlara karşın bazen iki nevi şahsına münhasır bozuk-meşrepli, kendi sallarını yaparken karşılaşıp ortak bir sal yapmaya karar verirler. Fakat işleri gerçekten de zordur, zira böyle bir çabayı göze alacak kadar bozuk-meşrepli olanlar, "sağlam" meşreplilerin normallik adını verdikleri yüzsüzlüğe sahip olamadıklarından çarçabuk şikeste olma eğilimdedirler. Ancak bir bozuk-meşreplinin üstteki neşesinin altında uzanan kirli yalnızlığı gidermesinin tek yolu, beraber sal yaptığı bozuk-meşrepli ile bir orta yol bulmayı çalışmasıdır.
Hayatımızı şenlendiren bu bilgilerin ardından, sizi Nurhan Damcıoğlu'nun iç yakan, yürek burkan sözleriyle başbaşa bırakıyorum muhterem kantocular:
Ben kalender meşrebim, güzel çirkin aramam.
Gönlüme bir eğlence isterim olsun.
Saçları samur, gözleri mahmur,
Biraz da şirin olsun.
Kaşı gözü kara olursa olsun.
Yanağında bir beni mutlaka olsun.
Endamı şanlı, sohbeti tatlı,
Biraz da şahin olsun
Yan bakışı yaksın, cilvesi yıksın,
Olursa böylesi, böylesi olsun
Gözleri şahbaz, gerdanı beyaz,
Biraz da tombul olsun.
Şikeste
Farsça. Sıfat
1- Kırılmış, kırık, kırpılmış, kırağı çalmış, kırkı çıkmış. Örnek: "Paşa dedemden yadigar vazo, veled-i zinanın tepiğiyle şikeste oldu."
2- Mecaz. Yenilmiş, yenik düşmüş, hem yenilmiş hem de ezilmiş, kırık kol yen içinde kalmış, arenada kellesi uçmuş. Örnek: "Birinci Dünya Savaşı'nda Almanlar şikeste olunca, biz de şikeste sayıldık."
3- Mecaz. Gücenmiş, kırgın, kederli, elemli, elenmiş, gücüne gitmiş, güç gitmiş, günlerce ağlamaktan gözleri kan çanağına dönmüş, ruhu sünmüş, gece gündüz kusmaktan bir hal olmuş, kabuğuna çekilmiş. Örnek: "Çok şikeste gördüm seni kız, yoksa o kocan olacak hayırsız yine mi dövdü seni?"
"Sırçanın kaderinde eninde sonunda kırılmak vardır" desek, hangi Allah'ın kulu çıkıp da bize bir tek laf edebilir muhterem Türk Sanat Musikisi düşkünleri? Yeminle, efendiliği bir kenara bırakıp öyle dalarız ki ağzını burnunu kırarız itin! Şikeste olana kadar tepik içinde bırakırız onu, o derece yani!
Bir Çin atasözü, "Dolmak için boşal, kırılmamak için eğril" diyor. Fizikten bildiğimiz kadarıyla iki sert cisim, birbirleriyle edepsiz bir etki-tepki atraksiyonuna daldıklarında (şiddetle temas ettiklerinde) içlerinden, atomları arasındaki bağları daha kuvvetli olan dayanır ötekisi kırılır. Kimi durumlarda her iki cisim de kırılırlar ama birbirlerinin kırıldıklarının farkında olmaksızın kendi kırgınlıklarına sararlar.
Şimdi sen ne kadar güçlü, yenilmez, kırılmaz olduğunu zannedersen zannet, bir vakit senden daha güçlü, daha dayanıklı bir cisim karşına çıkar ve onunla çarpışırsan kırılırsın. Hele hele ince bir yapıya sahip insanların bu kadar sert durmaları akıl alır gibi değildir. O zaman ne yapmak gerekir? Evet bildiniz!(Bu blogun okuyucularının zeka seviyesi beni gerçekten de tatmin ediyor zira benden zeki olduğunuzu çoktan kabul ettim.) Kırılmamak için esnek olmasını öğrenmek gerekiyor.
Çünkü esnek malzeme ne kadar sert bir cisimle karşılaşırsa karşılaşsın, anlık olarak gerilir ama sonra eski haline döner. İki esnek cisim asla birbirleriyle çarpışmazlar, en fazla birbirlerine dolanır, sarılır, kaynaşırlar. Ha aranızda bunu başarabilen insan evladı varsa, onu gözlerinden öpmek isterim, tebrikler.
Filhakika, göynümüzün telini titreten Bayburtlu Zihni ne de güzel demiş, değil mi güzide şikeşteler sizi:
Vardım ki yurdundan ayak göçürmüş
Yavru gitmiş ıssız kalmış otağı
Camlar şikest olmuş meyler dökülmüş
Sakiler meclisten çekmiş ayağı
Zihni cevr elinden her zaman ağlar
Vardım ki bağ ağlar bağban ağlar
Sümbüller perişan güller kan ağlar
Şeyda bülbül terk edeli bu bağı
Bu müthiş gözlemden de anlaşıldığı üzere, cam kırılınca içindeki şarap dökülür.
(Ayrıca Kafa Yolları Haritası bünyesinde T'yi şikesteler evrenine göndermiş bulunuyoruz. Ailecek huzurluyuz.)
1- Kırılmış, kırık, kırpılmış, kırağı çalmış, kırkı çıkmış. Örnek: "Paşa dedemden yadigar vazo, veled-i zinanın tepiğiyle şikeste oldu."
2- Mecaz. Yenilmiş, yenik düşmüş, hem yenilmiş hem de ezilmiş, kırık kol yen içinde kalmış, arenada kellesi uçmuş. Örnek: "Birinci Dünya Savaşı'nda Almanlar şikeste olunca, biz de şikeste sayıldık."
3- Mecaz. Gücenmiş, kırgın, kederli, elemli, elenmiş, gücüne gitmiş, güç gitmiş, günlerce ağlamaktan gözleri kan çanağına dönmüş, ruhu sünmüş, gece gündüz kusmaktan bir hal olmuş, kabuğuna çekilmiş. Örnek: "Çok şikeste gördüm seni kız, yoksa o kocan olacak hayırsız yine mi dövdü seni?"
"Sırçanın kaderinde eninde sonunda kırılmak vardır" desek, hangi Allah'ın kulu çıkıp da bize bir tek laf edebilir muhterem Türk Sanat Musikisi düşkünleri? Yeminle, efendiliği bir kenara bırakıp öyle dalarız ki ağzını burnunu kırarız itin! Şikeste olana kadar tepik içinde bırakırız onu, o derece yani!
Bir Çin atasözü, "Dolmak için boşal, kırılmamak için eğril" diyor. Fizikten bildiğimiz kadarıyla iki sert cisim, birbirleriyle edepsiz bir etki-tepki atraksiyonuna daldıklarında (şiddetle temas ettiklerinde) içlerinden, atomları arasındaki bağları daha kuvvetli olan dayanır ötekisi kırılır. Kimi durumlarda her iki cisim de kırılırlar ama birbirlerinin kırıldıklarının farkında olmaksızın kendi kırgınlıklarına sararlar.
Şimdi sen ne kadar güçlü, yenilmez, kırılmaz olduğunu zannedersen zannet, bir vakit senden daha güçlü, daha dayanıklı bir cisim karşına çıkar ve onunla çarpışırsan kırılırsın. Hele hele ince bir yapıya sahip insanların bu kadar sert durmaları akıl alır gibi değildir. O zaman ne yapmak gerekir? Evet bildiniz!(Bu blogun okuyucularının zeka seviyesi beni gerçekten de tatmin ediyor zira benden zeki olduğunuzu çoktan kabul ettim.) Kırılmamak için esnek olmasını öğrenmek gerekiyor.
Çünkü esnek malzeme ne kadar sert bir cisimle karşılaşırsa karşılaşsın, anlık olarak gerilir ama sonra eski haline döner. İki esnek cisim asla birbirleriyle çarpışmazlar, en fazla birbirlerine dolanır, sarılır, kaynaşırlar. Ha aranızda bunu başarabilen insan evladı varsa, onu gözlerinden öpmek isterim, tebrikler.
Filhakika, göynümüzün telini titreten Bayburtlu Zihni ne de güzel demiş, değil mi güzide şikeşteler sizi:
Vardım ki yurdundan ayak göçürmüş
Yavru gitmiş ıssız kalmış otağı
Camlar şikest olmuş meyler dökülmüş
Sakiler meclisten çekmiş ayağı
Zihni cevr elinden her zaman ağlar
Vardım ki bağ ağlar bağban ağlar
Sümbüller perişan güller kan ağlar
Şeyda bülbül terk edeli bu bağı
Bu müthiş gözlemden de anlaşıldığı üzere, cam kırılınca içindeki şarap dökülür.
(Ayrıca Kafa Yolları Haritası bünyesinde T'yi şikesteler evrenine göndermiş bulunuyoruz. Ailecek huzurluyuz.)
Tuba
Fransızca. İsim.
1- Üzerinde pistonlar olan, geniş, konik borulu, pirinç ya da bakırdan yapılan, nefesli nefis bir çalgı. Richard Wagner tarafından geliştirilmiştir. Örnek: "Tuba çalmak ciğer ister; ciğer yoksa adamı öttürür valla! Tubalara dikkat edeceksin hacım!"
Arapça. İsim.
2- Cennette bulunduğuna ve tüm cenneti gölgesi altına aldığına inanılan, kökü yukarıda, dalları aşağıda, büyük, ihtişamlı, tabiri caizse abartılı ağaç. Örnek: "Tuba ağacını tahayyül etmeye çalışsam da bir türlü muvaffak olamıyorum"
3- Bir kadın adı. Örnek: "Bir Tuğba'yı asla Tuba şeklinde yazmamalısın!"
Miraç sırasında Muhammed çok büyük ve görkemli bir ağaç görür. Ağacın kökü tepede, dalları aşağıdadır ve cennette giyilen kıyafetler bu ağacın çiçeklerinden yapılmıştır. Kimi anlatılarda ise Sidre-i Münteha denilen, insanların ve meleklerin Tanrı huzuruna çıkabilecekleri son noktayı, sınırı temsil ettiği söylenir. Fakat Sidre-i Münteha'nın tuba ağacıyla olan ilişkisi net ve kesin değildir.
Tu(ğ)ba'nın isim haline oldukça sık rastlanılır. Maalesef bu isim, "poğaça"nın kaderine benzer bir karışıklık yaratır (Poğaça, poaça, pohaça, pohça vb. Türk Dil Kurumu'nun bu meseleye el atma zamanı geldi de geçiyor bile!). Tu(ğ)balara arkadaş ortamlarında istisnasiz Tubiş denmesi bu insanların sinirlerini bozsa da, Tu(ğ)baların birilerine zarar verdikleri henüz görülmemiştir. Kalender meşrep insanlardır.
Bu kalemi Yunus Emre'den bir şiirle noktalamaya ne dersiniz lan sayın tubistler?
Cennette tuba ağacı
Kökü arşta dal aşağı
Öter bülbüller durağı
Ne acaip ötüşü var
(İçimdeki T takıntısı azaldı mı ne?)
1- Üzerinde pistonlar olan, geniş, konik borulu, pirinç ya da bakırdan yapılan, nefesli nefis bir çalgı. Richard Wagner tarafından geliştirilmiştir. Örnek: "Tuba çalmak ciğer ister; ciğer yoksa adamı öttürür valla! Tubalara dikkat edeceksin hacım!"
Arapça. İsim.
2- Cennette bulunduğuna ve tüm cenneti gölgesi altına aldığına inanılan, kökü yukarıda, dalları aşağıda, büyük, ihtişamlı, tabiri caizse abartılı ağaç. Örnek: "Tuba ağacını tahayyül etmeye çalışsam da bir türlü muvaffak olamıyorum"
3- Bir kadın adı. Örnek: "Bir Tuğba'yı asla Tuba şeklinde yazmamalısın!"
Miraç sırasında Muhammed çok büyük ve görkemli bir ağaç görür. Ağacın kökü tepede, dalları aşağıdadır ve cennette giyilen kıyafetler bu ağacın çiçeklerinden yapılmıştır. Kimi anlatılarda ise Sidre-i Münteha denilen, insanların ve meleklerin Tanrı huzuruna çıkabilecekleri son noktayı, sınırı temsil ettiği söylenir. Fakat Sidre-i Münteha'nın tuba ağacıyla olan ilişkisi net ve kesin değildir.
Tu(ğ)ba'nın isim haline oldukça sık rastlanılır. Maalesef bu isim, "poğaça"nın kaderine benzer bir karışıklık yaratır (Poğaça, poaça, pohaça, pohça vb. Türk Dil Kurumu'nun bu meseleye el atma zamanı geldi de geçiyor bile!). Tu(ğ)balara arkadaş ortamlarında istisnasiz Tubiş denmesi bu insanların sinirlerini bozsa da, Tu(ğ)baların birilerine zarar verdikleri henüz görülmemiştir. Kalender meşrep insanlardır.
Bu kalemi Yunus Emre'den bir şiirle noktalamaya ne dersiniz lan sayın tubistler?
Cennette tuba ağacı
Kökü arşta dal aşağı
Öter bülbüller durağı
Ne acaip ötüşü var
(İçimdeki T takıntısı azaldı mı ne?)
Tahayyül
Arapça. İsim.
1- İmgelem, hayalde canlandırma, canda hayallendirme, hayal etme, edilmişi hayale sürükleme, düşerken düşleme, düşlerken düşme. Örnek: "Tahayyül ediliyorum, öyleyse hayalim!"
2- İç Anadolu'ya özgü bir tür otlu börek. Örnek: "Yiğenim geh otur hele bi'.Yingen de şincik tahayyül ettiydi, daze daze yiyive'."
"Dünyayı baştan yaratmak, içimizdeki hakikatin uçkurunu çözmek, geceyi dizginlemek, ölüme galip gelmek, karayollarının aklını başından almak, kuşların gözüne girmek, delilerin güvenlerini kazanmak için tahayyülün gücüne inanıyorum" demişti J.G. Ballard.
Üstad haklı mıdır değil midir sorusunun yanıtı kişiden kişiye değişecektir. Bu konu hakkında Martıboku'ndaki Kıbrıs'ın Sağı yazısında yeteri kadar tartışma döndüğü için, bir daha burada açmayacağım.
(Evet bu T'yi özellikle yazdım. Tahayyül'ü atlayıp T'leri bitirmek olmazdı değil mi? Az kaldı...)
1- İmgelem, hayalde canlandırma, canda hayallendirme, hayal etme, edilmişi hayale sürükleme, düşerken düşleme, düşlerken düşme. Örnek: "Tahayyül ediliyorum, öyleyse hayalim!"
2- İç Anadolu'ya özgü bir tür otlu börek. Örnek: "Yiğenim geh otur hele bi'.Yingen de şincik tahayyül ettiydi, daze daze yiyive'."
"Dünyayı baştan yaratmak, içimizdeki hakikatin uçkurunu çözmek, geceyi dizginlemek, ölüme galip gelmek, karayollarının aklını başından almak, kuşların gözüne girmek, delilerin güvenlerini kazanmak için tahayyülün gücüne inanıyorum" demişti J.G. Ballard.
Üstad haklı mıdır değil midir sorusunun yanıtı kişiden kişiye değişecektir. Bu konu hakkında Martıboku'ndaki Kıbrıs'ın Sağı yazısında yeteri kadar tartışma döndüğü için, bir daha burada açmayacağım.
(Evet bu T'yi özellikle yazdım. Tahayyül'ü atlayıp T'leri bitirmek olmazdı değil mi? Az kaldı...)
Tevekkül
Arapça. İsim
1- Birisini vekil kılmak, mevzuuyu başkasına devretmek. Örnek: "Davayı avukata tevekkül etmiştik ama adam tefekkürden çıkamayıp tedbir alamadığı için kıçımızda patladı!."
2- Bir işi yoluna koymak için çabalayıp sonrasını Allah'a havale etme, bu havale işleminin doğasında iletildi mesajı alınamadığından postalamanın sonucu merakla bekleme. Örnek: "Tevekkül yaz.3535'e gönder.Duan belki kabul olunur."
Tefekkürden bahsedip tevekkülü es geçmek olmazdı değil mi aziz herzevekiller? Zira tefekkür ve tevekkül birbirini tamamlayan, hiç olmadı tamamlar gibi görünen, o da olmadı söyleniş olarak birbirine benzeyen kelimelerdir.
Tevekkül, en yalın anlamıyla, bir konuyla ilgili tüm tedbirleri aldıktan sonra, o konuyu Allah'ın inisiyatifine bırakmak demektir. Yani cüzi iradenin yapabileceklerinin tükendiği ve kaderciliğin başladığı noktadır. İnsanlar, kendi iradeleri doğrultusunda gerçekleşmesi istedikleri bir konuyla ilgili olarak dış etkenleri sevk ve idare edemediklerinde, onların belirleyiciliğini daha yüce olan külli iradeye bırakabilirler.
"Eşeğini sağlam kazığa bağla ama hırsızın bıçağı olmamasına dua et" şeklinde özetlenebilecek bu kavramı bir örnekle açıklamak gerekirse (gerekmezse de artık yapacak bir şey yok aslında):
"Ağlamakla yar ele gelmez" atasözünde olduğu gibi, hiçbir eyleme kalkışmadan birisinin sana yar olmasını istersen buna halk arasında mallık, saflık, ve hatta kimi edepsiz mahallelerde angutluk denir. Oysa ona güzel özlü sözler söyler, çiçek pasajından sarı laleler alır, siyatiği azan anasını doktora götürür, pembe panjurlu bir ev ve çelik jantlı bir araba vaat eder, hayatınızın sonuna kadar mutlu mesut yaşayacağınızı iddiasında bulunur ve bunların sonucunda da "Allah'ım vatandaşı kafalamak için o kadar eyyam yaptım, tonla maval okudum, nolur şu iş olsun başka da birşey istemiyorum" diye duaya başvurup beklersen buna eyyamcılık, adilik, yalakalık, -ve yine o edepsiz muhitlerde- götlük denir. Ama bu ikinci durumda yapılan iş aynı zamanda tevekküldür.
Öte yandan bu tedbir ve tevekkül bağlantısını reddeden insanlar da yok değildir. Bu yaklaşıma Şeyh Galip'in aşağıdaki dizelerini örnek göstererek bir maddenin daha sonuna geliyoruz sayın mütevekkiller:
Terk eyle tedbiri takdir Huda'nındır,
Tüm o benlikler vehm-i gümanındır.
Yani; tedbirmiş, önlemmiş bırak bu ayakları. Benlik dediğin nane sadece senin zannından, kuruntundan ibaret.
(Hissediyorum. Çok yakında T harfinin zulmü bitecek!)
1- Birisini vekil kılmak, mevzuuyu başkasına devretmek. Örnek: "Davayı avukata tevekkül etmiştik ama adam tefekkürden çıkamayıp tedbir alamadığı için kıçımızda patladı!."
2- Bir işi yoluna koymak için çabalayıp sonrasını Allah'a havale etme, bu havale işleminin doğasında iletildi mesajı alınamadığından postalamanın sonucu merakla bekleme. Örnek: "Tevekkül yaz.3535'e gönder.Duan belki kabul olunur."
Tefekkürden bahsedip tevekkülü es geçmek olmazdı değil mi aziz herzevekiller? Zira tefekkür ve tevekkül birbirini tamamlayan, hiç olmadı tamamlar gibi görünen, o da olmadı söyleniş olarak birbirine benzeyen kelimelerdir.
Tevekkül, en yalın anlamıyla, bir konuyla ilgili tüm tedbirleri aldıktan sonra, o konuyu Allah'ın inisiyatifine bırakmak demektir. Yani cüzi iradenin yapabileceklerinin tükendiği ve kaderciliğin başladığı noktadır. İnsanlar, kendi iradeleri doğrultusunda gerçekleşmesi istedikleri bir konuyla ilgili olarak dış etkenleri sevk ve idare edemediklerinde, onların belirleyiciliğini daha yüce olan külli iradeye bırakabilirler.
"Eşeğini sağlam kazığa bağla ama hırsızın bıçağı olmamasına dua et" şeklinde özetlenebilecek bu kavramı bir örnekle açıklamak gerekirse (gerekmezse de artık yapacak bir şey yok aslında):
"Ağlamakla yar ele gelmez" atasözünde olduğu gibi, hiçbir eyleme kalkışmadan birisinin sana yar olmasını istersen buna halk arasında mallık, saflık, ve hatta kimi edepsiz mahallelerde angutluk denir. Oysa ona güzel özlü sözler söyler, çiçek pasajından sarı laleler alır, siyatiği azan anasını doktora götürür, pembe panjurlu bir ev ve çelik jantlı bir araba vaat eder, hayatınızın sonuna kadar mutlu mesut yaşayacağınızı iddiasında bulunur ve bunların sonucunda da "Allah'ım vatandaşı kafalamak için o kadar eyyam yaptım, tonla maval okudum, nolur şu iş olsun başka da birşey istemiyorum" diye duaya başvurup beklersen buna eyyamcılık, adilik, yalakalık, -ve yine o edepsiz muhitlerde- götlük denir. Ama bu ikinci durumda yapılan iş aynı zamanda tevekküldür.
Öte yandan bu tedbir ve tevekkül bağlantısını reddeden insanlar da yok değildir. Bu yaklaşıma Şeyh Galip'in aşağıdaki dizelerini örnek göstererek bir maddenin daha sonuna geliyoruz sayın mütevekkiller:
Terk eyle tedbiri takdir Huda'nındır,
Tüm o benlikler vehm-i gümanındır.
Yani; tedbirmiş, önlemmiş bırak bu ayakları. Benlik dediğin nane sadece senin zannından, kuruntundan ibaret.
(Hissediyorum. Çok yakında T harfinin zulmü bitecek!)
Tefekkür
Arapça. İsim
1- Düşünme, düşünüş, düşünüz!, düşünerek ve düşerek bir sorunu çözmeye çalışma. Örnek: "Bilmiyorum seninle sonumuz ne olacak, bundan dolayı sık sık tefekküre dalıyorum."
2- Din. Evreni, tanrısal bilgiyi ibret alma ve muhakeme etme yollarıyla kavramaya yönelik derin düşünme hali. Bunu gerçekleştirmek diğer insanlardan soyutlanmayı, yalnız olmayı gerektirir ve genellikle, Ecnebilerin epiphany dedikleri ani ve anlık bir ayma, "Ahanda noluyo lan" deme, mutlu olma ve şükretme ile son bulur. Örnek: "Mükerrer tefekkürler teşekkürden müteşekkildir."
Ortodoks İslam'a göre tefekkür, Allah'ın yarattığı mucizeleri temaşa etmek ve bunlar üzerine düşünmek suretiyle Allah'a yaklaşmak için kullanılan bir yöntemdir. Tefekkürdeki kilit kavramlar; temaşa ve ibrettir. Aynen Antik Yunan idealizminin üstüne geometri, matematik ve fizik bilimdeki gelişmelerin binmesiyle serpilen Rönenans'ın en-büyük-sanatçı-olarak-tanrı yaklaşımındaki gibi, İslam'da da Allah bu evreni "en mükemmel" haliyle yaratan bir sanatçıdır ve onun varlığı ancak yarattıği eser seyredilip üzerinde düşünülerek övülebilir. Bundan dolayı pek çok İslam bilgini, tefekküre özel bir önem vermişlerdir.
Ancak bu etliye sütlüye fazla bulaşmak istemeyen ortodoks yorumların dışındaki tasavvuf görüşlerine göre ise, tefekkür sadece yolun başlangıcı, ilk aşaması, hatta anaokuludur. Bu görüşler arasında şu fark yatar: Birisine göre Allah, herhangi bir şekilde bilgisine ve varlığına erişilemeyecek yaratıcıdır. Sadece onun yarattıklarını gözleyip üzerine düşünerek iyi bir kul olabilirsiniz. Diğerine göre ise Allah'a erişmek ve onun varlığında eriyerek hiçleşmek mümkündür. Tefekkürle başlayan bu yolculuk, aklın sınırlarını aşan gönül deneyimleri ile kendinden geçmek (vecd) ve benliğini boşaltmakla gerçekleştirilir.
Bu güzide maddeyi bir dizeyle bitirmek isterim sevgili mütefekkirler:
Tefekkür etmeli de bu cihana bir gelişi,
Gidermeli kaderi, bakmaya safâya kişi.
Mahmut Nedim Paşa
(T'den vazgeçeceğim, vazgeçmeliyim, başarabilirim biliyorum!)
1- Düşünme, düşünüş, düşünüz!, düşünerek ve düşerek bir sorunu çözmeye çalışma. Örnek: "Bilmiyorum seninle sonumuz ne olacak, bundan dolayı sık sık tefekküre dalıyorum."
2- Din. Evreni, tanrısal bilgiyi ibret alma ve muhakeme etme yollarıyla kavramaya yönelik derin düşünme hali. Bunu gerçekleştirmek diğer insanlardan soyutlanmayı, yalnız olmayı gerektirir ve genellikle, Ecnebilerin epiphany dedikleri ani ve anlık bir ayma, "Ahanda noluyo lan" deme, mutlu olma ve şükretme ile son bulur. Örnek: "Mükerrer tefekkürler teşekkürden müteşekkildir."
Ortodoks İslam'a göre tefekkür, Allah'ın yarattığı mucizeleri temaşa etmek ve bunlar üzerine düşünmek suretiyle Allah'a yaklaşmak için kullanılan bir yöntemdir. Tefekkürdeki kilit kavramlar; temaşa ve ibrettir. Aynen Antik Yunan idealizminin üstüne geometri, matematik ve fizik bilimdeki gelişmelerin binmesiyle serpilen Rönenans'ın en-büyük-sanatçı-olarak-tanrı yaklaşımındaki gibi, İslam'da da Allah bu evreni "en mükemmel" haliyle yaratan bir sanatçıdır ve onun varlığı ancak yarattıği eser seyredilip üzerinde düşünülerek övülebilir. Bundan dolayı pek çok İslam bilgini, tefekküre özel bir önem vermişlerdir.
Ancak bu etliye sütlüye fazla bulaşmak istemeyen ortodoks yorumların dışındaki tasavvuf görüşlerine göre ise, tefekkür sadece yolun başlangıcı, ilk aşaması, hatta anaokuludur. Bu görüşler arasında şu fark yatar: Birisine göre Allah, herhangi bir şekilde bilgisine ve varlığına erişilemeyecek yaratıcıdır. Sadece onun yarattıklarını gözleyip üzerine düşünerek iyi bir kul olabilirsiniz. Diğerine göre ise Allah'a erişmek ve onun varlığında eriyerek hiçleşmek mümkündür. Tefekkürle başlayan bu yolculuk, aklın sınırlarını aşan gönül deneyimleri ile kendinden geçmek (vecd) ve benliğini boşaltmakla gerçekleştirilir.
Bu güzide maddeyi bir dizeyle bitirmek isterim sevgili mütefekkirler:
Tefekkür etmeli de bu cihana bir gelişi,
Gidermeli kaderi, bakmaya safâya kişi.
Mahmut Nedim Paşa
(T'den vazgeçeceğim, vazgeçmeliyim, başarabilirim biliyorum!)
Temaşa
Farsça. İsim
1- Göze hoş gelen ve keyif veren bir görüntüyü seyretme, dikizleme, röntleme. Örnek: "Gel bir İstiklal'e çıkalım, alemi temaşa edelim."
2- Oyun, temsil, piyes, tiyatro, dolap, dümen, kolpa, izlence, gösteri, gösterip vermemek. Örnek: "Bazı meddahlar da Karagöz oynatmış, şahbaz, hayalbaz veya hayalî isimleriyle yaşadıktan sonra temaşa hayatımızdan el etek çekmişlerdir."- S. Ayverdi.
6 yaşında öldüğüne inanan birisi için hayatın geri kalanı temaşa ise, o kişi neden benlik derdine düşer? Açıkçası bunu ben de anlamış değilim ama temaşa hoş bir eylemdir. Her şeyden önce -en yalın haliyle- aktif katılım gerektirmez, yalnızca izlersin, bazen de izlediklerini yazıp başkalarına aktarırsın. Ne zaman ki temaşada olduğunu unutup olaya dahil olursun, işte o zaman mevzunun rengi değişir.
Bir insanın içindekini gerçekten anlamak mı istiyorsunuz? O zaman onunla bir oyunda buluşun. İster halı saha maçı olsun, ister bovling ister Risk, ister Taboo, hiç fark etmez!Temaşa eden ile oynayan arasındaki fark hemencecik kendini gösterecektir. Temaşada sakin olan kimi insanlar oyuna dahil olunca kazanma hırslarını kontrol edemezler. Dışarıdan komik gözüken kimi tripler, oyuna katılınca elzem meselelere dönüşüverir.
Bundan dolayı temaşa, kalabalık ve hareketli bir şehri tepeden izlemek gibidir. İçindeyken büyük ve önemli gözüken meseleler o tepedeyken küçük ve sıradandır: Bir başka arabayı sollamak için sarf ettiğin çabayı o şehri tepeden izleme şansını bulduğun anda görmüş olsan, muhtemelen salaklığına güler geçersin. Temaşa budur!
Bir de temaşa sanatı vardır ki o ayrı bir kulvardır. "Hayat, sanatı taklit eder" iddiasından bir kaç yüzyıl önce insanlar evrenin mükemmel bir yapı olduğuna ve bunun merkezindeki dünyada dönenlerin önemine inanıyorlardı. Onlara göre, Platon'un ideası gereğince, Tanrı dünyayı belirli bir düzenle yaratmıştı ve o düzen içindeki insanlar üzerlerine biçilen rolleri oynuyorlardı.
Hayat, Tanrı'nın Miniatürk'üydü. Bundan doğan Theatrum Mundi fikri, kader denilen koca sahne içinde bütün insanları, kendilerine biçilmiş rolleri oynayan oyuncular yapıyordu. Kader (bu temaşa içinde), bireyin yaratıcılığının ve belirleme gücünün olmadığı, üzerine biçileni giydiği acıklı bir metafordu.
Rönenans her ne kadar bu zihniyet değişiminin başlangıcı olsa da, dönemin sanatçılarının Platon, Horace ve Aziz Paul'le şekillenen bu basmakalıp düşünceden kurtulduğu söylenemez.
Bu görüşün en duru ifadesi, şüphesiz ki Shakespeare'in sözleriyle beden buldu. Size Nasıl Geliyorsa oyunundaki tarihi ifade şöyledir:
All the world's a stage,
And all the men and women merely players.
They have their exits and their entrances;
And one man in his time plays many parts,
His acts being seven ages.
(As You Like It, Act 2, Scene 7.)
Dilim döndüğünce çevirmeye yelteneyim:
Ol şu cihan denilen külliyen temaşadır,
Her yiğit ve avrat dahi sadece icracıdır.
Arz-ı endam buyururlar vakti geldiğinde
Terk edip giderler nefesleri düştüğünde
Halden hale girer bir tek naçiz benlik,
Esasta tam yedi devir sürer bu şenlik.
Shakespeare, monologun devamında, bebeklikten ihtiyarlığa kadar giden bu yedi devri ve bu devirlerin özelliklerini sıralar. Aslında yaptığı, temaşa sanatı içinde bir temaşaya dikkat çekip evrensel bir hakikati ifşa etmektir.
Tüm bu lafazanlık bir yana, temaşaya dair en temiz ve kallavi yorum, Kul Nesimi'nin yüreğiyle dökülür söze:
Kah çıkarım gökyüzüne,
Seyrederim alemi.
Kah inerim yeryüzüne,
Seyreder alem beni.
(Kahrolsun T döngüsü ve onun işbirlikçileri!)
1- Göze hoş gelen ve keyif veren bir görüntüyü seyretme, dikizleme, röntleme. Örnek: "Gel bir İstiklal'e çıkalım, alemi temaşa edelim."
2- Oyun, temsil, piyes, tiyatro, dolap, dümen, kolpa, izlence, gösteri, gösterip vermemek. Örnek: "Bazı meddahlar da Karagöz oynatmış, şahbaz, hayalbaz veya hayalî isimleriyle yaşadıktan sonra temaşa hayatımızdan el etek çekmişlerdir."- S. Ayverdi.
6 yaşında öldüğüne inanan birisi için hayatın geri kalanı temaşa ise, o kişi neden benlik derdine düşer? Açıkçası bunu ben de anlamış değilim ama temaşa hoş bir eylemdir. Her şeyden önce -en yalın haliyle- aktif katılım gerektirmez, yalnızca izlersin, bazen de izlediklerini yazıp başkalarına aktarırsın. Ne zaman ki temaşada olduğunu unutup olaya dahil olursun, işte o zaman mevzunun rengi değişir.
Bir insanın içindekini gerçekten anlamak mı istiyorsunuz? O zaman onunla bir oyunda buluşun. İster halı saha maçı olsun, ister bovling ister Risk, ister Taboo, hiç fark etmez!Temaşa eden ile oynayan arasındaki fark hemencecik kendini gösterecektir. Temaşada sakin olan kimi insanlar oyuna dahil olunca kazanma hırslarını kontrol edemezler. Dışarıdan komik gözüken kimi tripler, oyuna katılınca elzem meselelere dönüşüverir.
Bundan dolayı temaşa, kalabalık ve hareketli bir şehri tepeden izlemek gibidir. İçindeyken büyük ve önemli gözüken meseleler o tepedeyken küçük ve sıradandır: Bir başka arabayı sollamak için sarf ettiğin çabayı o şehri tepeden izleme şansını bulduğun anda görmüş olsan, muhtemelen salaklığına güler geçersin. Temaşa budur!
Bir de temaşa sanatı vardır ki o ayrı bir kulvardır. "Hayat, sanatı taklit eder" iddiasından bir kaç yüzyıl önce insanlar evrenin mükemmel bir yapı olduğuna ve bunun merkezindeki dünyada dönenlerin önemine inanıyorlardı. Onlara göre, Platon'un ideası gereğince, Tanrı dünyayı belirli bir düzenle yaratmıştı ve o düzen içindeki insanlar üzerlerine biçilen rolleri oynuyorlardı.
Hayat, Tanrı'nın Miniatürk'üydü. Bundan doğan Theatrum Mundi fikri, kader denilen koca sahne içinde bütün insanları, kendilerine biçilmiş rolleri oynayan oyuncular yapıyordu. Kader (bu temaşa içinde), bireyin yaratıcılığının ve belirleme gücünün olmadığı, üzerine biçileni giydiği acıklı bir metafordu.
Rönenans her ne kadar bu zihniyet değişiminin başlangıcı olsa da, dönemin sanatçılarının Platon, Horace ve Aziz Paul'le şekillenen bu basmakalıp düşünceden kurtulduğu söylenemez.
Bu görüşün en duru ifadesi, şüphesiz ki Shakespeare'in sözleriyle beden buldu. Size Nasıl Geliyorsa oyunundaki tarihi ifade şöyledir:
All the world's a stage,
And all the men and women merely players.
They have their exits and their entrances;
And one man in his time plays many parts,
His acts being seven ages.
(As You Like It, Act 2, Scene 7.)
Dilim döndüğünce çevirmeye yelteneyim:
Ol şu cihan denilen külliyen temaşadır,
Her yiğit ve avrat dahi sadece icracıdır.
Arz-ı endam buyururlar vakti geldiğinde
Terk edip giderler nefesleri düştüğünde
Halden hale girer bir tek naçiz benlik,
Esasta tam yedi devir sürer bu şenlik.
Shakespeare, monologun devamında, bebeklikten ihtiyarlığa kadar giden bu yedi devri ve bu devirlerin özelliklerini sıralar. Aslında yaptığı, temaşa sanatı içinde bir temaşaya dikkat çekip evrensel bir hakikati ifşa etmektir.
Tüm bu lafazanlık bir yana, temaşaya dair en temiz ve kallavi yorum, Kul Nesimi'nin yüreğiyle dökülür söze:
Kah çıkarım gökyüzüne,
Seyrederim alemi.
Kah inerim yeryüzüne,
Seyreder alem beni.
(Kahrolsun T döngüsü ve onun işbirlikçileri!)
Tembel
Farsça tenbel. Sıfat.
1- Çalışmaktan, iş görmekten, bir halta yaramaktan kaçınan, üşengeç, gayesiz, bütün gün yatıp tavanı seyreden ama iş eğlenceye gelince saatlerce zıplayıp duran insan evladı. Örnek: "Sizin çocuk çok zeki ama tembel!" (Veli toplantısından.)
2- Tıp. İşlevini yerine getirme konusunda daltaraklık yapan, su koyveren, oyunbozan organ ya da sistem. Örnek: "Sizin beyin çok zeki ama tembel!" (Deli toplantısından.)
3- TEMelli BELediyesi'nin kısaltılmış hali. Örnek: "TEMBEL Dinlenme Tesisleri'nde verilen molanın tadı inan hiçbir yerde yok!"
Tembel, (muhtemelen karma veya siestaya inanan bir kaç ülke dışında) tüm toplumlar tarafından tamamen olumsuz olarak kullanılan bahtsız kavramlardan birisidir. Öyle ki "Tembel insanın çocuğu olmaz" deyişinde görüldüğü üzere alakasız meselelerin suçu bile tembelliğe atılır. Ayrıca insanın bu konuda isteksiz olabilmesi anlaşılır ama bu sonucu tembelliğin doğurduğunu söylemek tembelliğe yapılan büyük bir haksızlıktır. ("Hanım ben yoruldum, burada bırakalım" / "Ben de tam onu diyeceğidim bey, şöyle sırt üstü yatalım efendi gibi.")
Ancak tembelliğe yapılan bu kötü vurgunun aslında başka nedenleri olduğunu da iddia edenler olmuyor değil. Paul Lafargue Tembellik Hakkı adlı eserinde, kapitalist sistemin yarattığı, modern çalışma nosyonunun aslında sömürüyü meşrulaştırmak ve insanlara düşünecek vakit tanımayıp onları kendilerine yabancılaştırmak için kullanıldığını ve böylece işçilerin köleleştirildiklerini söyler. Eh o dönemler 16-17 saati bulan çalışma saatleri düşünüldüğünde haksız da sayılmaz. Marx'ın damadı olan bu arkadaş, makinelerin sanayiye girişlerinin işçilerin çalışma saatlerini azaltacağını ve böylece de kurtarıcı olacaklarını düşünmüştü. Merter'deki tekstil atölyelerini görmüş olsa muhtemelen fikri değiştirdi.
Kapitalizminden çok önce de ağalar marabaların, derebeyleri de serflerin kıçlarını yırta yırta elde ettikleri ürünlere el koymak için (dini de işin içine katarak) kullandıkları araçlardan birisi olmuştur tembellikten kaçmak.
Bu noktada konu konuyu doğuruyor sayın seyirciler, "Peki tamah bu konuda nereye denk düşüyor?" diye soruyorum kendime. Madem tamah kötü, kanaat güzel o zaman tembellik, çalışma, sömürü ne alaka? Bu durumda sendikalar işçilerin haklarını genişletmek için mücadele etmemeli mi? Hiç endişelenmeyin, bir çelişki yok. "Postmodern zamanlarda çelişki olmaz, her şey her şeye uyar" mantığından yola çıkarak söylemiyorum bunu.
Tamah ve tembelliğin iki olumsuz kavram olarak her türlü sömürü için kullanıldığı doğrudur. Ancak mesele şudur: Günde 8 saat çalışıyorsan, ürettiğin artı değerden aldığın pay aslında 4 saatlik çalışmanın karşılığıdır, geri kalan 4 saati patrona çalışıyorsundur. İşçi hakları için mücadele edenler bunu 8 saatlik çalışmanın karşılığına çekmek isterler. Ha, bana kalırsa günde 4 saat çalışıp aynı maaşı almak en bir güzel hareket olur.
Temelli Belediyesi'ne gelecek olursak: "Temelli 1925 yılında Bulgaristan'dan ve Romanya'dan göç eden göçmenler için Atatürk tarafından yerleşim yeri olarak gösterilmiş ve Cumhuriyet tarihinin kurulan ilk planlı köyüdür. Polatlı ilçesinin ilk kuruluşunda ki iki nahiyeden biri olan Samutlu (Temelli) Nahiye Müdürlüğü Temmuz l 928 yılında kurulmuştur. İlk yerleşen 25 göçmene Atatürk tarafından 25 ev yaptırılmış bu evlerin konumu ve hükümet konağının imar planındaki görünümü havadan bakıldığında ay yıldız şeklinde olup, Türk bayrağını andırmaktadır." (http://www.temelli.bel.tr/ sitesinden alınmıştır.) Sakın ola Temellili arkadaşlar ve belediye çalışanları kendilerine tembel denildiğini düşünmesinler, o sadece belediyenin kısaltması.
(Dördüncü "T" harfi oldu farkındayım ama bu istek "T"siydi, kıramadım. Fakat "T" döngüsü eninde sonunda kırılacaktır!)
1- Çalışmaktan, iş görmekten, bir halta yaramaktan kaçınan, üşengeç, gayesiz, bütün gün yatıp tavanı seyreden ama iş eğlenceye gelince saatlerce zıplayıp duran insan evladı. Örnek: "Sizin çocuk çok zeki ama tembel!" (Veli toplantısından.)
2- Tıp. İşlevini yerine getirme konusunda daltaraklık yapan, su koyveren, oyunbozan organ ya da sistem. Örnek: "Sizin beyin çok zeki ama tembel!" (Deli toplantısından.)
3- TEMelli BELediyesi'nin kısaltılmış hali. Örnek: "TEMBEL Dinlenme Tesisleri'nde verilen molanın tadı inan hiçbir yerde yok!"
Tembel, (muhtemelen karma veya siestaya inanan bir kaç ülke dışında) tüm toplumlar tarafından tamamen olumsuz olarak kullanılan bahtsız kavramlardan birisidir. Öyle ki "Tembel insanın çocuğu olmaz" deyişinde görüldüğü üzere alakasız meselelerin suçu bile tembelliğe atılır. Ayrıca insanın bu konuda isteksiz olabilmesi anlaşılır ama bu sonucu tembelliğin doğurduğunu söylemek tembelliğe yapılan büyük bir haksızlıktır. ("Hanım ben yoruldum, burada bırakalım" / "Ben de tam onu diyeceğidim bey, şöyle sırt üstü yatalım efendi gibi.")
Ancak tembelliğe yapılan bu kötü vurgunun aslında başka nedenleri olduğunu da iddia edenler olmuyor değil. Paul Lafargue Tembellik Hakkı adlı eserinde, kapitalist sistemin yarattığı, modern çalışma nosyonunun aslında sömürüyü meşrulaştırmak ve insanlara düşünecek vakit tanımayıp onları kendilerine yabancılaştırmak için kullanıldığını ve böylece işçilerin köleleştirildiklerini söyler. Eh o dönemler 16-17 saati bulan çalışma saatleri düşünüldüğünde haksız da sayılmaz. Marx'ın damadı olan bu arkadaş, makinelerin sanayiye girişlerinin işçilerin çalışma saatlerini azaltacağını ve böylece de kurtarıcı olacaklarını düşünmüştü. Merter'deki tekstil atölyelerini görmüş olsa muhtemelen fikri değiştirdi.
Kapitalizminden çok önce de ağalar marabaların, derebeyleri de serflerin kıçlarını yırta yırta elde ettikleri ürünlere el koymak için (dini de işin içine katarak) kullandıkları araçlardan birisi olmuştur tembellikten kaçmak.
Bu noktada konu konuyu doğuruyor sayın seyirciler, "Peki tamah bu konuda nereye denk düşüyor?" diye soruyorum kendime. Madem tamah kötü, kanaat güzel o zaman tembellik, çalışma, sömürü ne alaka? Bu durumda sendikalar işçilerin haklarını genişletmek için mücadele etmemeli mi? Hiç endişelenmeyin, bir çelişki yok. "Postmodern zamanlarda çelişki olmaz, her şey her şeye uyar" mantığından yola çıkarak söylemiyorum bunu.
Tamah ve tembelliğin iki olumsuz kavram olarak her türlü sömürü için kullanıldığı doğrudur. Ancak mesele şudur: Günde 8 saat çalışıyorsan, ürettiğin artı değerden aldığın pay aslında 4 saatlik çalışmanın karşılığıdır, geri kalan 4 saati patrona çalışıyorsundur. İşçi hakları için mücadele edenler bunu 8 saatlik çalışmanın karşılığına çekmek isterler. Ha, bana kalırsa günde 4 saat çalışıp aynı maaşı almak en bir güzel hareket olur.
Temelli Belediyesi'ne gelecek olursak: "Temelli 1925 yılında Bulgaristan'dan ve Romanya'dan göç eden göçmenler için Atatürk tarafından yerleşim yeri olarak gösterilmiş ve Cumhuriyet tarihinin kurulan ilk planlı köyüdür. Polatlı ilçesinin ilk kuruluşunda ki iki nahiyeden biri olan Samutlu (Temelli) Nahiye Müdürlüğü Temmuz l 928 yılında kurulmuştur. İlk yerleşen 25 göçmene Atatürk tarafından 25 ev yaptırılmış bu evlerin konumu ve hükümet konağının imar planındaki görünümü havadan bakıldığında ay yıldız şeklinde olup, Türk bayrağını andırmaktadır." (http://www.temelli.bel.tr/ sitesinden alınmıştır.) Sakın ola Temellili arkadaşlar ve belediye çalışanları kendilerine tembel denildiğini düşünmesinler, o sadece belediyenin kısaltması.
(Dördüncü "T" harfi oldu farkındayım ama bu istek "T"siydi, kıramadım. Fakat "T" döngüsü eninde sonunda kırılacaktır!)
Tamah
Arapça. İsim.
1- Açgözlülük. Daha fazla mal, para ya da zevk istemek ve bunun için didinmek. Örnek: "Bu sırra ermeyen mürşid olamaz / Hırsı nefse uyan, özün bilemez / Tamah için gezen Hakk’ı bulamaz / Ne bilsin ikrar, iman nedir?" - Noksani
2- -etmek. Çok beğenip istemek, isteğine ulaşmak için türlü rezillikler yapmak suretiyle kendini alçatmak. Örnek: "Balıklara ve alıklara iğneyi yutturan yem değil, tamahlarıdır"
3- "Tam ah!" ifadesinin özellikle yanlış yazılmış hali. Tamah aslında sebeb-i mahrumiyet olduğu için, tamah eden kişi bir süre sonra kelimenin tam anlamıyla ah çekmeye mahkumdur. Oysa "Kasaba minnet edeceğime, sikimi keser yerim" demiş olsaydı en azından proteinsiz kalmazdı. Örnek: "Terk edip gitme dedim / Beni bırakma dedim."
Bir hadiste, "Ademoğlu için iki vadi dolusu mal olsaydı, mutlaka bir üçüncüyü isterdi. Ademoğlunun iç boşluğunu ancak toprak doldurur. Allah tövbe edenleri affeder" denmektedir. Nefs her zaman daha fazlasını ister, hepsini ister, hem emmeli hem gömmeli ister, elindekiyle yetinmez bir başkasınınkine de göz koyar.
Buradan anladığımız; tamahın modern toplumla ilgisinin bulunmadığı, aksine çok eski bir ata siporu olduğudur. Demek ki insanlar binlerce yıldır tamah siporuyla iştigal ediyorlarmış ve hala bu aktivite devam ediyor. "Peki bu durumda bir önceki maddedeki tabula rasa n'oldu ansiklopedici beyefendi!" diye şarlayanınız olur mu bilmem; ama meşrebimizi oluşturan bazı özellikleri biyolojik olarak barındırdığımız doğrudur. Fakat mülkiyet ekonomisi ve rekabet, insanın doğasındaki bencil yanı kışkırtıyor olsa gerek. Oysa asıl mesele, tamah eğilimine karşı alacağın tavırdır: Ona karşı mücadele mi edeceksin, yoksa o rüzgara kapılıp gidecek misin?
Öte yandan tamahın biraz daha gizlide kalan belalı türlerinden birisi de elinde olmayanı değil, elinde olanın daha fazlasını istemektir. Sevgilini, karını, kocanı, arkadaşını çok seviyorsundur ve ondan da aynı şekilde seni sevmesini bekliyor ve bunu talep ediyorsundur. Sana verdiği yetmiyor, kesmiyordur. Bu da tamahdır. İnsan evladından niye hala birşeyler bekler durursun a tamahkar kör!
İlk maddede geçen "Sana verilmeyeceğini bildiğin şeyden hürsün, sana verilmesini tamah ettiğinin ise kölesi" sözünün devamını Ataullah İskenderani, Hikmetler Kitabı'nda şöyle açıklıyor:
"Tamah ne kadar fenalıkları mucip olursa kanaat bunun aksine her türlü iyiliğin sebebidir. Tavşancıl kuşu esmanın izzet ve azamet sahasında uçarken yeryüzünde bir tuzak üzerine konulmuş bir parça et görünce tamahı o azamet sahasından et parçasına doğru onu yere indirir. Kanatları tuzağın tellerine tutulunca bir çocuğun elinde oyuncak olacak bir felakete uğramış olur."
Aslan bile bir parça et için rezil rüsva olup çakal gibi sürünürse, çakallar ne yapmaz!
(Bu arada ilk üç madde "T" harfine denk gelmiş, tamamen tesadüftür.)
1- Açgözlülük. Daha fazla mal, para ya da zevk istemek ve bunun için didinmek. Örnek: "Bu sırra ermeyen mürşid olamaz / Hırsı nefse uyan, özün bilemez / Tamah için gezen Hakk’ı bulamaz / Ne bilsin ikrar, iman nedir?" - Noksani
2- -etmek. Çok beğenip istemek, isteğine ulaşmak için türlü rezillikler yapmak suretiyle kendini alçatmak. Örnek: "Balıklara ve alıklara iğneyi yutturan yem değil, tamahlarıdır"
3- "Tam ah!" ifadesinin özellikle yanlış yazılmış hali. Tamah aslında sebeb-i mahrumiyet olduğu için, tamah eden kişi bir süre sonra kelimenin tam anlamıyla ah çekmeye mahkumdur. Oysa "Kasaba minnet edeceğime, sikimi keser yerim" demiş olsaydı en azından proteinsiz kalmazdı. Örnek: "Terk edip gitme dedim / Beni bırakma dedim."
Bir hadiste, "Ademoğlu için iki vadi dolusu mal olsaydı, mutlaka bir üçüncüyü isterdi. Ademoğlunun iç boşluğunu ancak toprak doldurur. Allah tövbe edenleri affeder" denmektedir. Nefs her zaman daha fazlasını ister, hepsini ister, hem emmeli hem gömmeli ister, elindekiyle yetinmez bir başkasınınkine de göz koyar.
Buradan anladığımız; tamahın modern toplumla ilgisinin bulunmadığı, aksine çok eski bir ata siporu olduğudur. Demek ki insanlar binlerce yıldır tamah siporuyla iştigal ediyorlarmış ve hala bu aktivite devam ediyor. "Peki bu durumda bir önceki maddedeki tabula rasa n'oldu ansiklopedici beyefendi!" diye şarlayanınız olur mu bilmem; ama meşrebimizi oluşturan bazı özellikleri biyolojik olarak barındırdığımız doğrudur. Fakat mülkiyet ekonomisi ve rekabet, insanın doğasındaki bencil yanı kışkırtıyor olsa gerek. Oysa asıl mesele, tamah eğilimine karşı alacağın tavırdır: Ona karşı mücadele mi edeceksin, yoksa o rüzgara kapılıp gidecek misin?
Öte yandan tamahın biraz daha gizlide kalan belalı türlerinden birisi de elinde olmayanı değil, elinde olanın daha fazlasını istemektir. Sevgilini, karını, kocanı, arkadaşını çok seviyorsundur ve ondan da aynı şekilde seni sevmesini bekliyor ve bunu talep ediyorsundur. Sana verdiği yetmiyor, kesmiyordur. Bu da tamahdır. İnsan evladından niye hala birşeyler bekler durursun a tamahkar kör!
İlk maddede geçen "Sana verilmeyeceğini bildiğin şeyden hürsün, sana verilmesini tamah ettiğinin ise kölesi" sözünün devamını Ataullah İskenderani, Hikmetler Kitabı'nda şöyle açıklıyor:
"Tamah ne kadar fenalıkları mucip olursa kanaat bunun aksine her türlü iyiliğin sebebidir. Tavşancıl kuşu esmanın izzet ve azamet sahasında uçarken yeryüzünde bir tuzak üzerine konulmuş bir parça et görünce tamahı o azamet sahasından et parçasına doğru onu yere indirir. Kanatları tuzağın tellerine tutulunca bir çocuğun elinde oyuncak olacak bir felakete uğramış olur."
Aslan bile bir parça et için rezil rüsva olup çakal gibi sürünürse, çakallar ne yapmaz!
(Bu arada ilk üç madde "T" harfine denk gelmiş, tamamen tesadüftür.)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)