Hintergedanke

Almanca. İsim

- Art düşünce. Düşüncenin ardında, arkasında tutulan, söze ya da dile getirilmeyen, söylenmeyen, itiraf edilmeyen. Art niyet. Örnek: "Lan sendeki hintergedankeye kalsak 'tüm insanlık şerefsizlik üzerine kurulu' dememiz gerekir Yaman Abi!"

"...Hintergedanke, an apprehension lying tacitly in the back of our minds which we cannot easily admit, even to ourselves." diyor Alan Watts, The Book on the Taboo Against Knowing Who You Are adlı muhteşem eserinde. Yani "Hintergedanke, düşüncelerimizin ardında yatan -bırakın başkalarını- kendimize bile kolaylıkla itiraf edemediğimiz 'tacitly' bir 'apprehension'dır."

Bu ifadenin tüm şairane olduğu kadar cillopsss güzelliği Türkçe'ye çevrilmemiş iki kelimede yatar: Tacitly ve apprehension!

Tacit, Arapça zımni'ye karşılık gelir ki, bunun Türkçe'de sahibinden dubleks villa karşılığı vardır: "Kapalı olarak yapılan veya söylenen, dolayısıyla anlatılan, kapalı, gizli" ve mantık terimi olarak "içerik"

Apprehension ise daha çetrefilli bir anlam dünyası yaratır, çünkü Türk evladının o billur zihnindeki karşılıkları çeşitlidir: "Kavrayış, tevkif, korku, endişe, kuruntu, akıl, zihin, zan, anlayış."

Şimdi bu çeviriyi yeniden ve yeniden ve yeniden (Oh yeah!) okumaya kalkarsak, Hintergedanke karşımıza şu anlamlarla çıkar:

1- Düşüncelerimizin ardında yatan -bırakın başkalarını- kendimize bile kolaylıkla itiraf edemediğimiz, üstü kapatılan bir kavrayış.

2- Düşüncelerimizin ardında yatan -bırakın başkalarını- kendimize bile kolaylıkla itiraf edemediğimiz, üstü kapatılan bir korku.

3- Düşüncelerimizin ardında yatan -bırakın başkalarını- kendimize bile kolaylıkla itiraf edemediğimiz, üstü kapatılan bir kuruntu.

4- Düşüncelerimizin ardında yatan -bırakın başkalarını- kendimize bile kolaylıkla itiraf edemediğimiz, belirli bir içeriğe sahip bir akıl.

(Bu zeki okuyucu, muhakkak geri kalan kombinasyonları kafasında üretecektir.)

Bunların toplamından da , aslında içimizde bir yerlerde ne anlama geldiğini bildiğimiz ama anlamını -kimi zaman kendimize bile- itiraf edemedimiz düşünceler çıkar. Ki Alan Watts (Batılı bir misittik olarak) bu tabiri, (Batılı bir maddeci şerefsiz olan) Freud'un bilinçaltı / ID kavramını çok indirgemeci bulduğu için kullanmıştır. Çünkü Freud insanların eylemlerinin ve bu eylemlere yol açan motivasyonlarının altında gayet hayvani bir yaşamsal güdünün yattığını düşünüyordu. Ona göre tüm mesele; doğurucu bir enerji olan Eros (evet, erotik lafının kökeni) ile insanın öleceğini bilen tek varlık oluşundan duyduğu korkunun, Thanatos, yarattığı çatışmadan kaynaklanıyordu.

Ancak onun bu açıklaması, sık sık duygusallaşan (harbiden hisseden ama, koftiler değil), ara sıra tuhaf bir şekilde tekil bir varlık olmaktansa bu dünyayla BİR olduğunu hisseden insanlar için yeterli değildi. Önce kendi çekirgesi C.G. Jung karşı çıktı bu fikre, ardından da beat kuşağını belirli bir derecede etkileyen A. Watts.

Fakat, kaynağı ve nereden gelip nereye gittiği konusunda uzlaşamasalar da, insanların zihinlerinin ardında, kendilerine ve başkalarına itiraf ettiklerinin dışında, bir seziş olduğunda hemfikirlerdi. Bu sezgi alanı, modernlikle beraber makuliyet sınırlarına çekildiği zannedilen insanın mantık-dışı (irrational) kısmını oluşturuyordu ve hislerimizin / eylemlerimizin hangi yöne gideceğini belirlemede -belki de- mantıktan daha fazla etkiliydi. Yani, yediğin yine pilav ama pirinç değil, belki de bulgur pilavı hacım!

Bu noktada Hintergedanke, insanın gündelik hayat içinde karşısına çıkan bir takım toplumsal durumlar karşısında hissettiklerinin, başka toplumsal nedenler yüzünden aklının arka tarafına atılması, reddedilmesi ve yadsınmasıdır. Bu, bir başkasına kendisi / ne düşündüğü / ne hissettiği hakkında yalan atmaktan farklı olarak, kişinin kendisine dair gerçekle yüzleşmeme isteğidir. Eylemlerini ve onların doğurdukları / doğuracakları sonuçları bildiği halde, öz-imgesini (kişinin bilinç düzeyinde kendisinin nasıl bir olduğuna dair yargısı) ya da başka toplumsal bağlantıları (tam anlamıyla 'ilişikte olma'ları, angajmanları) zedelememek adına bunlar yokmuş gibi davranır. Bu yadsıma, çoğu kez, varoluşu rahatlatan bir sübap, bir emniyet terbitatı hissi uyandırsa da, insanın kendi içindeki canavarları görmezden gelmesinden başka bir işe yaramaz. O canavarların dönüşü de muhteşem olur, pek sevimli artniyetli okurlar! ("Herkesin içinde kendi Gulyabani’si yaşıyor. Herkesin içinde, tek gözüne ok atması gereken bir Tepegöz var!")

Uzun yıllar boyunca, ciddi ciddi nevrozdan muzdarip hastaları tedavi etmiş olan C.G. Jung, yukarıda Watts vesilesiyle anılan Hintergedanke kavramını egonun gölgesi olarak anmıştır. Freudyen psikoanalizde bu gölgenin eylem düzeyinde ortaya çıkışına bastırılanın geri dönüşü (return of the repressed) denir.

Sosyalleşme denilen süreç (aile terbiyesi, okul eğitimi, arkadaş grubu, evlilik vb.) sayesinde toplum denilen kurguyu oluşturduğu söylenen kurumların ve faillerin bize öğrettiği kuralların, içimizde bulunan istek / güdü / düşünce ile çelişmesi durumlarında (ki genellikle çelişir) o içte olanları gömer, başkalarına karşı onlar yokmuş gibi davranırız. Ancak her kasıtlı oyunun kuralı olarak, bir süre sonra attığımız yalana kendimiz de inanmaya başlarız. (Baudrillard'ın simulation kuramı burada devreye girer. Ancak bu ayrı bir tartışma konusudur. Şimdi size, "ben" dediğinizin gerçek istek ve arzularınızın oluşturduğu bir bütün yerine, toplumsal bir simulasyon olduğunu nasıl anlatayım!?)

Her ne kadar, "O" karşımıza ara sıra çıksa da, oraya gömdüğümüzün olmadığını tahayyül ederiz. Çok sevdiği bir insan öldüğünde onu yatağında ya da buzla dolu küvette saklayan insanların hikayeleri size çok hastalıklı geliyorsa, bir an durun ve kendi hayatınıza bakın! O insanların tek suçlarının, sizin sembolik anlamda, bütün hayatınız boyunca her gün yaptığınız işi, ete kemiğe büründürmek olduğunu göreceksiniz! (Ya da görmezden geleceksiniz.) Çünkü işin doğrusu, onların yaptrığı, sizin hintergerankenize yaptığınızdan farklı değildir: Yaşamsal bir gerçeği kabullenmemek, görmezden gelmek, olmamış gibi davranarak meşrulaştırmak!

Kendi hintergedankesi ile yüzleşmeye yanaşmayan insan kendini sevemez! Kamusal alanda gösterdiği tüm kendini sevme ayinleri koskoca bir yalandır. Çünkü ne kadar başkalarından ve -çoğu zaman- kendinden saklamaya çabalasa da o gömü aslında orada durmaktadır, muhterem mezarkazıcılar! Kendini kazmaktan karşısına çıkacak gerçeklerden dolayı korkan ve bu yüzden kendini sevemeyen bir insanın da başkalarını sevebileceğini hangi vicdansız iddia edebilir? Yüzleşeceklerinden korkmayı bırakıp kendini keşfetmek adına kazmıyorsan, mücadeleye girmiyorsan, terlemiyorsan, kusmuyorsan, kendinle kavga etmiyorsan, başkalarıyla nasıl barış halinde olabilirsin? Bir başkasının hintergedankesini kabul ettiğini iddia etsen de onu nasıl içselleştirebilirsin?

İşte ahali, bu korkaklık en kallavi toplumsal yalanlardan biridir!

"Sen şahanesin", "Sen cicisin" ,"Sen süpersin", "Sen çok güzelsin" deyip duran dostların / arkadaşların / ahbapların / sevgililerin / eşlerin bu lafları kendi keyifleri ve çıkarları için ettiklerinden emin olun! Çünkü, birbirimizle geçinmek ve iyi-kötü idare etmek üzerine kurulu olan ve adına toplumsallık denilen kavram bir eyyam uzlaşmasıdır! Bu uzlaşmaya çok kapılmış olanlar, onları didikleyen, eleştiren, hintergedankeleriyle yüzleştiren insanlardan kaçarlar. Ve bu kaçışı da, nasılsa asla yüzleşmeyeceklerine emin oldukları hintergedankelerine bir günah olarak eklerler. (Ödemeyeceğin hesaba bir şampanya daha ekletmekte mahsur var mı?) Bu yüzden, naçizane, beni didikleyen, tokat atan, sarsan insanları daha çok sevme eğilimindeyim. Ve -bazen naçar yere- bunu yaptığım insanlarından da beni daha çok seveceklerini umuyorum belki!

Velhasılı kelam, bu Almanca kavram üzerine çok konuştuk, o zaman Bavyera dolaylarından bir türküyle bitirelim bu maddeyi:

Oy hintergedanke, hintergedanke
Oh! Ja, ja richtig, ich komme!
Oy hintergedanke, hintergedanke
Sprechen sie Deutch? Ja, danke