Kofti





Rumca.
İsim.

- Bir duyguyu, düşünceyi, hayali, metayı, niceliksel ve/veya niteliksel anlamda olmadığı bir hâle büründürerek satmaya çalışan sahtekâr, yalançııı, bacanakbacağı, dolandırıcı, kolpa insan evlâdı. Örnek: "Hıştt Cemil Abi, 'Yalandan ve yalancıdan nefret ederim kadar büyük bir yalan yoktur!' Nasıl, iyi mi? Koftilere ayar veren bir aforizma oldu di mi? / Ne bileyim Danyal? Ben burada mıyım ki?"



Eski çaycımız Ramiz'in büyük büyük dedelerinden olan Petronyus'un, "Mundus vult decipii ergo decipiatur" lafını boşuna telâffuz ettiğini düşünüyorsanız; Ramiz'in sülâlesinden bir fertle rakı içmemişsiniz demektir.

Ramiz'in çevirisiyle, "Âlem iyice mala sarmış be ya, sallayasın kuyruklu yalanı emencecik inanıverirler! Ee madem öyle, bırak da inansınlar kızanım!" anlamına gelen bu söz, herkesin, siyasetin 'koftileme sanatı' olduğunu bildiği halde, ne halt yemeye siyasilerin peşinden sürüklendiklerini, kısmen alaycı kısmen fırsatçı bir ima ile gösterir. Çünkü düzenli şekilde yalan atan/üçkâğıt bağlayan koftiler, onlara inanmaya hevesliler olmadan bu işi başaramazlar.

Yukarıdaki sözün büyüklüğü ise, binlerce yıldır, pek çok farklı alanda süregelen sahtekârlıkların neden sürdüğünü ve neden süreceğini tespit etmiş olmasında yatar. Kıçınakazıkkaçanların ipliklerini (her ne kadar onlar kendilerini aklamaya gayret etseler de) pazara çıkaran 'inanmayı istemek' fiili, aslında büyük bir küfür olan kurbanlaştırmayı saf dışı bırakır; masumâne bir saf dilliliğin arkasına saklanıp vicdanımızı sömürmeye çalışan budalaların gerçek yüzlerini ortaya koyar. Her türlü uyarıya kulaklarını tıkadıktan sonra dolandırılır; ardından da böğüre böğüre bağrışırlar. Bu kulak tıkama, gerçeği sezdikleri halde, tatlı yanılsamanın bitmesinden duydukları korkudan kaynaklanır.

Petronyus'un önermesinin ardında iki ihtimal vardır: Gündelik olarak, bir hayalden gerçek değerinin üstünde kâr bekleniyordur; genel olarak, evrenin kayıtsızlığına karşı bir tür var olma stratejisi babında, 'umut, ölümlünün ekmeği' faydası alınıyordur. Her iki ihtimalde de kofti, karşısındakini kendi isteği doğrultusunda yönlendirmeye çalışan, bunu da kasıtlı olarak yalanlarla yürüten kişidir.

Mevzunun can damarına bakacak olursak; iki şerefsiz insan müsveddesinin dünyayı kandırmaya çalıştıkları görürüz: Koftiler ve sanatçılar. Bunlardan ilki en çiğ yalanı kavruk bir gerçek gibi satar; ötekisi ise helâtıkayan kadar gerçek olanı bile yalan attığını söyleyerek sunar. Zaten iyi sanatçıdan iyi politikacı çıkmazken; iyi politikacıdan ise her şey olabilmesinin nedeni de budur. (Bir istisna: Sitesine Kofti adını vermiş, çok yetenekli bir çizeri keşfetmek için www.kofti.com'u ziyaret edebilirsiniz. Özellikle çizgi hikayelerine göz atmanız tavsiye edilir.)

Sanatçı da kofti de, size (öyle ya da böyle) bir yanılsama sunarlar. Bu tatlı yanılsama sizi gündelik hayatınızın sıradanlığından çıkarır; sizi, renkli ve eğlenceli olasılıkların oynaştığı Sınırsız Rüyalar Diyarı'na mülteci olarak götürme sözü verir. Ancak sanatçı, sizi gerçekten İsveç'e götürse bile, her zaman Kapıkule yakınlarında boş bir araziye indireceğini vurgulayıp durandır; sunduğu hayalin gerçeklik iddiası taşıdığını söylemeye asla cüret etmez. Kofti ise tavşanların gerçekten şapkasında olduğunu, hatta fırsattan istifade orada üreyip koloni kurduklarını söyleyecek kadar yüzsüzdür.

Bu iki durum arasındaki farkı en net şekilde anlatan kişi olarak Orson Welles'in adını verebiliriz. Çocukluğunda Harika Çocuk mahlasıyla ilüzyon gösterileri yapan Welles, yanılsama ile sanat arasındaki bağı tüm hayatına taşıdı ve büyüdüğünde sinemacı oldu. (Büyük derken, henüz 26 yaşında Yurttaş Kane'i çekti. ) Ona göre ilüzyon gösterisi ile sinema gösterisi arasında bir fark yoktu: İkisi de insanların dikkatini, "Bak şimdi ne yapacağım ve sen de bunu yiyeceksin" diye diye, başka yöne çekme becerisiydi. Bu çemada koftiliğin yerini ise 1938 yılında bir radyo aracılığıyla gösterdi. H.G.Wells'in, dünyanın Marslılar tarafından işgalini tasvir eden Dünyalar Savaşı romanını, bunun bir drama olduğunu söylemeden radyoda okudu. Sonuç, anlatılanı gerçek zanneden insanların paniğe kapılmaları ve sokağa dökülüp büyük bir kargaşa yaratmaları oldu.

İmdi, sözgelimi, siyasetçi dediğiniz insan, Welles'in radyodan bir kez yaptığını her gün yapan insan değil midir? Kimi zaman ortada sebep yokken tansiyonu arttıran, kimi zamansa tüm ülke büyük belâlarla karşı karşıya iken sakin olunmasını telkin eden ve cebini böyle dolduran insanları an be an izlemiyor muyuz?

Bunlar ortaklaşa inandığımız yalanlar olmasa, belki de vicdanı kuvvetli bir analist çıkıp, bize şu borsa ve küresel kriz çalkantısının, koftilerin şişirdiği küresel ekonominin canımıza okuması olduğunu söyleyebilirdi. Birisi size bir rezervde tutulan altınlara karşılık olması gereken banknotların değersizliğini anlatsa; bırakın altını gümüşü, ortada banknot bile olmadan banka hesaplarınızla Internet şubesi üzerinden yaptığınız işlemlerin tarihin gördüğü en büyük üçkâğıt operasyonu olduğunu söylese; banka hesap PIN'lerimizi uç uca ekleyip onu kovalarız. Çünkü içinde olduğunuz yanılsama, küresel krizlerde mavi ekran gösterse bile, varlığını sürdürmektedir. Emeklerimizi cebellezi eden spekülatörlerin, en bilgili ve akıllı koftilerden oldukları su götürmez bir gerçektir!

Hazır Internet demişken; bir başka koftilikten bahsedebiliriz: Internetin yaygınlaşmasıyla beraber güneş gözlüğüyle webcam fotoğrafı çektiren, evrenin bir numaralı erkeği pozlarındaki primat koftilere; en dip layer'ına kadar fotoşoklanmış benlikleriyle arzıendam ederek, 'bana güzel avrat' deyin diye çırpınan cinsilatif koftilere ve aforizma üfürücü, kafa bükücü sözde-feylesof koftilere rastlamaya başladık.

Şimdi bir densiz çıkıp, primat koftilere, "Koçum güya havalısın, en bi' şahane erkeksin ama her gün tuvalette iki posta gidiyorsun, bu ne iş?!" dese; şoklu hatun taifesine, "Böyle profil fotoları yapıp duruyor, sonra da şu bana asıldı, bu hayvan bilmem ne dedi diye hayıflanıyorsun; koy bakalım ot böcek böyle oluyor mu?" diye ayar verse; derin ve afili sözde-feylesoflara, "Yahu hacı, her erkeğin her kadına asılma hakkı vardır da, gözlerin alalade bir kadın gördüğünde bile fıldır fıldır sörf yaparken; sen neyin felsefesini, neyin devrimini satıyorsun? Hatuna aforizmik, ere mikmiksin!" dese; primatın gözlerini ağlamaktan kan bürümez, şoklunun hue'su kaymaz, sanal asinin delişmen aforizmaları utancından Nietzsche'nin bıyıklarının altına saklanmaz mı? Hal bu noktaya geldiğinde; glow'lu uzuvlarını, matrak mı matrak vudiellınımtrak iletilerini ya da 'isyan vakti gelmiş bir şehrin kırılgan huzursuzluğunu anlatan'' ağlak şiirlerini nerene enstele edeceksin?

Hadi bunlar belirli bir cins diyelim; peki durmadan sevgi böcüklüğü ruhunun üstünden ayrılmadığı kofti vulgaris ile nasıl baş edeceğiz? Yahu bir insan evlâdı durmadan sanal sevgi dağıtabilir mi? (Kafa Yolları Haritası'nın arkasından 'şöyledir böyledir' diye konuştuğunuzu bilmiyor muyuz biz?) Tamam, dükkâna geliş fiyatı, vergisi, stopajı filan yok da; az önce 'Çok güzel çıkmışsın Burcucum' diye yağ yaktığın hatunun arkasından 'Ondaki yağla balina ısınır' deyip durmaktan da mı yorulmazsın, bre kofti Lâle! (Ancak maddenin ta en başında bahsi geçmişti; suç sadece Lâle'de değil, Burcu da bu konuda beğğnce yalnnnış yaptıea! Lâle'nin kendisi hakkındağ öle dediğini bilmio muki?)

Neticede, alan memnun satan memnun değil mi, sevgili sanal âlem mukileri? Internet'i de -kaçınılmaz olarak- gündelik hayatımıza çevirip, ardına sığındığımız ikiyüzlülüğün, attığımız yalanların can bulacağı yeni bir mecra yapmadık mı? Koftilik, hepimizin öyle ya da böyle bir ucundan tuttuğu, edepsizce çığırtkanlık yaparak yükselen yeni bir yeni çağın 'ahlâk'ı değilse; biriktirdiğimiz millerle kaçacak neresi kaldı, pek bi' şirin 'very big cat'ler? Sözünde vaat çok, özünde ad hoc bu yeni ilişki düzlemi külliyen eyyam üzerine inşa edilmiş bir gecekondu değildir de nedir, a bağrı obruk memleketimin sevgi fakiri kelebekleri?

Bazılarınızın, her daim olduğu üzere, bu uzun yazıdan sıkıldığını, kulaklarını tıkayıp gözlerini bantladığını tahmin etmek için müneccim olmak gerekmiyor. Madem öyle, bu kavramların içini boşaltma ve iletişimi ortada iletişecek bir şey kalmayana kadar arttırma sürecini basit bir örnekle titreştirelim.

Bunun için kan kardeşi kavramına bakmamız yeterlidir. Bir zamanlar kan kardeşi, kör bir çakıyla kanatılan parmakların buluşmasını ve (tamamen gerçekleştirilmeyecek olsa da) ömür boyunca birbirinin götünü kollamayı simgeliyordu. Kısaca ortada iki insanın biribirine AIDS bulaştırmasına yetecek kadar kan vardı. Sonra bu lafı uzun bulduk ve kanka olarak kısalttık. Bu da kesmedi, yaratıcı gençlerin havadar beyin kıvrımlarından süzülen panpa lafı meseleye dühul etti. Çok da iyi etti; yoksa Hilâl Cebeci'nin 'online striptease' gösterilerinin ardından, onu her yalamak isteyen adama, 'Bn de sni sevyrm panpişim' yazışını okuyamazdık. (Tabii ki bu yorumu kabul etmeyip, "Biz Hilâl'le farklı bir yöntemle kan kardeşi olmak istiyoruz" deme kudretiniz, damarlarınızda akan panpişte mevcuttur!)

Şimdi bunu okuyup "Kafa Yolları Haritası ağzından tükürükler saça saça, sağa sola sataşıyor ayol!" deyü düşünürseniz üzülürüz. Şu mevzuyu hoplatmak gerekir ki; bu ucuz koftilik türü aslında hepimizde farklı konularda farklı dozlarda ikamet etmektedir. İnsanların gerçeği sıkıcı bulduklarını ve onu olduğu gibi satın almayacaklarınız öğrendik. Bundandır ki hepimiz kof'uz, hepimiz ti'yiz! Meselâ, en basitinden, şu satırı yazan hergelenin Facebook profilinde (beni buradan listenize ekleyebilirsiniz.), din hanesinde Kofti Kalenderi yazıyor. Hakiki Kalenderliğe göt yetmeyince, zikren Hanya'da fikren Konya'da olmak kaçınılmaz! (Neyse ki; şerefsizlik imdadımıza yetişiyor da tutarsızlıklarımızı sümen altı edebiliyoruz.)

Koftiden uzayan bu maddeyi de Kofti Türleri üzerine yıllardır yapmakta olduğumuz esaslı bir çalışmanın sonuçlarını yayınlayarak kapatalım mı, sayın Zeytinburunlular?

Fakat önce teşekkür etmek istiyorum. Şimdi siz bunu donuna kadar değil sonuna kadar okudunuz ya; hepinizin yüreğine sağlık, canlarım benim! <3



-Kofti Türleri-


Cızbız Kofti: Yalanını yemesi en zevkli olan koftidir. Muhatabını zayıf yerinden yakalayıp, onu iştahını güzel vaatlerin kokusuyla harekete geçirir. Onu bir başkasının hayallerini ayıklarken gördüğünüzde bile, ortada bir 'tezgah' olduğunu bilmenize rağmen, canınız çeker; yemek istersiniz. (Yersiniz de!)

Islama Kofti: Zengin içerikli bir kofti türüdür. Özünde 'bayat'lık olsa da; farklı kaynaklarla beslendiği için ilgi çekici görünür. 'Bol jöle kullanan koftiler', kıskanç keller tarafından bu türe dahil edilseler de; bu sınıflandırma aslında doğru değildir. (Buradan tüm kellere, 'Peruğunuzu denk alın, bir sonraki madde siz olabilirsiniz!' demek istiyoruz.

Mantarlı Kofti: İş dünyasında sıkça görülürler. Sizden çok şahane bir iş için para aldıktan ya da emeğinizi emdikten sonra, "Kardeş, o iş mantara bağladı ya; her şey de boşa gitti!" diye karşınıza çıkarlar. Bunun ertesinde Facebook'ta Şeyseller'de yaptıkları tatilin fotoğraflarını görürsünüz. Mantarın lezzetine göre, fotoğrafları 'beğen'ebilirsiniz bile!

Dalyan Kofti: Kadın ya da erkek fark etmeksizin dış görünüm itibariyle dalyandırlar, ama yürek dersen tısss! Zoru görünce kaçarlar; kaçamazlarsa tek darbede yere inip zırlamaya başlarlar. Güçlü ve becerikli görünüp, büzüklerinin ötesinde vaatlerde bulunurlar; sonra da toz olurlar.

Çiğ Kofti: Çoğunlukla sonradan görme, ham meşrepli sahtekarlardır. Yaptıklarını bire bin katarak, sırf kendilerini övmek için anlatırlar. Yalanları keyifle yense de, bünyeden atılırken ciddi bir yanma yapabilir.

Kadın Budu Kofti: Karı kız peşinde koşan erkek koftilerdir. Yok efendim, "Ben entelim, ben ezilenin yanındayım"; yok efendim, "Ben yazarım, senaristim, müzisyenim, art direktörüm", yok efendim, "Benimki 25 santim, ayrıca dışarı çıkmadan prezervatif de değiştirebilirim" diye dolanıp duran türdür. Web sitesi kurup, kendini bin bir meslekle tanımlayanlara rastlansa da; 25 santimci olanları, mevzuatı belgeleme konusunda utangaç davranmaktadırlar.

Ekşili Kofti: Koftilerin en suratsız, en can sıkıcı türüdür. İnsan yalan atar ama tatlı tatlı atar di mi? Bunlar durmadan sağa sola laf sokarlar, ama kendileri de aynı yoldan giderler. Sürekli depresyonda olan, özgüvensiz kadınlar bu türe girerler.

Terbiyeli Ekşili Kofti: Yukarıdaki grubun aile terbiyesi almış olanıdır. Bundan dolayı pasif agresiftirler.

Kuru Kofti: Minimum seviyede bile üçkağıt açacak kadar donanımları yoktur. Kuru kuruya sallayıp dururlar. Tehlikeli yanları, sıvısız alındıklarında boğaza taklabilmeleridir.

Yalancı Kofti: Koftilerin arasında en salağıdır. Lan, insan niyetini bu kadar belli eder mi!

Yalancı İçli Kofti: İşte büyük oksimoron! Yalancı mısın, içli misin, yalanı mı içli atıyorsun, yoksa yalan attıktan sonra içlenip üzülüyor musun, bilemedik!

Tekirdağ Koftisi: Çaycı Ramiz Ağa! (Şaka lan şaka, en az sizin kadar benim kadar harbi bir insandır. Bu arada Ramiz'i yeniden işe aldık; artık 'eski' değil.)

Ana





Türkçe. İsim.

1- Yavrusu olan ve yavrusunu (-larını) besleyip büyütmeyi, bağışlamayı ve esirgemeyi şiar edinmiş dişi hayvan, anne, valide, mader. Örnek: "Şimdi bizden Freud'un Odipus Kompleksi'ni, kadınlara 'anam' diye laf atan adamları görmeden mi ortaya attığına inanmamızı istiyorsunuz?"

2- Temel, öz, esas, asıl; bir alacağın ya da borcun, faiz dışında kalan esas bölümü. Örnek: "Çocuk, bir ananın faizidir!"

3- İnsan(lar)a iyilik yapan, esirgeyen , hürmet edilesi orta yaş üstü kadın; cadı panzehiri. Örnek: "Sanat eserlerinde çok yaşlı adamları bilge olarak görmemize karşın, çok yaşlı kadınları hem iyi niyetli dert anası hem de kötücül cadı olarak görmemizin altında; erkeklerin belli bir yaştan muzdarip oldukları prostat sorunlarının kötülük yapma potansiyellerini azaltması mı yatıyor Cemil Abi?"



"Anamız, analarımız... Anadolu'nun çilekeş, cefakar anaları..." diye başlayan bir yazının fazla eyyamlı olacağını ve Kafa Yolları Haritası gibi harbiden romantik bir bloga yakışmayacağını düşündük.(- Spoiler- Ben ve Anna.) Bu yüzden mevzuya, "Yahudiliğin ve Hıristiyanlığın Zeusvari babacıl bir tanrısı varsa; Müslümanlığın da, en önemli iki adı, analığa / kadınlığa atfedilmiş bir kavramla aynı kökten (rahman ve rahim / r-h-m) türeyen anacıl bir tanrısı var sayılmaz mı?" diye sorarak başlıyoruz.

Peki ana nedir, sevgili okur?

Önce büyük bir yanlış anlamayı düzeltelim:

Türkçe dublajlı yabancı filmlerde geçen Ben adı çocuklar için ne kadar arazlı bir portre çizme potansiyeline sahipse (-Selam Ben! / -Sen beni nereden biliyorsun? / - Sen, Ben değil misin? / -Hey, sen beni Sen Nehri'nde yaşayan Ben'le karıştırdın ahbap!), An(n)a adı da o adı taşıyan her karakteri hızlıca validehanım kıvamına getirme özelliğini barındırır.

Bir filmi izlerken, "Ulan bu eşek kadar adam bu küçücük kızın oğlu mu?" diyen anneannenizi görünce; keh keh diye gülüp, yavşak bir ses tonuyla, "Yahu anneanne, Anna kızın ismi!" diye ukalalık taslarsınız. Peki binlerce yıllık hayat deneyimine sahip o anneanneler haksız madır pek sevgili okur?

Ana, Anna, Anne gibi isimler, İbranice Hannah'tan türemiştir. Hannah ise İsmail'in anasıdır ve kelimenin kökeni, "Tanrı tarafından (bir çocukla) lütufta bulunulmuş olan"dır. Hannah, uzun yıllar boyunca bir çocuk için dua etmiş, en sonunda da kendisine İsmail ('Tanrı işitir') bahşedilmiştir. Sözün özü, Anna anadır. (Bu da melek yüzlü, keçi sakallı, parçalı nöronlu anneanneleriyle dalga geçenlere kapak olsun, bir daha böyle edepsizlikler yapmayın!)

İngilizce'de "mother", Almanca'da "mutter" , İtalyanca ve İspanyolca'da "madre" olarak geçen ananın dibi, etimolojik olarak Eski Yunanca "meter" ; Latince "mater"e kadar iner. Asıl şıpşıkımtrak tesadüf odur ki; yukarıda anırılan tüm dillerde anayla "madde" aynı rahimden çıkmıştır. 'Matter' ve 'material''in, Latince 'bir cismi meydana getiren öz' anlamına gelen 'materia'dan türemesi bir yana, 'matrix' (E.Yu."metra") kelimesinin aslında 'rahim' anlamına gelmesi bile, başlı başına manidardır. (Aranızda The Matrix filminde toplu bir rüyayı yaşayan insanların neden sıvı dolu bir rahimde, bedenlerinin dört bir yanına girmiş kordonlarla Matrix'e bağlı olduğuna kafasında soru işareti olanlar varsa, artık rahatlayabilirler.)

Öte yandan Swahili dilinden Çekçe'ye, Çince'den Rusça'ya ve hatta Farsça ve Endonezya diline kadar ananın gündelik kullanım ifadesi "mama"dır. Latince "meme"ye denk düşen bu tabir (mamma > mamal > mammalian - memeli), Anadolu coğrafyasının semiz bebekleri için de "yemek"e denk düşmektedir. (Bunun muhtemel nedenine Baba maddesinde değinilmişti. Oysa 8 Mayıs'ta yazılmaya başlanan "Ana" başlığı tembelliğe kurban gitmese ve hemen bitirilse idi; bu nedenleri, babadan önce bu maddede görebilecektik. Ancak kısaca bir hatırlatma yapalım; tüm mevzu beslenme üzerine dönüyor.)

Bu kadar etimolojik gargaradan sonra ulaştığımız nokta nedir; pek muhterem analı, madara olmaz, faka basmaz okurlar? Elimizde sadece bir rahim ve iki memeden oluşan bir üretim ve besleme makinesi mi; yoksa tüm maddeyi ortaya çıkaran, onu çevreleyen ve varoluşunu sürdürmesini sağlayan uhrevi bir kaynak mı var?

İnsanlık tarihinde meme(li)lerin akıllanması dönemine denk düşen zamanlardan bu yana, ana doğa ile baba ise kültür ile özdeşleştirilmiştir. Bu ikilikçi zihniyetin dayanak noktası; analığın hayvani ve içgüdüsel bir yapısının olduğuna duyulan inançtır. Pek çok dallama babanın çocuklarıyla ilgilenmekten imtina etmesi ve huzuru evlerinin dışında bulmaları da, babalık içgüdüsü denilen bir hissiyatın olmadığı, bu uyduruk kurumun temelinde kültürel zorlamaların yattığı görüşünü kuvvetlendirir. Toprak (dünya), saf, doğal ve yalın haliyle anadır; uygarlık (devlet) ise sofistike, sonradan olma ve karmaşık haliyle babadır.

Bunun yansımalarından birisi; Antik Yunan'da tanrıça Gaia ile başlayan ve günümüzün "new age" dinlerine kadar uzanan, özünde panteistik bir bütünlük düşüncesidir. Neticede hepimiz doğa ananın bir parçası olarak, farkında olsak da olmasak da, ondan beslenir ve onunla olan bağımız sayesinde varolmayı sürdürürüz. Tüm insanlık için doğadan farklılaştığımızı algıladığımız nokta, sembollerin dünyasın girip dile, kültüre, ideolojiye bulandığımız bir kirlenme anıydı. Dünya Ana'nın aracısız, akışkan, doğal, 'zevk'e dayalı kucağından çıkıp; uygarlığın kanunlara dayanan, mekanik pençelerine teslim olduk. Şu anda da (tam bu nedenden dolayı) Dünya Ana'ya olan özlemimiz, içinde olduğumuz yabancılaşmadan dolayı daha da artıyor. Tabii ki kısmen uyduruk, eklektik 'new age' söylemleri bir yana, Lacan'ın ana-çocuk arasındaki ilişkiyi incelerken yaptığı okuma, neredeyse bire bir olarak bu görüşü ortaya koyar. (Geldin mi babanın sözüne?)

Her ne kadar 60'ların Çiçek Çocukları'nın akıldan kurtularak Dünya Ana'yla bir olma düşü yerini, yeni-akılcı bir organik tarım projesine bırakmış olsa da; en azından binlerce yıldır varolan bir yolu yeniden çizmiştir: İntikamcı, öfkeli, cezalandırıcı, kanuni bir baba Tanrı'ya karşı; koruyan,esirgeyen,dönüştüren, tümleyen (neredeyse anaç) bir cinsiyetsiz Tanrı!

Bu Tanrı, Aşık Veysel'in dizelerinde en yalın şekliyle anlatılır:

Veysel’i söyleten sen oldun mutlak
Gezer daldan dala yorulur ahmak
Sen ağaç misali, biz dalda yaprak
Meyve çekirdeğisin, sen varsın orda

Kah şakalı, kah ciddili bir maddenin daha anasını belledikten sonra, son söz babında şunu ifade etmek gerekiyor: Tüm madde boyunca metnin orasına burasına "ananın" ifadesinin serpiştirilmesinde belirli bir amaç vardı. Buradaki niyet, toplumumuzda kanayan bir yaraya parmak basmaktı: Analara gıyaben yöneltilen acımasız küfürler! Evet, aranızda kim o güzide varlıkla kurulduğu iddia edilen sözde bir münasebet yüzünden incinmedi ki? Aranızda kim ana tarafından bu kadar fahri akraba sahibi olmaktan mutlu?

Bu noktada Kafa Yolları Haritası bir toplumsal sorumluluk projesini başlatarak, analarımızı küfürden uzak tutmayı; onları layık oldukları yerde, layık oldukları işi yaparken, yani cenneti nasırlı ayaklarıyla ezerken görmeyi arzu ediyor.

Sayın Başbakan'ın yüce himayesinde, Anamı Karıştırma Projesi (onun da kısaltması AKP) başlatsak; böylece geçmiş dönemdeki kötü anıları silsek ve hatta bundan sonra kavga esnasında anaya yönelik küfürleri babaya, emmioğluna, enişteye veya kayınbiradere yönlendirsek, şahane olmaz mı sayın anasınıalıpgidenler? Mesela, kızdığınız kişinin anasına düz gitmek yerine, "Bacanağının bacağına sürteyim" ya da "Kaynına kayayım!" diye hönkürseniz; bol uyaklı bir küfrün tadıyla daha da coşmaz mısınız? (Bi' düşünün! Siz düşünürken ben de Başbakanlık Tanıtım Fonu'nun beni aramasını ve banka hesap numaramı istemesini bekleyeyim.)

Hadi o zaman, bu tatlı bekleyiş sırasında Madonna'nın eski bir şarkısıyla kendimizden geçelim:



Özünde Anaç Bir Kızım (Material Girl)

Bazı oğlanlar öpücük atar,
Bazıları da mıncıklar.
Valla beni bozmaz şekerim;
Hak ettiğimi vermezlerse,
basarım tekmeyi kıçlarına.
El pençe divan durabilirler,
"Ben ettim sen etme" diyebilirler,
ama havalarını alırlar!
Doğruya doğru,
Nazarımda Bay Doğru,
Cüzdanı parayla dolu!
Çünkü bebişim,
Anaç bir dünyada yaşıyoruz.
Ve ben de özünde anaç bir kızım.
Bazı oğlanlar ağlar zırlar,
Bazıları da slov dansta kavrar.
Fakat çulsuzsa eğer,
İlgimi çekmez Fenasi Kerim,
Bebişim, sen git kafana göre takıl derim!
Çünkü bebişim,
Anaç bir dünyada yaşıyoruz.
Ve ben de özünde anaç bir kızım.
Oğlanlar gelir, oğlanlar gider;
Deneyimlerim beni zengin eder.
Şimdi hepsi birden peşimdeler.
Çünkü bebişim,
Anaç bir dünyada yaşıyoruz.
Ve ben de özünde anaç bir kızım.
Anaç...Anaç...Anaç...
Anaç bir dünyada yaşıyoruz, bebişim.