Ordu

 


Türk malı. İsim

1- Bir devletin elinde avucunda olan silahlı kuvvetlerin tümü ya da başlıca bölümlerinden biri. Örnek: " Saat 09:00'da batı cephesindeki ana kapıda bulunan bir gedikten binaya dalan turist ordusu, geceden bu yana kuşatma altında tuttukları müzede bulunan resim ve heykelleri kısa süre içinde talan etti. Manzara korkunçtu: Kimileri resimlerin önünde sanattan anlarmış gibi uzun uzun bekliyor, kimileri heykellerle özçekim yapıyordu. Elbette müzenin mağazası da bu acımasız ordunun istilasından nasibini alacaktı."

2-
 Amaç, nitelik vb. yönlerden birbirlerine benzeyen ve genellikle belirli bir yere doğru akan kalabalık topluluk. Örnek: "Ordular ilk hedefiniz, Akdeniz Beach!"


Türkçenin en eski sözcüklerinden olan ordu, genel anlamıyla, bir hayvan türünün barındığı yere denir. Arının kovanına, sıçanın kovuğuna, gelinciğin oyuğuna verilen bu ad, zamanla "başbuğun otağı”na ve “sultanın sarayı”na evrilse de kastedilen savaşçı göçebelerin toplandıkları kamplar olarak kalmıştır.
 
Hiçbir anlamsal kayış sözlükte durduğu gibi durmadığından, kavram kayarken, etrafındaki malzemeyi de yanında sürükler. Sefere çıkmayı kaçıran askerler için konum at oğlum özelliğini kaybeden ordu, o yere check-in yapan insan grubunu tanımlamaya başlamış. Bunun tarihteki en şirincek örneklerinden birisi ise Pakistan’ın resmi dili olan ve adını Türkçe “ordu”dan aldığı söylenen Urducanın, Hindistan’ı fethe girişen "Müslüman askerlerin kampında konuşulan dil" olduğunun iddia edilmesidir.
 
Neticede ur gibi yayılan anlam, orduyu hem mesleki bir uğraşın hem meslek erbabının hem de o uğraşın icra edildiği işyerinin adı haline getirmiştir. Başta padişah, han, sultan, emir adları altında bir CEO’nun bulunduğu bu işletme, kar etmeye başladıkça; binbaşı ve yüzbaşı gibi orta kademe yöneticilerden onbaşı ve er gibi formen ve düşük vasıflı işçilere uzanan katı bir hiyerarşik yapılanmadan geçmiştir. Eski Türkçede yaraklı kuvvetler denilen işgücünün oluşturduğu, bir kaç numunelik örgütlenme dışında kadınların kapısından giremediği bu geçim kapısının üzerineyse "Hacı hayat çok kısa, değmez tarım ticaret gibi uğraşa" düsturu yazılmıştır.

Çalışanına performans değerlendirmesi yapan bir askeri CEO

Nitekim, bu göçebe savaşçıların mesaisi, sabahın erken saatlerinde yaraklarıyla obadan çıkıp tarım ve ticaretle zenginleşen şehirlerin artı değerlerini yağmalamak üzerine kuruluydu. 21 bin kilometrelik Çin Seddi’nin ekmek teknelerine ket vurmasıyla uzun süreli iş gezileri için batıya yönelen bu gruplar, şirket içi ihtilaflardan dolayı pek çok girişimi batırdılar. Ancak kurdukları iki büyük çokuluslu şirketle bin yıl kadar daha, ekseriya haraçla yaşamayı sürdürdüler.  Ordudan türeyen İngilizce "horde" kelimesinin kökünde, büyük dedelerimizin ve onların Moğol kuzenlerinin yarattıkları talan korkusu yine de şahlanıyordu aman. 
 
Peki, army'den farklılaşıp bugün "örgütlenmemiş, hareket halindeki güruh"a evrilmiş olan horde, ahlaksız Batı'nın "doğulu barbarlar"ın ordusunu bozmak için giriştiği arkaik bir algı yönetimi değildir de nedir, a başıbozukların torunları!

Bu nedenledir ki; bir Ecnebi'nin karga, sivrisinek, çekirge sürülerini kastederek "horde" dediğini duyarsanız damarlarınızda akan asil trombositlerden güç alıp, "Bre gavurun dölü, sen kim köpek, benim şanlı ceddimle dil uzatıyorsun!" diyerek okkalı bir Osmanlı tokadı çakabilirsiniz.
 
Osmanlı'nın deli ocağı süvarisi
 
Zira, kimsenin sizin büyük büyük dedeleriniz ya da onların padişahları hakkındaki algılarınızla oynanıp görüntüyü bozma hakkı yoktur. Çünkü siz imparatorluğu bile şanıyla batıran Yüce Hakanların, son demde İngiliz zırhlısına kahramanca binerek emperyalistlere haddini bildiren Padişahların tebaasısınız. Sıkıca yapışmanız gereken bu kavram, TSE (Türk Sünni Erkek) standartlarının billurlaştığı TSK'nın (Türk Silahlı Kuvvetleri) profilinde yazan "Her :) Türk :) Asker :) Doğar :)" sloganının gizli öznesidir. Bu prinzipi kavrayan her asker, zincirin en tepesindeki sultandan, reisten, büyük komutandan, milli şeften, süprem liderden gelen emri sorgusuzca yerine getirir; öncekileri de sitayişle yad edip (laikse) heykelini diker, (faikse) tuğrasını arabasının arka camına yapıştırır.
 
Asker dediğin bağımsız biliminsanı, sanatçı, mühendis, mimar, işçi değildir. Boşalan safları sıklaştırması gerektiğini bildiğinden üretmez, ama ürer. Yine de üretim ilişkileri içinde aldığı tatmin, mesleğe yabancılaşmış bir işçininkinden fazladır. Sadece maaş almakla kalmaz, savaşa giderken dopamininden endorfinine adrenalinine bilcümle hormonun tatlışlığını iliklerinde hisseder; başarılı olursa sağlam bir primi (yağma, tecavüz, hakaret etme özgürlüğü vb) artı hanesine yazar. 
 
Asker üşümez, açıkmaz, mızıklanmaz. Çünkü beyinsiz bir organdır. Buna inanmıyorsanız kelimenin İngilizce dengi olan army'ye bakın. Army, Latince armata'dan (silahlı) gelir. Daha ilginci, kol anlamına gelen arm'ın kökeninin (her ne kadar proto-Cermen dilinde armaz'dan geldiği söylense de) Latince armus (omuz) ve Eski Yunanca ar- (iki şeyin birbirine uyumla geçmesi, arthon - eklem) kökü arasında bir bağlantının da olmasıdır.

Asker, yarağını sever. Devresine bile onun adıyla hitap eder

Bu beyinsiz kol, "Vur" denince vurur, "sev" denince okşar. Haksız da sayılmaz; çünkü bu organizasyonun asıl gövdesi mantığın bittiği yerden başlar. "Ordu'nun dereleri yukarı akılacak.Ak!" dendiğinde dereler bile yukarı akar. Alaturka helaya tersten oturup hacet gidebilmeyi becerebilen bu organ, başıboş bırakmaya gelmez. Bunun için her lambanın üzerine "Lüzumsuzsa söndür" yazmak zaruridir. 
 
Ancak bu şuursuzluk onun için faydalıdır: Kararı kendisi vermediğinden sorumluluk taşımaz. (Bkz. Milgram deneyi ve Stanford hapishane deneyi.) Hannah Arendt'in kötülüğün sıradanlığı ile aktardığı bu olgu, aslında "organ"a dönen beyinsiz organizmanın bedel ödemeden kötülük yapma özgürlüğünü simgeler. Bu bedelsizlik, işler kötü giderse sorumluluğun amirlere atılması gibi yasal mevzuatın ötesinde, vicdani seviyede de çalışır. İlahi ve dünyevi tüm sistemlerin yasakları, belirli bir grubu kapsayacak şekilde uydurulmuştur. İnanılan tanrının ya da yüksek mahkemenin çift tablete kazınmış buyrukları, size bir başkasını öldürmeniz emredilen noktada çatır çatır çatlar. Mesela; "Pardon, ben Yehova Şahidi'yim, savaşamam" demeye kalktığınızda, "Hacı sen yanlış anladııın. Yehova 'Öldürmeyeceksin' derken Bİ-Zİ öldürmeyeceksin diyordu, diğerlerini öldürebilirsin" yanıtıyla karşılaşabilirsiniz. 
 
E, neticede savaşlar, soykırımlar, pogromlar, sürgünler olmadan bir başkasının mallarına nasıl çökülür, a her usulsüzlüğe şaşıran küçük burjuva tvitçileri sizi! "Bir daha darbe kalkışması olursa hepinizi öldüreceğiz" ya da "Şeriat gelsin de cehapelilerin karıları karılarımız olsun" diyen dinibütünbozuğunuzyokmuabiler, toplumsal sözleşmenin garantörlüğü yaptığı için her vatandaşa (teoride) eşit mesafede duran ve diğer vatandaşları da bu mesafeye zorlayan hukuk devletinin eksikliğinden türerler. Ama zaten sizin böyle bir devletiniz hiç olmadı ki! Bırakın o ideal devleti, kör topal giden eh-değil-işte bir devlet inşa etmek için bile, kitlelerin etleri tırnaklarıyla mücadele etmesi gerekir. Mevzu o değil, güya bok biliyorsunuz da, çekici elinde tutanın sizi çivi olarak görmesine neden şaşırıyorsunuz?
 
Düşmana korku, dosta fesüphanallah salan birlikler

Şaşırmayın. Mazallah bu felaketler olur da kapınıza yukarıdaki paramiliter zebra ve akbaba birlikleri dayanırsa "Geçende bir gavur dölü horde morde diyordu tokadı çakıverdim" diyerek bu maddeyi anlatın. Kelimeişehadet getirdikten sonra proaktif bir hamleyle "Ee kimin evini basıyoruz şimdi?" diyerek üzerinize evdeki herhangi bir hayvanın postunu alıp onlarla birlikte çıkarsanız bu badireyi kazasız atlatırsınız.
 
Vikinglerin de kanaviçelerine Allah ve Ali adlarını işleyerek müselman sayıldıkları günümüzde, kapanış şarkımız Led Zeppelin'den gelsin: İmamınamının Şarkısı. Çeviriden endişe duyan hassas Anglofon dalyaraklar için ahanda orijinali burada.

Allaalla Allaaaa Allaalla Allaaaa!

Sizin gibi plaj bebesi değiliz.
Buzlu karlı yerlerden geldik koçum
Gece yarısı güneşini bilmezsin, 
Götyakan kaplıcaları da.
Rabbimizin tokmağıyız,
Yeni memleketlere süreceğiz gemileri.
Orduyuz hacı biz, 
Savaşırken türkü söyleyip çığıran.
Bekle lan, geliyorum!

Haydi kürekçi asıl küreklere.
Batı'nın ahlaksız kıyıları imana gelsin.

Allaalla Allaaaa Allaalla Allaaaa!

Buzlu karlı yerlerden geldik koçum
Gece yarısı güneşini bilmezsin, 
Götyakan kaplıcaları da.
Tenin nasıl da yumuşak, yaşın kaç?
Boynuz hikayelerini bilir misin?
Sen direnmezsen cihat yumuşar.
Elhamdülillah efendiniziz.

Haydi kürekçi asıl küreklere.
Batı'nın ahlaksız kıyıları imana gelsin.
Düşmanlarımızı sikecez (çünkü günah yazmıyor) 



Karantina

(The Garden Of Earthly Delights, Hieronymus Bosch, 1504 -1510)

İtalyanca. İsim.

- İnsanlarda ve/veya hayvanlarda görülen bulaşıcı bir hastalığın yayılmasını önlemek için belirli bir bölgenin giriş çıkışa kapatılarak yalıtılması. Yeni vaka, eski örnek: “Kendimi gelecekteki bulaşık makinelerini düşlemekten alıkoyamıyorum Cemil Abi, 1984 romanı gibi imanıma!"

“Korona Günlerinde Ot, Karantina Altında Bok şakalarınız bittiyse biraz ciddiyete dönebilir miyiz lüğtfen?” hönkürüşü size Ergence gelebilir. Ancak kamçılı düşünür Niçiş’in “Virüslerle savaşan kişi dikkat etmelidir, ki kendi de bir virüse dönüşmesin. Sen karantinaya girersen, karantina da sana girer” özdeyişinin bizzat özümüze değdiği zamanlarda, inanın ne kadar hönkürsek azdır.

Dünyanın bir türlü birleşememiş, “her gün ölüme kafa atan” işçi sınıfının mahrum bırakıldığı karantina; hâkim iradenin dayattığı, bulaşıcılığı engellemeye yönelik zorunlu bir tecrittir. Köken itibariyle “soyun ve soyutlan, senin de hoşuna gidecek" (Arapça carada جَرَدَ soydu) anlamına gelen tecrit, karantinadan farklı olarak, kişinin kendi iradesiyle de gerçekleşebilir. Netekim, en gereksiz konularda en sert zorunlulukları dayatan Türkiye Cumhuriyeti devleti, koroneyyy gibi palto üstüne palto assan bulaşan salgında kimsenin dışarı çıkmayacağına (hafta sonları hariç) güvenmiş; vatandaşlarına küçük, tatlı sürprizler yapmıştır. Şimdi siz kalkıp böyle ciciş bir devleti nasıl sevmezsiniz, a maske kodunu alamayasıcalar!



 (Makbul vatandaş kamusal alanda maske takandır)

Dünyanın ilk zorunlu tecridi, insanların ölülerini gömmeye başlamalarına dayanır. Banyo alışkanlığını bir türlü kazanamayan ölüler; sinek ve koku yapma, ilerleyen aşamada şişerek patlama gibi edepsizlikleri yüzünden mecburen mağaralardan çıkarılmış ve yerin altında kendi hallerine bırakılmışlardır. Mitolojik tarihte bunun kardeşi Habil’i öldüren Kabil’e atfedilmesi, ölülerimizi acımasızca karantina altına almaya çok erken vakitlerde başladığımızı gösterir. 

İkinci tecrit ise bilindik doğal felaketlerin yanında salgınların da tanrı gazabının checklist’ine yerleşmesinden sonra salgın hastalıklardan mustarip olanların köyden kovulmalarıdır. Öyle ki; bazılarının bu işi ileriye götürüp yaşlılığı bulaşıcı kabul ettikleri ve yaşlıları tee ötede ölmeye bıraktıkları bile söylenebilir.

Pis bir hastalıkla lanetlenip kendi mağaralarında tecride alınan zavallılara kim derman olabilir? Elbette, onların günahlarını affettirip şifa sunan Yüce Kurtarıcımız! Cüzzam zehirse İsa Mesih panzehirdir. İsa üzerinden kurulan bu mit, o zamanlar "süper bulaştırıcı" bilinmediğinden, hastalığa karşı seçilmiş bağışıklık kavramına dayanır. (Maddenin sonunda listenin ilk üç filmi de bunun üzerine kurulmuştur.)

Yeri gelmişken yine mitolojide geçen büyük çarpıtmalarından biri olan İsa’nın Lazarus’u diriltmesi menkıbesini düzeltelim. Buna göre; hayranı olan bu arkadaşın öldüğünü öğrenen İsa, onun yaşadığı şehre gider ve elemanı mezarından çıkarır. İsa’nın “yeniden diriltme” gücü, inananlar için onun tanrısallığını gösteren, anlat anlat tadından yenmez bir mucizedir.  

Peki hakikat böyle midir?

Büyük Resmi görebilenler, ekteki küçük resimde ölüden dirilen bir adam değil; aslında cüzzamdan korunmak için kendini sarmalamak suretiyle mekanına kapanmış, bilinçli bir vatandaş göreceklerdir. Onun 4 gündür evde karantinada kaldığını öğrenen İsa, otuzlu yaşların başında olmanın verdiği umursamazlıkla (Bkz. Enfekte mi belli değil ellerini uzatarak) onu mekânından, sadece sarı kıyafetli abinin az biraz bilinçli olduğu, kalabalığın içine içine çıkarır. Şimdi birisi çıkıp  İsa'nın etkileşim kasmak için böyle bir hareket yaptığını iddia etse ne yanıt veririz? Nitekim, bu Lazarus’un son ölüşü olmayacaktır.

(Resim: Lazarus’un Dirilişi, Duccio di Buoninsegna, 1310–11)

16.yy’da “dul bir kadının kocasının ölümünden sonra onun evinde 40 gün kalma hakkı”nı ifade eden quarentyne, “Sizi 40 gün şuracıkta alıkoyuyoz yenge” anlamını hiç bozmadan Venedik’te kullanılmıştır. Ancak bu sefer hastalık taşıdığına inanılan gemiler, limana yanaştırılmadan 40 güncük (quarantina) tecride alınmalarına dönmüştür. Bu noktalara da bir görüşe göre bir paragraf yukarıdaki Lazarus göndermesinden, bir başka görüşe göre o dönem Venedik’teki ünlü bir hastaneden esinlenerek lazzaretto denmiştir.

Bu elbette bu önlem, sifilis (Bir önceki Virüs maddesinde buna gönderme yapmıştık; İtalyanlarca “Fransız hastalığı”, Fransızlarca “İtalyan hastalığı” olarak anılıp herkes top birbirine atmaya çalışırken Türklerce cümleten Avrupa’ya geçirmek maksadıyla “Frengi” denilirdi) gibi bünyeyi uzun vadede ele geçiren ve semptomları geç görülen hastalıkların yayılmasını engelleyemese de kamu vicdanını makul ölçüde rahatlatmıştır.


(Foto: Merkez ofisimizin bulunduğu Ankona ilindeki eski adıya Lazzaretto, yeni adıyla Mole di Vanvitelliana)

Peki o zaman neden 40 gün? Çünkü 40 çok şahane bir sayıdır. Judeo – Hıristiyan mitolojisinde önemli bir yer tutar: Tanrı, bilinen en büyük prodüksiyonu olan Nuh Tufanı’nda 40 gün 40 gece yağmur yağdırmış; Yunus peygamber mağfiret dilemeleri ya da helak olmaları için Ninova şehrine 40 gün vermiş; Mısır’ın Acil Çıkış’ını kullanmak zorunda kalan Yahudiler, Vaadedilmiş Topraklar’a ulaşıncaya dek çölde 40 yıl dolanmış; Musa, Tur Dağı’nda Yehova’yla 40 gün halvet olmuş; İsa çölde 40 gün oruç tutmuştur. Bundan mütevellit, Hıristiyanlığın Büyük Perhiz’i 40 gün sürer. Bu süre boyunca et yenmez, sosyal kutlamalar azalır, ama o kırkıncı günden (“quaresima”) sonrası yok mu, işte orası vur patlasın çal oynasın. 

Kırk ile ilgili tatlı bir esinlenme de Doğu’dan gelir. Muhammed okuma çağına gelip peygamberliği aldığında 40 yaşındadır. Mirac dönüşü Kırklar Cemi’ne katılır. Ebced hesabında 40’a denk düşen harfi “mim”dir ve insan uydurması harflere yakıştırılan insan uydurması sayılarla dört işlem yaparak evrenin sırlarına ermeyi hayal eden kardeşlerimiz için "mim"in yerini Gugıl Amca’ya sorarak öğrenebilirsiniz.

Kırkın bize ettikleri bunlarla kalmaz: Bebeğin ilk 40 günü sağ, mevtanın ilk 40 günü ölü çıkarması kutlanır. Masallar 40 gün 40 gece düğünle biter. Bizde tüm yollar Roma’ya değil, 40’a çıkar.


(E Bitıful Maynd)


Ne var ki 40 sayısını, karantinaya en yaklaşan pratik ise tarikat ehlinin “çile”sidir. Fenafillaha kavuşmak gereken 40 level’ın bölüm sonu canavarı olan çile 3 ve 7 gün gibi Trial, 1001 gün gibi Premium versiyonlara sahip olsa da Standart Paket 40 gündür -ki dilimize Farsçadan geçen çile, bizzat “kırk” demektir. Bu tecrit süresince kişi dünya nimetlerinden çekilmekle (Ricat) ve diğer insanlardan soyutlanmakla (Incommunicado) kalmaz, kendi nefsinden de soyunmaya çalışarak bir yerde vahdet-i vücuda nûde atar. Dünyanın tüm çileci (asetizm) yaklaşımları, asetik asitin baldan tatlı olduğu görüşü üzerine kurulur.

Halbüsü, hayvan oyunbazdır. Huizinga’nın ortaya attığı homo ludens, insan evlâdının (diğer hayvanlar gibi) oyun oynamayı sevdiğini, daha ötesi, özünde ve sözünde kendini oyunla var ettiğini söyler. Konu üzerinde çok değil bir dakika düşünürseniz; ete kemiğe bürünen ve homo sapiens olarak gözüken yaratığın “sapiens”liğinin tartışma götürebileceğini ama “ludens”liğinin sekmediğini fark ederseniz. Karantina sürecinde kutu ve bilgisayar oyunlarının satışındaki artışı; insanların kedileri, köpekleri ve çocuklarıyla icat ettikleri DIY oyunları sosyal medyada paylaşmasını; pozitif bir Cavid vireyin çarşafları birbirine bağlayıp hastaneden kaçmasını; yetkilinin sinirlerimizle oynayan icraatlarını başka türlü nasıl açıklayabiliriz, ey sis atan oçlar?

Üçüncü bileşen ise hayattaki en aklıselim varoluş biçimi olan panik ataktır. Ulrich Beck’in risikogesellshaft (Risk Toplumu) kavramının peşine (arada güvenli mesafe bırakarak) takılırsak; katı olan her şeyi buharlaştıran modernleşme süreci, eski risklerin ve krizlerin üzerine yenilerini de ekleyip bizi ayaz kalmış bekçi zekeri gibi bırakmıştır. Riskin türüne ve toplumsal sınıfımıza bağlı olarak farklı risk grupları içinde yer alır, bunları bertaraf etmek için farklı stratejiler geliştiririz. Korku, riskin boyumuzu aştığı yerde ortaya çıkar. Bu korkuyu #EvdeKal, #Ücretliİzin, #YaygınTest etiketleri eşliğinde evde yaşıyorsanız sıradan insan evlâdı; bizzat her gün işe gitmek zorunda kalarak yaşıyorsanız kurbanlık işçisiniz demektir. Riskin size değmeyeceğini düşünüyorsanız ya da yukarıdaki etiketlerin vatanhainligi.co.uk adresinden alındığına inanıyorsanız sizi sığdıracak çukuru nasıl bulacağız, bilmiyoruz.

Hazır risk konusu açılmışken; “Koronavirüs bize doğanın cevabıdır” diyenlere evrenin bizi sikine sallamadığını ve bize karşı külliyen lakayt olduğunu şu özlü serzenişle hatırlatmak isteriz: A be ağaçtan düşmüş şuursuz primat, doğa kim sen kimsin, herkes haddini bilsin! 

Doğa intikam almaz, çünkü “doğa” bir soyutlamadır. Doğa dediğin, dar ve çakışan alanlarda var olmaya ve kendilerini çoğaltmaya çalışan yaratıklardır. Olsa olsa ehl-i globaliyye, balta girmemiş her yeri zapt etmenin ve her şeyi küresel bir ağ vasıtasıyla büyük bir açgözlülükle tüketmenin, agresif bir yayılım izleyen bir virüsü daha önce eşi benzeri görülmemiş derecede yayabileceği riskini ön görememiş ya da çok sallamamıştır. 

Bu riski ihmal eden kurumların tatlılıkları üzerine, tepeye dikilen vişne babında, karantinaya alındığı yurttan kaçmaya yeltenen veya topluca sokağa çıkmalarına yol alan bir kararı açıkladığı için istifa eden İçişleri Bakanı’nın istifasının kabul edilmemesini topluca sokağa çıkarak kutlayan insan evlâdını da eklersek; halihazırda panik atak belirtileri göstermeyenlerin "insan birey" değil, "virüs birey" (virey) oldukları kolayca anlaşılacaktır.


(Sokağa çıkanları virüs kılığında uyaran yöresel tiyatrocumuz)

Yukarıda anılanlar, karantinaya girdiğimizde karantinanın bize en az üç farklı düzlemde girdiğini göstermektedir: Çile, oyun, kaygı. Bunlar nöbetleşe çalışabilecekleri gibi (eline hamur değmemiş pek çok kişinin karantinaya girince ekmek yapmaya başlaması örneğinde görüldüğü üzere) aynı anda da gözlenebilir, muhterem en-bi-hakiki-ekşi-maya-yapımını-youtubedan-öğrenesiceler, çok da şey etmeyin.

Biz koyunlar can derdindeyken; mazbatalı kasaplar ekonomiyi bozmama adına (bizi sınırlı şekilde bir arada tutan) doğal ve sosyal her türlü dokuyu parça pinçik ediyorlar. Şu anda, birkaç şokella ülke haricinde, neoliberalizmden neobarbarizme resmi geçişin kınası yakılıyor. Umarız ki "sapiens"lik biraz daha ağır basar ve daha gürleşen itirazlarla gelecek için daha akılcı bir yol çizebiliriz.

Bu maddeyi, "Ee, kına gecesine oturmaya mı geldik ayol!" diyerek, karantinanızı şenlendirecek iki kültür hizmetiyle bitiriyoruz.

Kültür Hizmeti 1 : Karantinada İzlenebilecek En Şahane 10 Film

Evde oturmaktan, salgınla ilgili haberlere maruz kalmaktan sıkıldıysanız kafanızı dağıtmanızı sağlayacak, neşeli filmlerden oluşan bir seçki.

1- The Last Man on Earth (1964)
2- Omega Man (1971)
3- I Am Legend (2007)
4- 28 Days After (2002)
5- Contagion (2011)
6- Andromeda Strain (1971)
7- Cube (1997)
8- Das Boot (1981)
9- Mad Max (1979)
10- Shining (1980)

Kültür Hizmeti 2: Karantina Müziği 

BARZOund (a.k.a. DjYabancıDeğil) iş birliğiyle gerçekleştirdiğimiz Karantina Müziği’nin ikincisi, Afrobeat'ten Funk'a uzanan bir setlist.