Şuursuz





I

Arapça. Sıfat.

- Kendinden geçmiş, duyularının sağladığı farkındalığı kapıda bırakmış, ayılıp bayılmasına rağmen hem gazozsuz hem de limonsuz kalmış insan evladı, bilinçsiz hergele. Örnek: "Alo, ben Gülbahar Çedene, KYH'den arıyorum! Müdürümüz şuursuzlaştı! Öyle değil, kelimenin düz anlamıyla şuursuz, ayol! Sanırım metal zehirlenmesi yaşıyor, lütfen yetişin!"


II

Arapça. Zarf atmaca.

- Duy(u)ları açık olduğu halde ışık vermeyen, deli dana gibi bostana dalıp bostancıdan kötek yiyen, üstüne üstlük bostancıya "Aaa neden vuruyorsun ki manyak!" dediğini zannederken möölediğinin farkında olmayan dana, interaktif hödük. Örnek: "Tamam, Enis Bey şuursuzun teki olabilir; ama adamı yemekhanede kıstırıp, şuurunu kaybedene kadar tabldot tepsisiyle dövmen şüphesiz ki bir takım adli sonuçlara yol açacaktır, Cemil Abi!"



Şuur, insanın içinde yaşadığı evreni (içindeki tüm varlıklar ve onların birbirleriyle bağlantılarını) algılamasını ve anlamlandırmasını sağlayan Öznel Malumat İşleme, Biriktirme ve Uygulama Sistemi'ne (ÖMNİBUS) verilen isimdir.

İnsanlık ilk zamanlardan bu yana ÖMNİBUS'un farkına varmış ve bu sistemin nasıl çalıştığını anlamak için -çok doğal olarak- yine onu kullanmaya kalkmışlardır. Kendi farkındalık sistemine dair farkındalık diye adlandırılan bu metacognition yeteneğini ÖMNİBUS'ün çalışma sistemini açıklamakta kullanan ilk kurum dindir.

Günümüzde de ay ilahi! diye anılan bütün dinler, aşk kadar aklın da kalpte olduğunu iddia etmişler; nöronların keşfini bile ilk başta "nöruyonuz len allahsızlar?" kayıtsızlığıyla karşılamışlardır. Kutsal Kitap'ta fen bilgisi deneyi aramaya meraklı zevat da (Bkz. Kaptan Kusto'yu Müslüman Yapan İhlaslı Yunus Filipır ve Ay Yüzeyinde Beş Minare Beri Gel Armsıtırong Beri Gel) şuurun ikametgahının beyin olduğunun anlaşılmasından sonra "kuantuma taş atma üstüne sıçrar! düsturundan hareketle kozmik şuur ve yarı otomatik akıllı evrim mevzularına yönelmişler; ezelden ebede doğru ve sahih olan inançlarının nasıl olup da yüzyıllarca böyle bir yanlışı terennüm ettiği konusunda sadece "Kısmet yahu!" açıklamasını yapmışlardır.

İngilizce'de şuur (bilinç) ve vicdan (bulunç) kelimelerinin ikiz kardeş kadar birbirlerine benzemelerinin nedeni bu iki kavram arasında, "ikimiz bir ayakkabının görünüşte ayrı düşmüş bağıyız" muhabbetinin olmasıdır. Conscious (Latince kökeni, conscius) kişinin kendi içinde ne bokun döndüğünden haberdar olması şeklinde tanımlanırken, conscientia bu bilme işinin ahlaki farkındalık kısmını oluşturmuşlar; bu ikili her daim çilingir sofrasında sohbette, kah şakalaşır kah ağlaşırken, tasvir edilmişlerdir.

Batı aydınlanmasının şuuru neredeyse varlık nedeni olarak kutsayan "Cogito ergo sum"una (Düşünüyorum, öyleyse varım!) verilen şamar mahiyetindeki Türk yanıtı, "Rumba da rumba, esmer bomba!" (Sefam olsun, oh oh!) oldu. Ne var ki nihayetinde John Locke'un "Kişiliğim ancak şuur kadardır, bundan dolayı ancak şuurlu şekilde yaptığım eylemlerden sorumlu tutulabilirim! Fakat şu siktiğiminin adası da bir yerde kaderimizde var hacı!" (Anlayışına Gurban Olduğumunun İnsan Evladı, 1690) ifadesi, tüm dünyadaki adalet sistemlerinin mizanı haline geldi.

Şuurun merkeziyetine dair Aydınlanma'nın yarattığı güçlü kurgunun yıkılması ancak 20.yy'ı buldu. İlk aşamada Freudçu psikoloji, sonraki aşamalarda da genelde insan anatomisi ve fizyolojisine özelde sinirbilimine dair ortaya çıkan bilgiler, insanların gündelik pratiklerini belirleyen algılama ve karar verme mekanizmalarında şuursuzluk ve tahteşşuur (bilinçaltı) kavramlarının önemini ortaya koydular. Bunun felsefi yansıması ise, şuurun temelini oluşturan öznelliğin özgünlüğünün sorgulanmasına kadar vardı. Hikayeyi daha fazla uzatmayalım (Şu anda ambulansla hastaneye götürülen müdürümüz Enis Bey size, "daha az yazı daha çok resim" sözü vermiş!); cognitive neuroscience (bilişsel sinirbilim ya da ilmî asabiyye eş-şuur) alanının ortaya çıkmasıyla, "şuur mu şuursuzluktan, şuursuzluk mu şuurdan çıkar?" sorusundan kurtulduk. Karşılışında da Xanax icat oldu şuur bozuldu, ama kısmet yahu!

Şuursuz kelimesinin ikinci anlamına gelirsek; bu akli melekeden (Faculty of Mind, School of Neural Firings) görece az nasiplenen insanların diğerlerinin tahtı ('tahteşşuur'da 'taht'ın gerçek anlamını göreyazmıştık) olmaları kaçınılmazlığına inanırız. Bu insanlar yaptıkları budalaca hareketler yüzünden başkaları tarafından hor görülür, aşağılanır, kullanılır ve hatta tabldot tepsisiyle metal zehirlenmesi yaşayana kadar (!) dövülürler. (Aa, küsme ama Gülbaharcığım, şaka yapıyoruz yahu! Senin gibi bir güzelliğe kim şuursuz diyebilir?)

Zira alıkların ve balıkların oltanın ucunda engellenemez bir yükseliş yaşamalarını sağlayan ortak nokta; şuurun önemli bir bölümünü oluşturan akılcılıktan (İngilizce rationality. Kelimenin kökeni olan ratiohalihazırda oran, orana vurma demektir) uzak bir tamah içinde hareket etmeleridir. Bundan dolayı alıkların tamamının şuursuzlardan çıkmasının tesadüf olduğunu söyleyemeyiz.

Ne var ki bu durum, bazı şuursuzların gayet etkin bir içgörüyle (akıl yerine, sezgiyle), şuurlu birileri tarafından sahiplenilme becerisini göstermelerini ve böylece rahat bir yaşantı sürüp, doğal seçilim içinde genlerini bir sonraki kuşağa aktarmalarını yadsımaz.

Bir başka grup şuursuz bünye ise, ya onu kukla olarak kullanan odakların ya da cehaletinden sınırsız hırsı sayesinde iktidar tahtına oturmayı başarırlar ve götleriyle dağ devirmelerini sağlayacak bir güce kavuşurlar. Neticede, kurulduğu anda çivisi çıkmış şu dünyada pek çok zeki ve vicdanlı insanın "yönetici" olamamalarının nedeni, dünyaya hırslı bir atın gözlüklerinden bakan şuursuz ayaktakımının, edepsiz açgözlülüklerini gidermek için çirkefe yatmalarıdır.

Genel gidişat böyle iken, "Kimi zaman şuursuzlaşmak, aklımızın kategorilerinde ufalamaya yeltendiğimiz şu lakayıt evreni başka bir gözle algılamamızı sağlayabilir, ama illa ki sürekli bir mallaşmaya ya da arsızlaşmaya meyletmek gerekmiyor, be hacım!" diyor; sizi efsanevi The Pixies'ın Where is My Mind şarkısıyla (ve tatlı tatlı yaşlanmış halleriyle) başbaşa bırakıyoruz.

Gelecek Bölüm: Kapçık Ağızlı! (Sayın Blog Çaycısı Ramiz İncesarar'ın Himayelerinde...)


Benim Şuurum Nerede Hanım?

Mangalı yak, balığı tıkın, rakıyı çek,
Sonra da kelleüstü atlayıver denize.
Tabii ki kafan patlayacak eşek,
Bilmediğin yerde balıklama senin neyine?
Karpuz gibi yarılmış malzeme,
Açığa çıkmış beyin bile!
Yine de yengeye zırlayacaksın:
Benim şuurum nerede hanım? diye

N'ebleyim, nereye koduysan ordadır bey!
Bi'yol şuracığa denize bakıversene!
Nah işte orada ya, yüzüyor şuurun
Üşüyeceksin şimdi, önce bi' kurun!

Benim şuurum nerede hanım? (Üç kez söyle!)

Yüzüyordum kayınpederin yazlığında, Saros'ta
Kalamarlar nah kafam kadar,
Sinmiş şerefsizler kayaların ardına!
Suda fazla kalmışım, bir haller geldi üstüme;
Balıklarla konuşmaya başlamışım yeminle,
Allah razı olsun kayınço fark etmiş,
Hemencecik dalıp beni kurtarıvermiş!


Benim şuurum nerede hanım? (Üç kez söyle!)




Pixies - Where Is My Mind (Live)
Yükleyen spotless-mind. - Dünyadan haber videoları

La Kayt

Kafa Yolları Haritası yazarları laküyt bir tavır içine girip yıllık izinlerinin bir bölümünü beraber kullanmaya karar verdiklerinden, bu madde için eski bir yazıyı koymak zorunda kaldık.(Tanım bölümünü bendeniz yazdım, aralarda da düzelti yaptım.) Tüm okurlarımızdan özür dileriz. -Müdüriyet


Arapça (Fransızca ya da Hollandaca da olabilir. Benzemiyor diyemeyiz! -Müdüriyet). Sıfat.

(Yok Arapça'yı yatık yapacaktık di mi?)

1- İlgisiz, lökayt, bir yerde umursamaz, hatta itin kopuğun önde giden (Böyle havalı havalı dolaşıyorlar ortamda ağzı açık ayran budalası gibi, baba parası yediklerini bilmiyoruz sanki! Bunlardan vatana millete ne hayır gelir ki! -Beni tanıyorsunuz artık Müdüriyet yazmıyorum.). Örnek: "KYH'nin yazarlarının lakkurt tavırları yüzünden koskoca blog ofisinde sadece ben, sekreter ve çaycı kaldık. Esefle kınıyorum!"

2- Zarf. İpilgisiz, apalakasız bir biçimde (Kanımca biçimsizce!) durmak, bakmak, çay demlemek. Örnek: "O götler dönsünler ofise, bu lakopt hareketlerinin hesabını soracağım! Çok büyük değişiklikler olacak bu blogta, çoook! "


(Şimdi yazımız başlıyor -Enis Bey [İsim kullanmanın daha samimi bir hava yaratacağını düşündüm.])


Genç bir insanın öldüğünü öğrendiğimizde, onun için ihtiyarlara (35+) ayırdığımız üzüntü kotasından daha fazlasını kullanırız. Çünkü nazarımızda o insan, tek jetonluk bu atari salonunda, oyunun tamamını göremeden büyük bir felakete uğramış ve Game Over yazısıyla karşılaşmıştır. Bu durumlarda ölen kişinin çok genç olduğuna hayıflanır, hayatın adaletsizliğinden dem vururuz. (Dem? - Çaycı Ramiz)

Bu adaletsizlik vurgusu bile, başlı başına, hayatın işleyişi hakkında denkliğe dayalı bir mantık güttüğümüzü gösterir. Ne var ki bize göre gayet makul olan bu mantık, temel bir gerçeği göz ardı etmemizden kaynaklanır: Hayatın kendine has bir adalet gündemi yoktur!

"Evren hakkındaki en korkutucu gerçek, onun düşmandan ziyade lakayıt olmasıdır; ancak bu lakayıt durumla yüzleşip, ölümün sınırları içinde hayatın meydan okumalarını kabul edersek, bir tür olarak varoluşumuz özgün bir anlama ve icraya sahip olabilir."

Yukarıdaki satırlar Stanley Kubrick'in Playboy dergisiyle yaptığı bir söyleşiden... (Bu kısımları kestim, çok uzundu. İnsanlar artık kısa yazılar okumak istiyorlar, yoksa dikkatleri dağılıyor ve ilgisizleşiyorlar. Bundan dolayı, üç nokta gördüğünüz yerler kesilmiş demektir.) ...Playboy'un sorusu ise şu: "Hayat bu kadar amaçsızsa sizce yaşamaya değer mi?" (Tövbe de kapçık ağızlı, tövbe de! Günah yazıyor bre! -Çaycı Ramiz)

Kubrick'in orijinal yanıtında lakayıt yerine kullandığı "indifference" ise ... olduğu kadar, ... aşırı sinir bozucu bir ... Türkçe'ye "umursamazlık, ilgisizlik, duygusuzluk, hissizlik, aldırmazlık" olarak çevrilen bu kelimenin sıfat hali ise gerçekten ... (Lan Ramiz ne zaman daldın oğlum sen buraya? Bir daha görmeyeceğim bak!)

Merriam-Webster Sözlüğü, indifferent kelimesini şöyle tanımlıyor:

1- tarafsız olan, önyargısız.
2- a) bir halin/yolun/yöntemin ya da bir diğerinin fark etmemesi. b) bir halin/yolun/yöntemin ya da bir diğerinin öneminin ve değerinin olmaması.
3- a) birşeye karşı özel bir hoşlanma ya da rahatsızlık içinde olmayan. b) birşey için ilgi, şevk ya da umursama hissi duymayan, lakayıt, duygusuz.
4- aşırı ya da az olmayan, ılımlı.
5- a) iyi ya da kötü olmayan, vasat. b) doğru ya da yanlış olmayan.
6- aktif bir özelliği olmayan, nötr.
7- a) farklılaşmamış. b) bir tek yönden fazlasına gelişebilme becerisinin olması, embriyolojik olarak henüz belirlenmemiş.


Kubrick'in sözüne dönecek olursak; yaşamımızın kırılganlığı ve önemsizliği içinde evrenden varoluşumuzu özel bir anlamla donatmasını bekleyemeyiz. Hayatın bize kötü ve acımasız gelen yanı da budur zaten: O, herkese ve herşeye karşı "indifferent" durmaktadır. Canlılığınız ya da mortu çekmişliğiniz, havayı sizin ya da bir başkasının soluması, doktor ya da kaportacı olmanız, Ahmet'le ya da Mehmet'le evlenmeniz, helada kabızlıktan kıvranmanız ya da trafikte sıkışmışken ishal olduğunuzu fark etmeniz; evrenin bir bilinci olmadığına yeteri kadar ikna olmuşsak anlamsız ve önemsiz -kısaca farksızdır.

Kubrick'in ikinci cümlesi ise bu derdin yegane dermanını verir: "Madem evrene karşı ne kokar ne bulaşır tavşan boku kıvamındayız, o zaman bu hakikatle gerçekten yüzleşirsek kendi anlamlarımızı kendimiz yaratabiliriz." Ancak bu anlam yaratma ve onu eyleme dökme işleminin binlerce yöntemi olabileceği düşünülürse, Playboy muhabirinin, "Peki bu yüzleşme biçimleri ve onların ardından yaratılan anlamlar arasında daha anlamlı olanı var mıdır, yoksa bu da 'indifferent' bir durum mudur?" diye sorması çok şık bir manevra olurdu.

Kategorize etmeye çalışacak olursak böyle bir anlam bulma çabasının iki ayağı vardır:

Bu işi entelektüel / sanatsal bir eser aracılığıyla, bir nesne üzerinden yapmak ve aşk yaşamak / çocuk yapmak / dostluk kurmak aracılığıyla, bir özne üzerinden gerçekleştirmek.

...

Her şeyden önce bir eser, ölümlülüğümüzü aşma isteği konusunda en kestirme ve güçlü yoldur. Bu durum; film çekmek, DNA'nın şifresini çözmek için laboratuara kapanmak, roman yazmak, sosyolojik bir araştırma yapmak, tiyatro oyununda oynamak şekillerinde tezahür edebilir. Yaratma becerisi olmasa da dönüştürme gücü açısından, sahibi olduğu şirketi bir numara yapmak, ülkeyi yönetmek, Avrupa'nın yarısını fethetmek de ölümü yenme çabasına yönelik bir "eser" ortaya koymak olarak görülebilir.

Ortaya çıkan eserin "tarihe atılmış bir imza olarak" kalacak olması bir yana, kişisel bağ açısından kendine dönük bir anlam yaratmak ancak ve ancak eseri yaratma süreciyle ilgilidir. O süreç dışında da yaratıcısını ilgilendirmez. Çünkü eser tamamlandığında hem yaratıcısına hem de alıcısına karşı lakayıt durur: Hayatın lakayıt oluşundan kurtulmak için lakayıt bir nesne ortaya koyarsınız. Bu icra, doğasının bu özelliğinden dolayı, kısa süreli ve geçicidir; süreç bitince eserin kendisi de lakayıt olur. (Harbiden ya, Eser isimli bir ahbabım vardı, çok lakıyat bir kerataydı yahu! -Enis [Artık tanıştığımıza göre, birbirimize ismimizle hitap edebiliriz. Samimiyet, işin içine luabalilik karışmıyorsa, güzeldir.]) Bundan ötürü bu yöntemle anlam yaratma; sonu gelmeyen bir rahatlama ve boşluğa düşme döngüsünü getirir. Bilimadamı ya da sanatçı, yarattığı anlam kaçınılmaz olarak elinde parçalanmaya başlayınca yeni bir üretme sürecine girer. (Yeni çay ürettim müdürüm, taptazecik, tavşan kanı! -Süper Çaycı Ramiz)

Oysa bu ayaklardan ikincisi, bir başka özneyle anlam yaratmak yukarıda anılan ilk hale göre daha süreklidir. Bu sürekliliği sağlayan, karşımızda anlam yaratma ihtiyacı duyan bir başka öznenin bulunmasıdır. (Ramiz, bir başka öznesin demem kırarım gururunu! Getir bi' demli çay bakalım!) Bu bütün hadiseyi çetrefilli bir "ilişki" durumuna getirir. Çünkü anlam yaratma süreci bir eser ortaya koymak gibi dar ve tek yönlü bir çerçevede değil, bir başka "irade"nin eşit şekilde için işine girdiği, sonu -eser yaratımındaki ereksellikle kıyaslanamayacak kadar- belirsiz ve uzun vadeye yayılan bir etkileşim halidir. (Ohhhh, mis gibi!)

...

Eserin yaratısına ve alıcısına (okuyucu, izleyici vb.) karşı iradesiz oluşu ilk ayağın ana teması iken, ikincide öteki-öznenin iradesi vardır. İradelerin lakayıt oluşları arasında bir geçişkenlik mümkün ise; bu eserin özneleşmesiyle değil, öznenin lakayıt hale gelmesiyle mümkün olabilir. Sözgelimi; Leyla ile Mecnun hikayesinde, Mecnun'un çöllere düşüp Leyla'dan geçmesi ve onu tanımaması; Mecnun'un iki öznenin işin içinde olduğu bir anlam sürecini yukarıda andığım ilk yönteme çevirmiş olması demektir. Mecnun (Veee Mecnun rolünde, er genç kızın ülyası Ramiiizz!) , Leyla'nın "irade"sini düzleştirerek Leyla'yı nesneleştirmiş ve onun anlam yaratma sürecindeki etkileşim becerisini iptal ederek aşkını bir "eser" haline getirmiştir. (Ben filmini izledim bunun, çok romantikti! -Blog Yazım ve Yayım yardımcısı Gülbahar Çedene)

Bu durum, aşk / çocuk / dostlukla, yani bir diğer özneyle birlikte anlam yaratma çabasının en büyük risklerinden birisidir. Karşımızdakinin iradi desteğini alamadığımız durumda onu nesneleştirip, eylemsiz ve etkisiz bir şekilde (aynen defter arasına konulan gül yaprağı gibi) saklarız. Bu şekilde içinde bulunduğumuz o koskoca anlamsız evrene karşı yaptığımız mücadeleyi asla kaybetmeyeceğimiz, "anlam"ı koruyacağımızı zannederiz. Bundan dolayı ister aşk ister dostluk olsun, her ilişki bir diğer öznenin tanımlanması ve vakumlanarak saklanması tehlikesini barındırır.

Öteki-öznenin anlam yaratma isteği ile uyuşma olduğu durumlarda iki özne birbirlerine karşı lakayıt değillerdir. Etki ve tepki, bir eseri yaratma sürecinde yaratılabilecek anlama göre hareketli, değişken ve belirsizdir. Bir eser, "sonsuza kadar kalma" iddiasıyla özel bir doyum sağlıyorsa; bir özneyle anlam yaratmak da iradelerarası uyumluluğun doyumunu, bir başkasıyla bütünleşmenin keyfini yaratır. Bu bütünleşme, gündelik ikincil ilişkilerden ne kadar farklı ve yoğun ise uyumluluk ve anlam yaratma da o kadar kuvvetli olur...

Burada kastedilen uyumla, her konuda anlaşmak ve iyi geçinmek değil; iki öznenin birbirlerine "bulaşma" istekleri kastedilmektedir. Sözgelimi büyük kavgalar da, her iki taraf da kavga etme isteği duyacak kadar birbirlerine bulaşmışlarsa, aynı uyumluluk içinde değerlendirilebilirler. Fakat taraflardan birisi kavga etmeye yönelmişken, diğeri buna karşı tepki vermiyorsa -yani lakayıt kalıyorsa- bir başka özneyle anlam yaratma çabası yıkılmış, boşa çıkmış demektir...

Kubrick söyleşinin en sonunda şöyle diyor: "Karanlığın büyüklüğüne karşın, kendi ışığımızı sağlamalıyız."

Belki de kendi kendimize yarattığımız bu cılız ışık, şu lakayıt evreni bilebilme yolunda sahip olduğumuz yegane kaynaktır.

...

Sevgili Okurlarımız,

İlk başta yazarlara kızgınlığımdan dolayı sert çıkmış görünebilirim.Aslında yufka yürekli bir insanım, karıncayı bile incitmem! Öyle ki çocukken kurban bayramlarında Kınalı Minnoş'un (her yıl aldığımız koyuna aynı adı verirdim) kesilmesine bile dayanamazdım!

Sözü uzatmayayım, sizinle tanışmış olmaktan dolayı mutluluk duyuyorum. Bu nahoş vesilenin, blogun sahne arkasında olan insanları (Bendeniz Enis Karamalafatoğlu, sekreterimiz Gülbahar Çedene ve çaycımız Ramiz İncesarar) okuyucuyla buluşturmak gibi güzel bir sonuca yol açmasından da ayrıca onur duydum.

Bu maddeyi çaycımız Ramiz'in yoğun ısrarları (ve SGK tehditi) neticesinde bir Trakya türküsüyle bitiriyoruz. Bu türkünün ve 1982 yılbaşının kendisinde önemli anıları varmış.

Esen kalın değerli okuyucularımız.



Garip




Arapça. Sıfat

1- Kimi kimsesi ve neyi neşesi olmayan, ordinaryus zavallı, fahri andavallı. Örnek: "'Ben bir garip keloğlanım/Eşeğimin yok palanı/Varım yoğum doğruluktur/Hiç de sevmem ben yalanı' dizelerinde Keloğlan'ın garipliğinin nedeni aşağıdakilerden hangisidir?"

2- Yabana gitmiş/atılmış ama yabanlaşamamış, kendi kafasına sıçmayı adet edinmiş gurbet kuşu, elgin. Örnek: "Erol Elgin 'Bu mezarda bir garip var' türküsünü yorumlarken de garip bir şirinlikle gülümser miydi acaba?"

3- Normal diye tabir edilen ortalamanın ziyadesiyle dışında yer aldığı için insanda dehşetengiz duyguların doğmasına yol açan, acayip, tuhaf. Örnek: "Bir tuhafiyeciye gidip kuzey ışığı isteyen bir insana neden garip garip bakılır anlamış değilim, Cemil Abi!"

4- Uzun bir şaşkınlık ifadesi. Örnek: "Demek Finlandiya'da bütün ovalara gece Haymına Ovası deniyor ha? Garip!"

5- Dokunaklı, hüzünlü, ağlamcık ağızlı. Örnek: "Hani ıssız bir yoldaaan geçerken, bu mezarda bir garip var, şu mezarda bir garip var, işteeee öyle birşey!"


Bugün gazeteler bir tartışmayı gündeme taşıdılar: Söylenceye göre; Orion takımyıldızında yer alan kırmızı zeballa Betelgeuse yıldızı, enerjisi biten büyük yıldızların başına geldiği üzere bir patlamayla süpernovaya dönüşecek. Bu bombastikleşmenin gerçekleştiği 5-6 haftalık süre boyunca dünya iki güneşe sahipmiş gibi aydınlanacak, dünyanın bazı bölgelerinde aynen kutuplara yakın yerlerde olduğu gibi "beyaz geceler" yaşanırken, bazı bölgelerde de günler 2-3 saat uzayacak.

Bilimkurgu filmlerinin basmakalıp bir araç olarak kullandığı üç beş güneşli gezegenleri gördüğünde manzara karşısında dehşete kapılanlardanız, gariplikle uyarılan garip insanlardan birisi olarak, bu kozmik olay size iyi gelecek; damarlarınızı açacak; nöronlarınızı ateşleyecek; sağda solda "Abi ya çok ilginç değil mi?" diye gereksiz konuşmanızı ve ortamlardan dışlanmanızı sağlayacak demektir.

'Garip' denilen durum, gündelik hayatını normallik uzlaşmasına dayamış insanlara sınırsız olasılıklara sahip evrenin attığı bir şamardır. Görmeye, duymaya, hissetmeye alıştığımız gerçekliğin dışından gelen bu özel durum, kişinin zihin haritasının ölçeğine göre, yaşadığı dehşetin / büyülenmenin şiddetini belirler. Bu sebeple garip, 'gaip'in tam göbeciğindeki "r"yi bularak gıyâbtan kurtulması ve kendini gerçekleşmesidir.

Bu vaziyet ortaya çıkarken o vakte kadar "gerçeklik" adı altında paketlediği deneyimlerden farklı bir durumu kucağında buna şaşkın bünye, bilimsel adı Ne Bok Yiyeceğiz Şimdi Sendromu olan bir belirsizlik dönemi yaşar. Yaşanan bu anormalliğe verilen tepki ise, hayatta kalma içgüdüsünün bir tezahürü olarak, o garipliği fırlatıp atmaktır. Yeniden, bildiği, güvenli sulara dönmeye çabalayan insan evladı bunu başarabilirse, pişkin bir "ya çok garip bir şey oldu!" haline döner. Diğeri seçenek (belirsizliğin uzaması) zaten sarsıcı, tedirgin edici, hatta kimi zamanlar delirticidir. Fiziksel ve ruhsal anlamda güvenli bir barınağı olmayan hayvan, gündelik hayatı için gerekli işlevselliği yerine getiremez; tedirgin bir ruh haliyle, "Lan noluyo lan, sakata gelmeyelim lan!" deyip durduğu için hiçbir işi hakkıyla yapamaz. (Bu yazının kötü oluşunun bahanesini ne de güzel hazırladık değil mi, sayın gündelikçiler?)

Mevzu o değil, ama vaziyetler için geçerli olan bertaraf mekanizmasının, garip olarak adlandırılan insanlar için de işlemesine ne demeli, pek muhterem keloğlanlar?

Bilinen ve kabul edilenin dışında olma hali, çoğu zaman hor görülmeyi, reddedilmeyi, dış(kı)lanmayı -tehdit oluşturmayacak kadar zayıf görülme mevzubahis ise acımayı- getirir. Bunun en kaymaklı örneği diyebileceğimiz, "gariban" kelimesi, Arapça'nın Farsça ek almış şekline denk düşmesi ve zihninde sadece elli kelime dolanan bir toplumun kendilerinden olamayacak kadar tuhaf / tutunamamış bireylere yakıştırdıkları bir ünvan olması itibariyle eğlencelidir. Çünkü bu melezleme kelime, "garip insanlar"a karşı gösterdiğimiz tavrın yekpare olmadığını, daha ziyade güç dengesi ile ilintili olduğunu gösterir.

Kendimizden aşağıda gördüğümüz ve acıma hissiyle yaklaştığımız garip bireylere gariban derken; kendimizden yukarı gördüğümüz garip bireylere saygıyla yaklaşırız. Kendimize denk gördüklerimizi ise, toplumsal kabullerimiz doğrultusunda nush-tekbir-kötek kullanarak yanımıza çekmeye çalışır; başaramazsak cezalandırırız. Kız Ayşe (İstanbul'daki Elmadağ semtinin meşhur, eşcinsel çöp toplayıcısı ve evsizi) garibandır, Zeki Müren idoldür, kendi arkadaşımız/oğlumuz/kardeşimiz ise dayaklık! Eşcinsel şarkıcının yılan dansıyla coşan bahtsız ev kadınları, kendi çevrelerindeki bir insanda görülebilecek bu "garip"liğe, yavşamış silikon dudakları hakkında yorum yaptıkları sanatçıya sergiledikleri anlayışı göstermezler.

Toplumun Üçyüzlülüğü dediğimiz bu kavrama göre; en saftirik bulduğunuz ev kadını bile, nüfusbilimin meşhur normal/anormal eğrisini içselleştirmiş; kendisi gibi "normal" olanın sürekliliğiyle, garip tekil örneklerle kendini gösteren "anormal"in pıtırcıklığı arasındaki ayrımı yapmıştır: Kendi başına gelmediği ve sayısal azınlığı koruduğu sürece garip insanların varlığı tehlikeli değildir. Aksine "normal"in referans noktalarının işaretlenmesi, bu alanın doğrulanması ve sürekli üretilmesi için "garip"in varlığı gereklidir.

Bunun karşılığında "garip", kendisine bırakılan alanın genişliği ve karşısında tehdidin içeriğe göre, varlığını sinerek sürdürme, sanat ya da şiddet aracılığıyla karşı koyma tepkileri verir.

Halihazırda yoğurtsuz bir haydari gibi hissedenler, 27 yaşında dünyadan ayrılan Morrison'ın yazdığı, The Doors'un People Are Strange şarkısında anlatılan garip insanın / garibanın ruh haline aşinadırlar:

Gariptir insanlar hacı, eğer sen garibansan
Sakilleşir suratlar, sapın göze batanıysan
İtilmişsen kaşar gibi görünür bütün hatunlar
Kafan bozuk olduğunda çekilmez olur yollar

Garipsen eğer
Kafana gökten yağmur yerine,
Nah kolum kadar moloz düşer!
Garipsen eğer
Her insan evladı suratına bakıp,
Hiç düşünmeden siktir çeker!
Garipsen eğer
Garipsen eğer
Garipsen eğer


Garip hissetmekle başlayıp, garip olmakla sürdürdüğümüz programımızın sonuna gelmiş bulunuyoruz.

"Vidyo, radyo sıtarını sıttı" düsturunu garip bulan bir neslin temsilcisi olarak, The Doors'tan memleket torpaklarına dönüp, bu maddeyi Edip Akbayram'ın radyo kıvamında bir vidmiyosuyla bitirelim mi?

Yazımda ve yayımda emeği geçen bütün Kafa Yolları Haritası çalışanları adına, garip kalın, garipliklerle kalın diyoruz.