Cemaat


     
      1
      1   1
    1   2  1
  1  3   3  1
1  4   6  4  1


Arapça. İsim.

- Soy, sop, din, dil, ırk, ülkü, süperinsan vb. bir ortak noktanın etrafında toplanan, başkalarının yardımı olmadan toplanamadıkları halde kendilerini nimetten sayan insanların oluşturduğu topluluk. Örnek: "-Cemaatler sadece firavun yaratırlar. Çünkü her cemaat piramit şeklinde örgütlenir değil mi Cemil Abi? + Evet Danyalcığım. Bu arada temiz çamaşır ve sigara dışında bir ihtiyacın var mıydı?"


Bir korku-gerilim filminin tek numarası, izleyicinin tahmin edebileceğinden bir adım ötesini ortaya koyduğunu iddia etmesidir. Filmin başı, insanların bir araya gelme nedenlerinin vahşi bir dünyanın zalim çemberinde hayatta kalmaya çalışmalarıyla başlar. Devamında bu gruplar arasında çok çatışmalar, çok atraksiyonlar, maceralar, kanlar, vahşetler olur. Fakat filmin final sürprizi olarak insanların ta en başından beri bu sinsi planda beraber olduklarını öğrenirsiniz. Hani filmi beraber izlediği insanlara "Yeminle ben anlamıştım! Çok basit bi' filmmiş ya" der ya insan, hani ıssız bir sokaktan geçerken götü tutuşur da bir şarkı söyler ya, ama eve dönünce imdb.com'a girip "Wow gorgeous!" yazar ya, işte öyle birşey!

Meseleye bu açıdan bakıldığında, 'cemaat'e üye olmayan bir insan yoktur. Bir aile, bir sülalenin içinde doğarız, arkadaşlar ediniriz, sevgililer yaparız (bazıları kilden lateksten), 
çocuklar çıkartırız, onları büyütürüz. Önce altımıza sıçmaya, sonra altlarına sıçan başkalarıyla aynı kliniklerde kalmaya, nihayetinde de aynı duvarın sınırları içine gömüldüğümüz diğer suskunlarla kaynaşmaya başlarız... İşte bu süreçler bizi kendi meşrebimize uygun dostlar edinmeye, birbirimizi kollamaya, ortak düşmanlara saldırmaya iter. Zira onlar bizim kutsal değerlerimize, ortak yaşantımıza, inançlarımıza, adetlerimize hakaret etmişlerdir. (Hayır, toprak iste vereyim!)  Onları def ederiz. Def edemezsek, "Yenildik ama ezilmedik!" deriz.   Cemaat duygusuna öyle muhtacızdır ki; öldükten sonra bile -insan eti yemenin caiz olup olmadığını sorgulamadan- zombi cemaati olarak geri gelebiliriz. 

Peki bu cemaatlerden hangisi haklı aziz okuyucular? Hangi cemaat, diğerleri batıla sapmış iken hak yolunda ilerliyor? 

İmdi şom ağızlının teki bu sorunun yanıtı babında, "Arapça'nın en keyifli özelliklerinden birisi, birbirinden çok farklı anlamlara gelen gürültülü ve ünlü kelimelerin munis ve ünsüz köklere dayanmasıdır" dese; ardından da cemcemaatcumacami gibi kelimelerin cima kelimesiyle aynı kökten türediklerini ifade etse; Ortak Doğu'nun bilinçaltında yatan gaydırıguppak niyeti kör göte parmak sokarcasına ifşa etmiş olmaz, değil mi rektal tuşesiz okuyucular? 

Bu bize cümle cemaatin yapı ve amaç açısından dünyevi olduğunu göstermez mi? Pek çok cemaat aksini iddia etse de, aslında uhrevi bir güzellik peşinde olan bir cemaatin bulunmadığını belletmez mi? (Kaldı ki pek çok din, öte taraftaki yargılanmanın bireysel olacağını söyleyerek kendilerini ihbar etmişlerdir. Fakat nato kafa nato mermer!) 

Cemaat ister camide, ister cimada olsun; geri kalan tüm insanlığı dışladıktan sonra birbirlerinden güç alan, birbirlerine dayanan insanlar demektir. Bu anlamıyla hümanist, hümanist olduğu kadar da şirindir. İnsanlar komşunun cemaatiyle fingirdeşme kalkmadıkları sürece, kendi cemaatlerinin sunduğu bu izzet-i ikram'ın keyfini sürerler. İçinde oldukları cemaat kazanmayı ve kazandığı ganimetleri paylaşmayı sürdürüyorsa o cemaatten çıkmazlar. Bu sebepledir ki; insanlığın başından beri var olan bu dayamalı dayanışma, insanlık yeryüzünden yok olana kadar da sürecektir. Sadece insanlar mı? Kurtlar, çakallar, akbabalar, karıncalar ve kırmızı kıçlı makak maymunları bile cemaat halinde yaşarlar. Öyle ki dişi kırmızı kıçlı makak maymunlarının lider değişimi sonrası, yeni lidere cümleten gösterdikleri tavır, insanlarınkine veri big ket düzeyinde benzerlik gösterir.

İnsan kaynakları kurumsallaşmış cemaatlerde, her iktidar örgütlenmesinde olduğu gibi, en altta değersiz, pespaye, baldırıçıplak nefer grubu vardır. Bu Hayyam/Pascal üçgeninde yukarı katmanlara çıkıldıkça kalabalık azalır, ortam tenhalaşır, ofisler büyür. Tepede ise nefsin açıktan ya da gizli gizli coştuğu, ruhani bir executive lounge ve göğe açılan yıldız kapısı bulunur. Yüce bir ilme, engin bir irfana ve kutlu bir ihlasa açıldığına inanılan yıldız kapısından ancak ve ancak elinde executive lounge anahtarı bulunan üstat/mürşit/başkomutan/büyük insan sayesinde girilebilir. İşin doğrusu, bu kapının nereye açıldığını anahtarı elinde tutan kişi dışında kimse bilmez. 

Sözün özü; cemaat candır, canandır, cilloptur. Bizi göz alıcı hakikatin acılığından kurtaran güneş gözlüğümüz, ruhumuzu özgürleştiren semerimiz, düşlerimizle beraber büyüyen peterpanımız, tepesine yıldız tozları dökülen piramidimiz, adına hayat denilen iki karanlık arasındaki aydınlıkta kullandığımız el fenerimizdir. Bir cemaatten nefret ediyorsanız, bilin ki bunun tek nedeni, o cemaatin sizin cemaatinizi düdüklüyor olmasıdır! Halbuki bir vakit siz onları düdüklüyordunuz. Hiç düdükleyen olmadıysanız üzülmeyin, yarın şans size de gülebilir. Neticede mesele, "üste çıktım diye sevinme, altta kaldım diye yerinme!"den ibaret değil midir?

Bir başka cemaate zulüm etmeyecek ve bir başka cemaat tarafından zulme uğramayacak tek cemaatin aslında 'bütün insanlık'tan oluşması da (alienlar hariç), diyalektiğine kurban olduğumuz tarih dolabının dışında unutulmuş küflü bir ironi olarak anımsanmalıdır. 

Engelli




Harbi Türk malı. Sıfat.

(Tedeka'dan)

1- Engeli olan, manialı. Örnek: "Lan Danyal, bizim bloga İbrişim Teknolojileri Kurumu engelli muamelesi mi yapıyor? Neredeyse dört yılda ola ola 18.500 tekil ziyaretçi, 30,000 sayfa ziyareti mi olmuş?"

2- Vücudunda eksik veya kusuru olan. Örnek: "Belki bu örnekte 'Ne tuhaf tanımlar yapan kurumumuzdun, sen Tedeka Abla' desek ziyaretçi sayısı artar Cemil Abi, ha?"



'Siyaseten doğru' ve 'siyaseten yanlış' kavramlarının, altlarında güvenlik ağı olmadan cambazlık yaptıkları konulardan birisi 'engellilik'tir.

Söylemlerin daha dolaysız ve ayrımcı olduğu dönemlerde, 'sakat' (Arapça, değeri düşük, kıymetsiz) olarak adlandırılan insanlar, oy hakları olduğu anlaşılınca 'özürlü' (Sanırım Tanrı'nın bir özür borcu olduğu düşünülüyordu.), örgütlenmeye başlayınca da 'engelli' sıfatlarıyla çağrıldılar. Her ne kadar hassas bünyeler, Türkçe'deki dönüşümü Batı dillerindeki gelişimle aynı doğrultuda (İngilizce için 'cripple' ile başlayıp, 'handicapped' ve 'disabled'a uzanan bir çizgi vardır.) ayarlamayı başarsalar da; engellilerin hayatlarını kolaylaştırma konusunda memleketimiz evde-otur-sokağa-çıkma seviyesindedir.

Fakat madem söylemin peşindeyiz; hadi, işimiz gücümüz yokmuş gibi, bu değişim çizgisini takip edelim!

'Sakat', doğrudan kişinin 'pazar değeri'ne vurgu yaparken; bunun 'özürlü'de şefkatli bir sulandırmayla hafiflediğini söyleyebiliriz. 'Engelli'de ise vurgu, kişinin pazar değerine değil, pazardaki işlevselliğine kaymıştır. 'Engelli'nin barındırdığı teşvik, kaderci bir imkansızlıktan, yıkılamaz ama aşılabilir bir duvara uzanan zihniyet değişimini gösterir.

Bu yüzden engellilerin başarı hikayeleri, 'sağlam' bir insanlık tarihinin günah çıkarması babında, bünyelere neşe ve umut verir. Böylelikle, 'normal' addedilenler, 'sağlam' olmanın vicdani yükünü, yüzyıllar boyunca engellilere atfedilen 'kötürüm' ya da 'ucube' gibi sıfatları unutturarak atabilirler. Oysa bu yaklaşımın kendisi bile, engellileri 'anormal' olarak tescillemenin yeni bir yoludur. İnsan evladı, ne kadar uğraşırsa uğraşsın, 'başkalarının cehennemi'ni temaşa eyleyerek beslenen, alışılagelmiş sıradanlığın verdiği güven duygusundan kurtulamıyor.

Belki de bu dışlanma duygusundan olsa gerek, (her ne kadar bazı engelliler 'özürlü' kelimesini kullanmaya devam etseler de) kayıtsız bir evrenin sunduğu ironi oklarını kendilerine yöneltme hakkına sahip olanlar, sadece ve sadece o derdi çekenler olarak tescilleniyorlar. Metin Şentürk kendine 'kör', Tuğrul Eryılmaz kendine 'moruk', Engin Ardıç 'dört göz', Şafak Pavey ise ne istiyorsa onu diyebilir. (Kadın neticede milletvekili!) Keza Cemil Abi'nin kendine 'kel' demesi, 'adam kendisiyle ne kadar barışık ayol' puanı toplarken; bu gerçeği Danyal'ın ifade etmesi, büyük bir edepsizlik ve kendini bilmezlik olarak eksi hanesine yazılacaktır.

Meselenin dibine bakmak için eğilirseniz, engelli olma kavramının biricik ikicik uzuvların eksikliğinden ziyade, bir uzvun işlevinin normal addedilen seviyede yerine getirilememesine dayandığını görürsünüz. (Lütfen, az önce yakaladığınız pozisyonu koruyun. Evet, çok güzel!) İşin aslı; bir işi yapmak isteyip, kökleri korkuya saplanan çeşitli nedenlerden dolayı bunu yapamıyorsanız da engelli olarak kabul edilmelisiniz. Zira korku, her türlü işlev bozukluğu tohumunun serpilmesi için serilmiş, kımıl kımıl kıpraşan bir humuslu toprak parçasıdır. Buradan serpilen sarmaşık, zihinsel melekelerinizin bazılarını engelleyecek; 'normal şartlar altında' yapılması öngören işlevlerin etrafını sımsıkı saracaktır.

Ancak 'görünen'le ilgilenen yüzeysel bir toplum sayesinde bu engellilik haliniz, açıktan bir sıkıntı yaratmaz. Neticede, saat 9'da işinin başında olabilen; kendisine verilen rutin görevleri, belirli bir hata payıyla tekrar edebilen; alın teriyle kazandığını vergi ve banka ödemeleri olarak peşkeş çekebilen; çocuk yaparak yeni müşteriler/vatandaşlar üretebilen bir birim olarak değer görürsünüz. Kimi durumlarda engellilik halinizi fark etmek gül gibi yaşar gider; kimi durumlarda da buna uyanır ve nevrozlardan nevroz beğenirsiniz. (Pozisyonunuzu koruyun, şu anda 12 taksit yapıyoruz!)

İmdi, mevzuyu bu açıdan kavrayınca, kendini başkalarının yerine koyma becerisi olarak özetlenen 'empati'nin bünyede eksik oluşunu da bir tür engellilik hali değil midir, aziz duygudaşlarım?

Empati, "Sana yapılmasını istemediğin şeyi başkasına yapma!" düsturu ile gediğe oturtulmuştur. Birisine acımakla uzaktan yakından alakası olmayan bu vasıf, yeryüzünün hakimi olduğunu sanan insan evladının kendini diğer canlılardan ayırt ederken kullandığı özelliklerden birisi ise, bu işlevin yerine getirilememesi de düpedüz bir engellilik durumudur.

Kendi kimliğine mensup insanlara yapılanı katliam, kendi kimliğine mensup insanların yaptığını savunma olarak görenler; kendisi aldatırken, aldatılma ihtimalini düşününce bile çıldıranlar;zamanında bazı uygulamalardan dolayı mazlum oldukları halde, güçlenince o günleri unutup acımasız bir zalime dönüşenler hep bu engelli grubunun üyeleridir.

Diğerkamlıktan nasibini alamamış bu bencillop insanların yarattığı mazlum edebiyatı, acındırma üzerine kurulu iktidar modelinin, nasıl da pespaye bir söylemle kitlelere yedirildiğini ortaya koyar: Peygamberinin ve ilk takipçilerinin işkenceyle öldürülmesinden ilham alan bir dinin yaptığı zındık avından tutun da, milyonlarca insanını önce gettolarda sonra da gaz odalarında kaybettiği için ağlayan bir etnik grubun binlerce insanı bir açık hava hapishanesinde ağırlamasına, inançlarından dolayı zulme uğradıkları için göz yaşı döken bir siyasi oluşumun başka insanları hiçbir makul suçlama olmaksızın yıllardır hapiste tutmasına kadar her ikircikli eylem, aynı engellilik halinin yansımasıdır.

Kafa Yolları Haritası olarak, dünyadaki en kalabalık engelli grubunun empati yoksunluğundan muzdarip insanlardan oluştuğunu bir kez daha hatırlatıyor; yazının başında fotoğrafı bulunan nur yüzlü zat-ı muhtereme de, engellileri anlatan her filmin ana mesajı olduğu üzere, "Hışşt dört göz, hadi gayret et, sen de engelini aşabilirsin! Sen de basen yalayarak para kazanmayı bir kenara bırakabilir; bir engelliye hakaret ederek efendilerini tatmin etmek yerine, engellilerin memleketinde yaşadıkları sıkıntıları anlatıp onların dertlerinin çözülmesine bir nebze yardım edebilirsin! Bu seni iyi bir insan yapar hacı, ama korkma!" diyoruz.

Huzurlarınızdan ayrılırken; Danyal'ın konuyla ilgili olarak yazdığı bir şiiri de paylaşalım istedik:

Biz O Friedrich Engels'leri Aştık

Ey Friedrich, Friedrich!
Sen, Marx'in kankası,
Tüm komünistlerin panpişisin!
Dünyada teksin ama
Lokalde farklı anlaşılansın
Ey Friedrich, Friedrich!
Bir Alman için Mercedes fabrikasındaki grev hakkısın,
Bir Amerikalı için 'Kentucy Fried Rich',
Bir Türk için ise, pis sakallı engelsin!
Ey Friedrich, Friedrich!
Senin kadar bıyığımız sakalımız yok diye
Seni kıskanıyoruz sanma!
Zira iman dolu göğsümüzle
Sabah akşam haykırıyoruz:
"Şükür Rabbimize, biz o Friedrich Engels'leri aştık!"

Kavram



Türk malı
. İsim

1- Bir nesneye, bir olaya, bir olguya ya da bir düşünceye ait ortak özelliklerinin beynin kıvrımlarna sokulmuş hali, mefhum, fehva, konsept, nosyon. Örnek: "
Kavra şu kavramları, kavramsallaştırmacıya kavramsallaştırmaya götür; kavramsallaştırmacı kavramların kavramsallaştırmasını kavrayamazsa, kavramları kavrayıp kavramsallaştırmacıdan kavramsallaştırmadan getir, Danyal!"

2- Halk ağzında. Karın içindeki organların dış yüzünü örten, bu organları karın duvarları ve karın içi yapılarına bağlayarak yerlerinin bir ölçüde sabit kalmalarına yardım eden beden içi hamak, karın zarı. Örnek: "Bu kötü tekerlemeyle bana kavramsal bir darbe vurdun Cemil Abi, sesimi bile çıkaramıyorum!"

4- Halk ağzında. Tutam, avuç dolusu. Örnek: "Senin bir kavramlık beynini çerez niyetine yerim, Danyal!"


Kavram, delikanlıyı (her dilde) bozar!

Delil 1 : Türkçe

Kavram kelimesinin kökeni olan kavramak, bir nesneyi elle sıkıca tutmak anlamına gelir. Bundan dolayı, herhangi lise öğretmeni ezkaza bir erkek öğrenciye, "Evladım, konuyu iyice kavradın mı?" dediğinde; o genç ereksiyonun hassas ruhunda türlü disfonksiyon infiallerine yol açabilir.

Nişanyan'ın Sözlerin Soyağacı'na göre 'kavrama'nın kökeni, bir araya getirmek, sıkıştırmak anlamına gelen Eski Türkçe 'kavır'a dayanır. Dünya Türklerden, tüm diller de Türkçe'den türediği için (Bunu Amerikalı uzmanlar söylüyor yeminle!), İngilizler'in bunu cover (Okunuşu, 'kavır'. Kapsamak, örtmek, bir nevi kavramak) olarak dillerine aldıkları düşünülebilir.

Kavram, soyutun merdiveni aracılığıyla, somutun harala gürelesinden uzaklaşarak ona bakmamıza ve onu anlamamıza yarar. Bu yüzden başarılı bir kavramsallaştırma, bakılan 'şey(ler)'in ayırt edici özelliklerini anlamlı bir bütünsellikle sunar. Bu işleviyle, hakiki anlamda sahip olabileceğimiz yegane "Stairway to Heaven"dır. O merdivenle aşağıdaki manzaraya hakim olabilir, aşağıdayken göremeyeceğiniz bağlantıları keşfedebilir, ama duruma müdahale edemezsiniz.

Oysa 'delikanlı' bünye müdahale edemezse çatlar: Bir kavramı savunanları öldürebilirsiniz, ama bir kavramın suratının ortasına yumruk çakamazsınız! Delikanlı için kavram, gereksiz ve saçmadır.

Bundan dolayı sömürücüler, tebaa olarak gördükleri kitlenin 'kavram'larla haşır neşir olmasından pek hazzetmezler. Onlara sundukları tek kavram; milli/dini birlik ve bütünlüğü vaaz eden, meşruiyeti sorgulanamayacak derece kadim bir üst kimlik anlatısıdır. En afili haliyle, 'logos spermaticus'tur.
Somutluk düzleminde boş kümeye denk düşürülen kavram, egemen sınıfın elinde sihirli bir heyulaya dönüşür: Vatan, millet, Terörya!

Delil 2: İngilizce

Gel gelelim, 'kavram'ın İngilizce karşılığı olan 'concept' kelimesine...

Reklamcılık camiasının gerekli gereksiz yere kullanarak bokunu çıkardığı bu lafız, Latince 'concipere'den 13.yy'da türeyen 'conceive' fiilinin mahsulüdür ve "içine almak ve tutmak, hamile kalmak" anlamlarına gelir. 14.yy'dan itibaren, "akla almak" şekline dönüşmüştür.

'Kavram'a denk düşen bir başka tabir olan 'notion' ise Yunanca ennoia'nın Latince notio'ya evrilmesiyle ortaya çıkmıştır. Ennoia (ἔννοια), düşünce, bilgi, anlayış, niyet anlamlarına gelir ve dişil bir kelimedir.

En basit etimolojik gargarayla bile görüleceği üzere, kavram insanın içine işleyen, orada başka kavramlara bağlanan ve onlarla beraber büyüyen bir anlam metastazıdır. En Hintli ve en Avrupalı delikanlılar bile, kökeni 'hamile kalmak'a giden bir kelimeyle muhatap olmaktan kaçınırlar.

Delil 3: Arapça
Mefhum, fehm/fahm (فهم) kökünden türemiştir. Anlama kelimesinin karşılığı olarak görebileceğimiz fehm, özellikle İslami literatürde önemli, ama kısıtlı bir yere sahiptir. Zira İslami akıl, alkolsüz ve sünnetli bir uyanıklık hali olarak, sadece helal olanın içselleştirilmesini öngürür. (Bkz. Fehm-ul Kuran)

Öte yandan 'fehm'in bir nokta eksiği olan vehm (وهم), kuşku, boş korku, kötülük hayal etme anlamlarına gelir ki; kaygının (angst/anxiety/anksiyete) kökenini oluşturur. Gündelik hayatta bu kelimenin çoğulu olan 'evham'ı kullanırız ki; evhamı oluşturan kuşku da, aynen kavram gibi, insanın içinde döllenen ve büyüyen bir kurgudur.

İmdi, Şeyh Galip'in dizelerini, "Tedbîrini terk eyle takdîr Hüdâ'nındır / Sen yoksun o benlikler hep fehm-ü gümânındır" deyü okusak; hangi mütefekkir vehm yerine fehm kullanmamıza muhalefet şerhi koyabilir?


Elimizdeki üç etimolojik delilden yola çıkarak şu sonuca varabiliriz: Kavram, beynin kıvrımlarına sirayet edip onu yeni kavramlar için döller; tahayyülü gündeliğin telaşından soyut bir bakış açısına doğru yükseltir.

Neticede,
"Kavram, delikanlıyı bozar!" Çünkü, kavramlar üzerinden seke seke düşünmeye başlayan insan evladı, beyninin kıvrımlarına sıkışmış iki lokma vicdana sahipse, o cillop beynine dayatılan basmakalıp yalanları sindirememeye başlayacak; içinde bulunuduğu toplumun (ya da topluluğun) yücelttiği rollerin dışında, başka olasılıkların da olduğuna ayacaktır.

Ancak bunun olabilmesi için, insanın kendi kavramlarını geliştirmeye yönelik sentezleri yapabilmesi, onları yeni bir tanım için sindirebilmesi gereklidir. Bunun olmadığı yerde, birileri vatan-millet kavramı için, bir başkası da özgürlük kavramı için kurşun sıkmaya devam eder. Zira 'ezbere kavramlar'ın insan hayatından daha önemli olduğu görüşü, insanlık tarihi boyunca klinik deneylerle ispatlanmıştır.

Madem 'Stairway to Heaven'ı andık; bu delikanlılığını kaybetmiş maddeyi, Led Zeppelin bu muhteşem şarkısının sözleriyle ve Robert Plant'ın dar pantolonundan çıkacakmış gibi duran kavramsallığıyla tamamlayalım.



Altın suyuyla taharetlenen bir kokona var
Ve o cennete yürüyen bir merdiven alıyor
'Tam da dükkanı kapatıyordum yenge' dedim
Ama istediğini istediği zaman almaya alışmış
El mahkum açtık kepengi yeniden
Ve o cennete yürüyen bir merdiven alıyor

Sigara yakmaya kalktı içeride
'Hoop orada dur abla!' dedim
Neticede tabela var sigara içilmez diye
'Ay bilemedim, bazen kelimeler çift anlama gelebiliyor' demez mi
Köydeyken, dere kıyısındaki söğütün üstünde
Kuşlar cıvıldardı
Bazen ne bok yemeye geldim buraya diye düşünüyorum
Acep neden ah anam!
Acep neden vah babam!

Batı'ya bakınca evhamla doluyor yüreğim
(Batı'nın kötü yanları, insanımızı bozmuş hacım)
Şeytan diyor; 'Bas git oğlum!'
O başı dumanlı dağları,
O ağaçları saran sisi bile özler mi insan
İcabında eşek anırmalarını bile özlüyorum
Acep neden ah anam!
Acep neden vah babam!

Zamanında komşu köyden bir laf yayıldı
Onların çoban kavalla sadece koyunları değil,
İnsanları da avallaştırıyormuş diye
Sabaha kadar köyün sınırında bekleyip, kulak kabarttık
Baktık harbiden ormandan şen şakrak kahkahalar geliyor
Köy hayatı ayrı bir güzel
(Şehirle mukayese edilemez)

Misal, kapı güm güm çaldı geçen gün,
Maliye sandım, ödüm patladı
Mayıs ayı vergi ayı neticede!
Mali müşavir, 'Baba önünde iki yol var!' diyor.
'Uzun vadede, vergi kaçırmak riskli bence!'
Acep neylesem diye kara kara düşünüyorum

Başımda bir vızıltı var, ne yapsam dinmiyor
Sanki komşu köyün çobanı kaval çalıyor,
'Dön memlekete, takıl bu cümbüşe!"
Saygıdeğer ablacığım, gece gece mal beğendiremiyoruz sana,
Rüzgarın sesini duyuyor musun? Hah işte,
Senin merdiveni o yel aldı götürdü, hadi naş!

Velhasılı kelam,
Hanımı çocuğu aldım, vurduk kendimizi yollara
Köyün hemen alt yolunda indik de
Bir gölge bulana kadar canımız çıkayazdı
O sırada nurdan bir melaike indi
"Memleketin taşı toprağı altın" dedi
Oğlana ünledim, "Lan kulak kabart, ses mes var mı?"
"Buba nah şurdan kaval sesi geliyo!" demesin mi!
Sen ben derdini unutup koşuverdik çobana doğru
Bizim oralar kayalık, şükür yuvarlanmadık!

Ve o cennete yürüyen bir merdiven alıyor