Mücrim

Arapça. Sıfat.

- Suçlu, suç işlemiş olan, kuralların dışına çıkmış. Örnek: "Film-ül Zifir, mücrim şahsiyetlerin cüz'î hazlara intikâl emeliyle muhatap oldukları belâları anlatan hikâyelere addedilen münhasır isimdir."


Cürüm, suç ve günâha denk düşen Arapça bir kelimedir. İnsanın toplumsal, hukuki ve dinsel alanlar tarafından belirlenmiş meşru haklarından ötesinin peşine düşmesine denk düşen bu kavram için, insanlık tarihinde adı geçen bütün kanunlarda, kuralların çiğnenme şiddetine göre belirli cezalar öngörülür.

Bu kuralların meşrulukları hayattan ne bok anladığımıza göre değişse de, buradaki mesele toplumsal düzeni çiğneyen insanların (mücrim) o toplumsal düzen tarafından hak ettikleri cezaya çarptırılmalarıdır. Kimi zaman bir daha yapmamaları sağlanır, kimi zaman dışlanır ve aidiyetlerini yitirirler, kimi zamansa tamamen silinmek üzere urgana ya da katran ve tüye mahkum olurlar.

Sözgelimi film noir denilen sinema akımı bu ehl-i cürümün başına gelen türlü belâları anlatır. Yahudi anlatısındaki Lilith karakterinden türeyen bir femme fatale'nin kucağına oturan erkek karakter türlü densizlikler yapar ve sonra da ebesini örekisiyle tanışır. Bu karakter, film ahlâkı tarafından da asla affedilmez; ya ölür ya da mahpusta çürür.

Ancak film noir örneklerindeki bu ahlâkçı yaklaşım her ne kadar eleştirilse de, bu filmler bu mücrim insanları yaratan koşulları ortaya koymaları açısından en dürüst ve açık metinlerdir: Ya aşık olursun o dert uğruna saçmalarsın, ya da sağda solda gördüğün zenginler gibi olmak istersin! Ancak yeterli toplum sana sınıf atlaman için gerekli olanakları sunmuyorsa yapacağın tek şey onun kurallarını kırmaktır. İşte burada sıçarsın hacı! (Filmlerin ahlâk dizgesi babında.)

Cürüm kişinin işlediği suçtur, cereme ise dilimize bir başkasının hatasının bedelini ödemek olarak geçmiştir. Arapça ile İngilizce'nin aynı dil gurubundan olması sebebiyle ceremeyi, crime kelimesine denkleştirme cüreti sizin hayal gücünüze kalmış; ama ve lâkin, insanın başkalarında gördüğünü istemeye eğilimi düşünülürse, aslında her cürüm bir ceremedir! Şu çalıştıkları bankaları dolandırıp ortadan kaybolanlar neden bilmeme nerede beş yıldızlı tatilller yaparken yakalanıyor sanıyorsunuz? Üç kuruşluk maaşlarına tezat olarak ellerinden milyonlarca lira geçen memurların karıştıkları suiistimal olaylarında, şöhretlerin lüks hayatlarına duyulan özlemin payı yok mudur sizce? "İyi de hakim bey, toplumun hiç mi suçu yok!"

İslami terminolojide ise mücrim, Allah'ın varlığını inkar edendir ki aslında günahının kaynağı büyüklük taslamasıdır. Cehenneme gidecek olan bu arkadaşlar (içinizde gerçekten kafadan cennete gideceğine inanarak büyüklük taslayan var mı?) sapıklık ve çılgınlık içinde olarak tanımlanır.

Bu minvâlde İsa, Mecdeli Meryem'i fahişeliğinden ötürü taşlamak isteyen ahaliye "Hanginiz cürümden muafsa ilk taşı o atsın!" demiş olsa gerek. Zira her devirde, cürüm işleyenler kendi kabahatlerini iyi sakladıkları sürece, suçları açıktan bilinen insanları taşlamakta beis görmemişlerdir. Kim bilir belki de arınma işlevi (Aristocu anlamda katharsis) vardır bunun: Bir başkasını taşlarken, kendi günahlarımızı lanetlemek için taşıyıcı bir beden buluyoruz. İsa'nın bütün dünyanın günahları bir masum olarak çekmesi de, hacca gidenlerin en büyük günahkar olan şeytanı sembolik olarak taşlamaları da aynı zihniyetin ürünüdür.

Peki ya dostum, bir insanı herhangi bir cürmünden dolayı suçlarken bize kendi cürmünden de bahsedecek misin?

Gönül telimizi cürüm cürüm inleten bir şarkının sözleriyle bu maddeyi de bloga hapsetmenin haklı gururunu yaşıyoruz.


Kimseye etmem şikayet ağlarım ben hâlime
Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbâlime
Perde-i zûlmet çekilmiş, korkarım ikbâlime
Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbâlime

Argo

Fransızca. İsim.

1- Kelimesine dokunmadan. Her yerde ve her zaman kullanılmayan veya kullanılmaması gereken çoklukla eğitimsiz kişilerin kullanıldığı söz veya deyim. Örnek: "Hacı, sen argoya böyle kolpa bir değer biçtiğine göre balataları iyice yakmışsın. Hadi ikile de ense tıraşını görelim!"

2- Kelimesine dokunmadan. Kullanılan ortak dilden ayrı olarak aynı meslek veya topluluktaki insanların kullandığı özel dil veya söz dağarcığı, jargon. Örnek: "Akademik argoda başarılı akademisyen, hakemli dergilerde makale yayınlatan ve uluslararası kongrelere katılan öğretim üyesi anlamına gelir."

3- Mecaz. Serserilerin, külhanbeylerinin, itin kopuğun, lümpenlerin ve onları kevaşeleri olan lümpenellaların, şerefsizlerin, baldırıçıplakların, götündenşırıngaylakanalınmışların, gaydırıguppakların, kısacası paryanın kullandığı söz, deyim veya değdiririm. Örnek: "Artiz! İlk örnek kesmedi de üstüne cila mı istiyorsun? Nato kafa nato mermer ha!"


Hışşt TDK, bebeğim, birinci açıklamada çoklukla eğitimsiz kişiler demişsin, şimdi ikinci tanıma göre ise akademik insanlar da aynı meslekte olduklarına göre, kendilerine göre bir argoları var. Bu iki tanım çelişmiyor mu, ruh evimin kapısı kilitli yatak odası? Oraya "çoklukla" yazınca yırttığını mı sanıyorsun? Ayrıca kullanıldığı ne demek? Argoda eğitimsiz kişiler mi kullanılıyor? Baldudaklım, yoksa eğitimsiz insanlara para verip argo konuşsunlar diye siz mi ortalığa salıyorsunuz? "Eğitimsiz kişi! Al şu parayı argo konuş ki TDK Türkçesi ile konuşanlar prim yapsın" mı diyorsunuz? Edilgenleştirilirken genleşen yüklemini yerim senin! Hadi her halta maydonoz olma da git boynuzlarını yağla! Naaaş!

Siz bu TDK'ya bakmayın pek gıcır abilerim ablalarım, bunun bir köfteden çaktığı yok! Zira argo, dilin tuzu biberidir; hatta, piyazın tarator sosudur. Ancak taratorun ne olduğunu bilmeyen zerzevat, Sultanahmet Köftecisi'nin eşek ağzına dayadığı haşlanmış fasulye rezaletini piyaz zanneder tabii ki! (KYH taifesi olaraktan, Antalya'ya gittiğinizde taratorlu piyaz yemenizi tavsiye ederiz, kıyak abilerim ve ablalarım.)

Dil, insanın eviyse; kullandığımız dilin yapısı, sıvası, boyası, elektrik ve su tesisatlarının durumu o evdeki yaşam kalitesini belirliyor demektir. Bundan dolayıdır ki dilin zenginliği, genelde o toplumun hayatı yaratma yöntemini ve dolayısıyla da zekâsını ve inceliğini gösterir. Özelde de bir kişinin dilin hassas ayarlarına vakıf olabilmesi, o insanın hayatı nasıl kavradığına ve algısını oluşturan ruh hâline dair ipuçları verecektir. Gündelik hayatı 200 kelime ve 5 deyimle idâme ettirebilen insanlar, sadece yaşadıklarını başkalarına anlatabilme konusunda değil, onları algılayabilme ve kendi içlerinde anlamlandırabilme konusunda da zafiyet içindedirler. Kendi dilleriyle ayakta kalamayan kültürlerin insanları, başka kültürlerin buyurgan işgallerinden bir türlü kaçamazlar. Bu, tam bir karmaşa, tabiri caizse ne bok yiyeceğini bilemem halidir.

Üniversitedeyken en büyük baş belâlarımızdan birisi yabancı dille öğrenim görmenin yarattığı dil karmaşasıydı: "Abi fankşinalizmin leybır ve cendır ekualiti konusundaki en büyük açmazı anpeyd domestik leybırın kapitalizm içinde dizolv olmamasını açıklayamamasıdır! Bırak onu, düal leybır markıt tıoriye bile bir karşılık veremiyor." Bir insanın kafasını karıştırmak istiyorsanız, ona ana dilinin inceliklerini öğretmeden yabancı bir dil öğretin! Gerçekten kafa karıştırıcı değil mi!

Konumuza dönecek olursak, günümüzde orta sınıfın efendi insanlarının kullandığı dil -aynen kendileri gibi- sıkıcı ve zevksizdir. Ev benzetmesinden gidecek olursak, onların dili apartman dairesidir. Toplu konut mantığıyla inşa edilmiş, birbiriyle aynı, güvenli ama daracık, işlevsel ama kısıtlı.

Daha aşağıdaki sınıfların (özellikle lümpen proleteryanın) dili, gecekondudur. Sınırlı olanaklarla inşa edilmiş, derme çatma, altyapısız ve güvensizdir. Eğer o unuttukları binlerce yıllık geçmişten kalan bir sızma varsa gecekonduya hoş bir bahçe eklenmiş diyebiliriz. Fakat her haliyle korunaksız, korunaksızlığı ölçüsünde de saldırgandır. Küfür, bu sınıfa aittir. Çünkü küfürde ilkel, sabırsız ve saldırgan (Ecnebiler vulgar da derler) bir eylem planı vardır, bir gece vakti iki briketle evi dikivermek gibi. Ancak kaderin garip bir cilvesi olarak, argoyu yaşatan da yine bu gruptan insanlardır. Paraya ve kariyere endeksleyemedikleri zekâlarını, anlamları eğip bükmekte büyük bir ustalıkla kullanırlar.

Bunların arasında sınıf atlayan olmuşsa eğer diline yeni kelimeler, yeni kavramlar katılır. Ancak bu eklemlenme dilin tabandan genişlemesiyle değil, üste kaçak kat çıkılmasıyla olur ki sınıf atladığını gösterme derdinde olan insanlara eğreti duran kelimeleri anında seçebilirsiniz. Ne kadar kat çıkarsan çık, asla apartman olamayacaksın hacı! Gecekonduyu yıkıp yeni temel atman gerekir ki onun keyfini sürmek de sana değil anak çocuklarına nasip olur.

Üst sınıfların dilleri ise gökdelen daireleri ya da villalar şeklinde görülebilir. Ancak buradaki hassas nokta, üst sınıfların kaliteli eğitim ve öğretime daha kolay erişebilmelerinden kaynaklanmaktadır. Memlekette üst sınıf diye anılan insanların çoğunun Özal dönemi ve sonrasında türeyen kapkaççılar olduklarını düşünülürse; dil anlamında konakta yaşayan insanları belirleyen aslında anapara değil, entelektüel birikimdir. Günümüzün zenginlerinin büyük bir çoğunluğu, dilsel olarak, ya daha geniş apartmanlarda ya da lüks gecekondularda yaşarlar. Oysa dili zenginleştiren edebiyata dair zevklerin filizlenmesi (ve dilin böylelikle dilin zenginleşmesi), yeni şatolar inşa edip oralarda yaşamak isteyen burjuvalar sayesinde olabilir.

Oysa argo, bir tatil köyüdür! İçine herkesin ücretsiz alındığı, bin türlü numarası olan bir yerleşkedir burası. İsteyenin (ima sanatını beceriyle kullanabildiği sürece) istediği mimari tarzda, istediği tesisi inşa edebileceği bir yapboz alanıdır argo. İma, diğer alt diller için bir lüks iken, argo için olmazsa olmaz bir ifade aracıdır. Bundan dolayı argo, metaforun sınırsız ufkunu seyre dalabileceğimiz tropik bir kumsaldır. Hızla değişebilmesi ve çift anlamlılığından dolayı zengin, zeki, fırlama piçin tekidir argo. Ama asla burnu havada değildir, samimiyetinden ve vakarından taviz vermez.

Sözün özü, dilinize hakim olup ona sahip çıkarsanız imgelem dünyanız için türlü faydaların tadını çıkarırsınız. İşte güzelim argo, bu yüzden, cillop gibi bir ifade alanı yaratır.

Lafı -daha fazla sündürmeden- argoya bırakmak gerekir sevgili sözlükdaşlarım. Geçen maddede verdiğim sözü tutuyor ve sizi süper bir sözlükle başbaşa bırakıyorum. Akıllı olun!

İşte link: Kadın Argosu Sözlüğü

Seks

Fransızca. İsim. (Biyoloji)

1- Cinsiyet.Örnek:

-Ankara'ya onbir arabasına yeriniz var mıydı?
+ Kaç kişi?
- Bir
+ Hangi seks? Bay, bayan?
- Bayan seks!
+ Bayan seksi kalmamış ama bir bay seksi yanı var, yerseniz!
- Olur mu öyle şey canım! Yolda neler olur kim bilir, karımı bay seksi yanına oturtmam!


2- Tartışmalı. Cinsel ilişkinin akla düşmesinden, eyleme dönüşmesine kadar geçen süreç. Örnek: "Bazen seksin asıl önemli bölümünün yatağa gidene kadar olan arzulama evresi olduğunu düşünüyorum. Ayrıca gün boyunca ortalama bir erkeğin aklına en az yüz defa seks yapmak geldiğini biliyor muydun Cemil abi? Cemil abi hayrola, daldın. Beni dinliyor musun sen?"


Ağustos ayının eski adının, altıncı ay olmasından dolayı, Sextilis olduğunu söylemiştik. Öte yandan 6 müzisyenden oluşan gruba Sextet, aynı anneden doğan 6 kardeşe Sextuplet, 6 tane onyıl görmüş kişiye Sexagenarian (Arapça'daki 'fi tarihi'ne denk düşüyor) dendiği göz önüne alınacak olursa; bu kelimenin İngilizce'ye six olarak geçen Latince 'sex'ten geldiğine şüphe kalmaz.

Ancak bizim seksimiz (yani bu maddenin konusu anlamında), Latince 'sexus'tan türemiştir ki bu kelimenin kökeninin seco(bölüm, ayrım) olduğu iddia edilir. (İngilizce section da bu kelimeden doğmuş.) Yani bugün kullandığımız Arapça cinsiyet kelimesinin Batılı karşılığı ayrım, bölümlenmiş anlamına gelir ki aslında bunun yine 6'dan türeyen ve dairenin altıda birlik bölümünü ölçmeye yarayan sextant'tan kavramsal anlamda farkı yoktur.

Cinsiyetin bölüm olduğu iddiası, bunun ardında bir bütün olduğu öngörüsüne dayanır. Yahudi-Hıristiyan mitolojisinin altında bastırılmış halde varlığını sürdüren Batı paganizmine göre, kadın ve erkek başlangıçta tek bir varlıktı (hermafrodit) ve sonradan gerçekleşen bir denyoluk yüzünden ayrılmak zorunda kaldılar. Bu bakış açısına göre o günden bu yana uhrevi kabul edilen aşk ya da hayvani olarak görülen seks ile öteki yarımızı arar dururuz. Bu mitoloji, bir gün onu bulduğumuzda yine o kadim duruma geçip şu koskoca evrendeki yalnızlık ve eksiklik hissini gidereceğimizi söyler ki bu da elmanın öteki yarısı denilen duruma denk düşer, muhterem Lacancılar! Ha, eğer siz de "ben bunu yemem aga!" diyenlerdenseniz Alaycı Yalnızlar Kulübü'ne çoktan kayıt yaptırmışsınız demektir!

Aşkın ve seksin altında yatanın yeniden bütünlük sağlamak olduğu tartışma götürse de, elimizdeki şu bilgi kesindir ki; seks üremeye yarar! Evet, şaşırtıcı değil mi!? Ben de ilk duyduğumda şaşırmıştım. (Derin derin nefes alınca bu panik durumu geçiyor.) Bundan dolayı bitkiler de, hayvanlar da seks yapar. Seks yapmayan insana, dişiyse frijit, erkekse abazan deriz ve onlara kabuklu yemiş atmaktan imtina eder, mümkün olduğu kadar uzak durmaya çalışırız. Çünkü seks yapmayan insanın aklı başında değildir. Şu güne kadar peşinde inançlı kitleler toplamaya çalışan peygamberlerin %50'sinin, yeryüzünü kurtarmaya çaba sarf eden kahramanların %70'inin ve kömürle oy toplamaya çalışan politikacıların %90'ının seks yapmadığı saptanmıştır. Seks yapmayan insan delüzyonel olur, delü olur, manyak olur! Yaptığı çorba mekruh, sağdığı inek mundardır.

"İnsanlar birbirlerinin yüzlerini görerek seks yapan tek canlıdır. Bundan dolayı hayvanlar ürer, insanlar sevişir" iddiası ne kadar doğrudur bilemiyorum sevgili seks bombaları, ama biraz Schoepenhauer okursanız adamın gerçekten de inandırıcı bir karamsarlığı olduğunu göreceksiniz. Fakat biz insanlar için (ister düzgün ister şerefsiz olalım) seks sadece boşalıp üremek için yapılan bir sipor değildir. 2.5 milyon yıl önce, yaşadıkları ereksiyonun ağaçtan muz düşürmek dışında başka bir işe de yaradığını keşfeden homo erectus'tan sonra seks konusunda uzun bir süre değişiklik olmadı. İnsan evladının oral seksi bulması Yontma Taş Devri'ne denk düşse de, dişler daha önde ve keskin oldukları ve taşı yonttukları için bu yenilik Cilalı Taş Devri'ne kadar popülerlik kazanamadı. (Yoksa siz 'cilalı' lafının bildiğimiz taşla mı ilgili olduğunu sanmıştınız?) Kadınların vücuttaki bazı tüyleri istememeleriyle başlayan Cillop Taş Devri'nin teşhircilik ve röntgenciliği arttırmasıyla erkekler sekse daha düşkün olmaya başladılar, ama kadınlarda bir değişim olmadı. Ta ki ön sevişmenin, 50'lerde Amerika'da faaliyet gösteren bir firmanın, ürettiği halı yıkama makinesi için ilk kez "ön ödemeli kampanya" başlatmasının hemen ertesine bulunmasına kadar...

Onu bunu bilmem de çatıda tepişen martılara, "Gençler anahtarı vereyim, evi siz kullanın" deme isteğini sıklıkla duyduğumu ifade etmek isterim. Bir gün evin çatısını alıp götürecekler ve dairemi kabriyo yapacaklar, orası kesin! Fakat onların (onlarla beraber tüm hayvanların) seks konusundaki rahatlıklarını hangimiz kıskanmıyoruz ki? Sokakta çiftleşen (aslında doğru tabir tekleşen olmalı) köpekleri görünce hanginiz içinden, "Lan keranacılar çok ballısınız ha! Oooh misss gibi püfür püfür!" demiyor? Bizim toplumsallığımızla şekillenen, bastırılan ve travmatize edilen cinselliğimizle kıyaslandığında hayvanların rahatlığı ürkütücü geliyor. Evet, düzeyi ne olursa olsun uygarlık denilen zamagingonun da bir bedeli var kuzum! Travmatik başlayan hangi deneyimin sağlıklı devam etmesini bekleyebilirsiniz?

Memleketi ve kültürünü düşününce seks konusundaki sınırlamaların, koşullandırmaların ve hatta ikiyüzlülüğün, her iki cinsiyet için de (kadınlarda tabii ki kat be kat fazla olmak üzere) bu konuyu nasıl travmatik bir soruna dönüştürdüğünü görebiliriz. Bu sorunu doğuran, karşı cinse ulaşmak zorlaştıkça seksin gizemlileşmesi, her iki cinsin gözünde de git gide büyümesidir. Seksin altında yatan üreme işlevinin insan nesli için ne kadar önemli olduğu aşikar olsa da, farklı kültürlerin geliştirdiği tavırların aynı olmaması meselenin hem biyolojik hem de toplumsal olduğunu gösterir. Ancak hangi durumda hangisinin etkili olduğunu belirlemek pek de kolay değildir. Sözgelimi, cinsel çekiciliği yaratan dış görünüş, koku, ses tonu, kendini ifade etme biçimi vb. etkiler, en yalın halleriyle, iki kişinin tamamen biyojik bir çekime kapılmalarını ve seks yapmalarını sağlar mı? Yoksa bu özelliklerin her birine geçmişten gelen anlamlar yüklediğimiz için gayet kişisel bir seçim sürecinin ardından mı karşımızdakini çekici buluruz? Neden seksten sonra pek çok erkek öküzleşir, pek çok kadın "ben sana bir hazine verdim" havasıyla otomatik tribe bağlar? Bunlar tamamen kültüre mi bağlıdır? Yoksa erkeklerin milyonlarca adet değersiz spermlerini saçma hevesiyle daldan dala atlamaları ve kadınların ayda bir kaç tane ürettikleri, döllenmediğinde acıyla atmak zorunda oldukları yumurtalarının işin içine karıştığı seks eylemini böylesine değerli görmeleri biyolojik kodlardan mı kaynaklanmaktadır?

Yanıtı bulmamıza çok az kaldı sevgili seksapeli şahane okuyucular. İnanın uygarlık tarihi boyunca bunu ilk bilen siz olacaksınız.(Yeminle!) Fakat o zamana kadar şunu bilin ki seks candır, canandır, cilloptur, kelimenin gerçek anlamıyla ohştur. Adrenalin, serotonin ve oksitosin salgılanmasını arttırarak cildi gergin, insanı ferah, rahat, genç ve dinç tutar. Uzun süredir seks yapmayan insanlar asabi, fevri ve buruşuk (ya da buruşuk oldukları için mi seks yapmıyorlardı?) olurlar. Ayrıca etleri tatsız bir şekilde gergindir, ne yahniye gelirler ne soteye.

Size güzel bir emme gömme hizmeti yaparak bu maddeyi, seks kelimesine verilen farklı adları inceleyerek kapatıyoruz. Yapımda ve yayında emeği geçen bütün KYH çalışanları olarak "tüm cilveleşmeler, önsevişmeler ve oral seksler sizinle olsun!" diyoruz. Seksle kalın sayın okurlar!


Nötr: Seks yapmak.
Teknik: Cinsel ilişkide bulunmak.
Romantik: Sevişmek.
Mistik: Yükselen enerjilerin kutlu buluşması.
Askeri: Üremek.(Bkz. Asker ocağındaki üreme dersleri)
Tıbbi: Coitus.
Manastırda: Culpa (Mea maxima culpa!)
Dinci: Cim'a.
Geleneksel: Mercimeği fırına vermek.
Küfür: Sik(iş)mek.
Argo: Ağzını ayırmak, altüst böreği olmak, bafile(ş)mek, bandırıp yemek, dayayıp döşemek, delik doldur(t)mak, düz(üş)mek, emiş gömüş, fikfik, fikifoto, fiksik, fitifiti, gölge yapmak, iş pişirmek, işlem yapmak, kuyudan su çekmek, masaj yap(tır)mak, mekik çekmek, o işi yapmak, pilesenta muhabbetine dalmak, sorti yapmak, şeker ezmek, şet(tir)mek, toksin atmak, tokuşmak, vidaları yağlamak, yatak yapmak, yekpare olmak, zerzevatı suya bastırmak.

(Görüldüğü gibi argonun gücü tartışılmaz. Argo örnekleri konusundaki kaynağımı bir sonraki maddede açıklayacağım.)

Oyun

Türk malı. İsim

1- Vakit geçirmeye ya da vaktin size geçirmesine yarayan, belli kuralları ve her kural için bir hileye sahip olan eğlence.

2- Kumar.

3- Şaşkınlık uyandıran, tüylerimizi diken diken yapan, insana "haymına ovası!" dedirten hüner.

4- Tiyatro, sinema ve aşkta sanatçının rolünü yorumlama biçimi.

5- Kelimesine dokunmadan. Müzik eşliğinde yapılan hareketlerin bütünü. (Oha lan TDK! Sitede söz arama seçeneklerini düzelttin ama ya müzik eşliğinde sevişiyorsak nolacak? Oyun mu yapıyoruz edepsiz!)

6- Seslendirilmek veya sahnede oynanmak için hazırlanmış eser teker, temsil, piyes.

7- Kelimesine dokunmadan. Bedence ve kafaca yetenekleri geliştirmek amacıyla yapılan, çevikliğe dayanan her türlü yarışma. (Seni bedence ve kafaca seviyorum TDK! Anla artık bunu!)

8- Sipor. Güreşte, satrançta ve politikada rakibini yenmek için yapılan türlü biçimlerde şaşırtıcı, kafa karıştırıcı hareket.

9- Sipor Teniste, tavlada ve t ile başlayan tüm siporlarda taraflardan birinin belirli sayı kazanmasıyla elde edilen sonuç.

10- Şerefsizlik. Hile, düzen, entrika, adilik, desise, götlük, Kaan.

(Ortak örnek: "Bana oyun yapma!")


Hollandalı kültür kuramcısı Johan Huizinga, 1938 yılında Homo Ludens (oyun oynayan insan) kitabını yazdığında muhakkak ki uygarlık tarihini o ana kadar hiç değerlendirilmemiş bir yüzüyle gördüğünün farkındaydı. (Şerefsiz!)

Huizinga'nın 'oyun'a dair yaptığı bu yorumun en önemli yanı; kültürün içindeki oyundan bahsetmek yerine, kültürün tamamen oyun olduğunu iddia etmiş olmasıdır. Öyle ki kültür, her ne kadar yukarıdan ciddi görünse de, insanlar aslında oyun arayan varlıklar olarak üç temel özelliği talep edip uygulamaya çalışırlar: (1) Oyun özgürdür, özgürlüktür. (2) Oyun gerçek hayatın sıradanlığından uzaktır. (3) Mekan ve süre olarak da hakikatin ötesindedir.

Huizinga'nın, politikadan iş hayatına, savaştan sekse kadar insan evladının attığı her adımın bu oyunsallık işlevine sahip olduğunu söylemekte haklı olup olmadığının takdiri size düşer sevgili oyunbaz okuyucular. Dönün kendi hayatınıza bir bakın, "öyle değil", oturur "bu amca saçmalamış" diye bir makale yazarız. Ciddiye alırlar mı bilmem!

Onu bunu (Huizinga) geçersek, son dönemlerin dijital oyunların hakimiyetinde geçtiğini söyleyebiliriz. Atari salonları çılgınlığıyla başlayan bu eğilim kendini Tetris denilen meşum oyunla sürdürdü. Ardından PC, Playstation ve Internet oyunları geldi ki kendilerini şiddetle kınamak gerekir mi bilmiyorum.

Neden mi? Zira oyunlar, kolaylıkla gerçek hayatın dertlerinden kaçma yoluna dönüşebilirler. 1994 yılında, MUD denilen bilgisayar ağı oyunları okulun yurtlarında oynanmaya başladığında, pek çok dallamanın bunlara takılmaktan dersleri takip etmeyerek okuldan atıldıklarını bilirim. Naçizane şu bünye de, iki master programını bilgisayar oyunlarının koynunda geçirdiği gecelerin ardından bıraktı.

Sözün özü; kimimiz solitaire, kimimiz the biggest brain, kimimiz PES, kimimiz Call of Duty, kimimiz de politik liderlik, din önderliği, entellektüellik vb. oyunları oynuyor olabiliriz. Her ne kadar kendi meşrebimize uygun oyunu seçip oynuyor olursak olalım, en nihayetinde "Bu da geçer!" pek sevgili faniler.

Öyle ya da böyle, hayatımız birinci ve ikinci dereceden oyunlarla sürüyor, ne hoş değil mi! Ne var ki gönül daha fazla oyun olsun istiyor. Nasıl mı? Aşağıda bir kaç oyun önerimi yazıyorum, yetkililerden acilen önlem alınmasını istiyoruz!

İslam Online Fantasy Role Playing

Puan yerine sevabın olduğu bir FRP oyunu. Bir kafiri öldürmek 100 sevap, içki içen bir zındığı dövmek 10 sevap. Her level sonunda cennetten bir parça görülen oyunda bir 'level'ı geçince alınan puanlar İhlas-İman-İtikat-Dua Gücü vs gibi 'skill'lere paylaştırılır.

Ezik Solcu First Person Shooter

Oyun 12 Eylül sonrasında başlar; bütün solcular ya kapitalist olmuş ya da dinci- sağcı partilere yamanmışlardı. Öncelikle barda "devrim nasıl yapılır?" muhabbetiyle puan toplayan kahramanız bir kaç yarı aydın kızın kalbini çaldıktan sonra eski bir tanıdığından silah edinir. Sonra da tüm politikacıları ve para babalarını teker teker vurmaya başlar. Her hayali vuruşta "kendini tatmin puanı" ve vurma yeteneği artar.

Bütün Erkekler Aynısınız Adventure

Bu adventure oyununda genç kadın sarhoş olduğu bir gecenin sabahında bilmediği bir evde uyanır. Önceki gece hayal meyal bir erkekle seviştiğini hatırlamaktadır. Ancak kim olduğunu kestirememektedir. Kendisi bundan zevk almamışçasına, kullanıldığına dair bir his içini kemirmektedir. Evdeki ipuçlarını takip ederek onu "kullanan" erkeği bulmaya çalışır.

Kut

Türk malı. İsim

1- Devlet idaresinde güç, yaratıcılık ve yetki bakımından sahip olunan üstün güç. Örnek: "Burak Kut politikaya atılmış olsaydı, seçim gezilerinde, 'aldatmanın tadına varınca, ne duruyorsun haydi zıpla' şarkısını söyler miydi, ne dersin Ayla abla?"

2- Mitolojik. İlahi bir kaynaktan gelen rahmet, bereket ve mutluluk. Örnek: "Biliyorum kötü bir örnek olacak ama öğreticilik adına ifade etmek gerekiyor ki yukarıdaki 'mitolojik' açıklamasını görünce insanın aklına hemen Yunan mitolojisi geliyor. Ancak dünyanın bin türlü mitolojik hali var, bu kadar da Batı merkezli düşünmemek gerek."


Bir Ramazan/Şeker/Dokuzgünlüğünebodrumakaçalım Bayramını daha kutlamanın mutluluğu içinde kıçımızı yaymış miskinlik yapıyoruz, cillop gibiyiz değil mi sevgili okurlar? Bu günler insanların sevdikleriyle boşça vakit geçirdikleri, dargınların barıştığı, gönüllerin karıştığı, gözlerin kamaştığı, insanların birbirlerine bol uyaklı bayram mesajları attığı, birbirleriyle yalaştıkları çok özel vakitlerdir, kutlu olsun!

Kimimiz tanıdıklarının Ramazan Bayramını hüsnümübareklediği, kimimiz ise şeker bayramlarını kutladı. Neticede eyyamın zirvesine ulaştığımız bu bayramda da benim kurtlu beynime kut kavramı düşüverdi. (Aranızda 'şu bahar gününde şeker gibi bir madde beklerük' diyenler oldu, yorumlarınızı okuduğumdan emin olabilirsiniz.) Zira gündelik hayatımız o kadar ezber üzerinden gidiyor ki, o daracık anlam dünyamızın içinde hoyratça kullandığımız basmakalıp sözlerin kökenlerini fark etmiyoruz.

Konu, 'bayramınız kutlu olsun' ile gelişti madem o zaman şu 'kut'un ne menem bir kurt olduğuna bakalım!

Efendim, her şey sonsuz ve ıssız bir suyun üzerinde uçan bir kaz olarak sembolize edilen Tengri ile başlıyor. Tengri burada tek başına uçarken suyun altındaki Ak Ana ona "Yarat!" diye ünlüyor. Tengri de kendisine yoldaş olsun diye Er Kişi ya da Erlig diye bilinen varlığı (bildiğimiz insanı) yaratıyor. Daha sonra ondan suyun dibine inip bir parça toprak getirmesini (bazı anlatılarda Tengri sudan bir yıldız çıkarır ve istediği toprak o yıldızın üstündedir) söylüyor. Erlig, yaratıcısının emrettiğini yapıyor yapmasına ama yüzeye çıkarken bir parça toprağı ağzına atıp kendisi için saklıyor. Tengri (kimi zaman Tengri Kayra Han olarak da geçer, ve bildiğimiz Tanrı'dır) toprağa "Büyü!" diyor. Toprak aldığı bu emirle büyürken, Erlig'in ağzındaki parça da "benim neyim eksik!" diyor ve büyümeye başlıyor. Tengri bakıyor ki Erlig'in ağzı gitgide doluyor ve alet boğulup geberecek, ona "Tükür ulan şerefsiz!" diye bir posta fırça kayıyor. Erlig ağzındaki toprağı tükürüyor tükürmesine ama yeni yaratılmış bir arkadaş olarak biraz mahçup oluyor. Ama ve lakin mayasında şerefsizlik var, itlik var, yüzsüzlük var; göründüğü kadar da takmıyor bu durumu. Tengri feci bozuluyor tabii bu duruma, "Kaybol karşımdan bir daha gözüm görmesin seni" diyor. Tengri'nin büyüttüğü toprak bir ada olurken, Erlig'in tükürdüklerinden dağlar meydana geliyor. Tengri adaya gövdesinden dokuz dal çıkan bir çam ağacı dikip onu kendi haline bırakıyor. Bunun ardından on yedi kat göğü yaratıp en tepesine kendisi otururken bir alt kata insanları koruması için yarattığı Ülgen'i (Bay Ülgen ya da Bey Ülgen olarak da bilinir.) yerleştiriyor. İnsanlara pislik yapan öteki oğlu Erlig ise yer altında yarattığı alemde ikamet etmeye başlıyor. En nihayetinde yaradılış meselesi sona eriyor ve Tengri, bu tanrılar apartmanındaki teraslı, dubleks dairesinde sonsuz mavi gökyüzü olarak takılmaya ve yeryüzünü izlemeye devam ediyor.

Ancak bu izleyiş, öyle müdahalesiz bir takılma değil tabii ki. Zira Tengri, insanlara doğuştan bir güç bahşeder. Bir insanda hayatın başlamasına yol açan, insana Süt Gölü'nden (Ak Göl) alınan bir damla ile ruhun verilmesidir. Yakutlara göre, Ayzıt adlı tanrıça, çocuk doğacağı zaman tüm perilerini alır ve yeni doğanın yanına gider. Süt Gölü'nden aldığı bir damla sütü bebeğin ağzına damlatır ve böylece bebeğe ruh verilmiş olur. Altaylılarda ise bu işi Ülgen'in yakını olan Yayık (gülmeyin!) yapar.

Tanrının verdiği enerji sadece bir damla süt ile kalmaz. Zira Tengri, dünyanın yönetilmesini ve iyi ile kötünün savaşımını insanlara kendi gücünden aktararak etkiler. Kam adı verilen şamanlar böyle özel bir güce sahip oldukları gibi, hanlar da idari meşruiyetlerini Tengri'den dolaysız aldıkları bu güce bağlarlar. İşte Gök Tengri'den gelen bu -genel ve özel- yaşam gücüne kut denir! Öyle ki her canlıya değişik türde bir kudret veren bir kut vardır ve bu kanda gizlidir. Bundan dolayı Cengiz Han'ın yasaları gereği hayvanlar kanları akıtılmadan öldürülürler ki kutları boşa gitmesin. Hatta Osmanlı padişahlarının şehzade kardeşlerini katlettirirken yay kirişi veya kayışlar boğularak öldürülmelerinin altında da bu inanış yatmaktadır.

Kut, Çin kültüründe qi, Batı kültüründe spiritus, Hint kültüründe prana, İslamiyet'te nefs olarak andıkları güçtür. Ki yukarıda adı geçen bütün kavramların kelime anlamları nefes iken, 'kut'un nefeste değil kanda olması kimilerimize düşündürücü gelebilir.

Batı uygarlığında nefes ile başlayan bu yaşam gücü tanımı; Antik Yunan'daki bilimsel gelişmelerle dört safra kuramına, ardından Aydınlanma sürecinde bilimin elektrik ve manyetizmayı kavrayacak şekilde gelişmesiyle de enerji temelli kuramlara dönmüştür.

"New age" dinlerinde bio-energy olarak anılan bu yaşam gücüne; Baron Carl von Reichenbach Odin gücü (Odic force), Mesmerism'in kurucusu Franz Anton Mesmer hayvan manyetizması (animal magnetism), Henri Bergson Élan Vital (vital impetus), Wilhelm Reich orgon enerjisi (orgone) demişlerdir. Harold Saxton Burr bunu L-Alanı dediği, her canlıdan yayılan elektomanyetik alanla kuramsallaştırırken; Semyon Davidovich Kirlian, Kirlian fotoğrafçılığı adı verilen bir fotoğraf tekniğiyle belgelemeye çalışmıştır. Modern bilim ise, artık sadece nörolojik model çerçevesinde akson ve dentritlerden, sinapslardan ve nörotransmitterlerden bahseder.

Yukarıda görünen isim ve kavram kalabalığı daha da arttırılabilir sevgili kutsallar. Zira, insanlık tarihi boyunca pek çok uygarlık yaşamın sırrını o ya da bu şekilde çözmeye çalışmıştır. Çünkü ölü bir beden, yaşayan bedenden çok başkadır ve bu değişikliği yaratan nedeni bulmak, öleceğini bilen tek varlık olma varsayımına inanacak olursak, insanlar için kaçınılmazdır. Bir an canlı, kuvvetli, sıcak ve hareketli olan bir varlıkta ne eksilmektedir ki; o cillop gibi bünye bir anda ölü, atıl, soğuk ve hantal bir et yığınına dönüşmektedir. Kut, işte budur! Kut, 21 Gram filmine verilen şamanistik bir yanıttır.

Sözün özü kut denilen candır, canandır, mutluluktur, cilloptur, yerine göre ohşştur. Kut, İslamiyet diye dayatılan Arap kültürü yüzünden unuttuğumuz ve hüsnümübarekleşerek binlerce yıllık ortak bilincimizi yadsımamız sonucunda ancak bayram ve doğum günlerinde anılan basmakalıp bir ifadeye döndürdüğümüz yaşam gücüdür. Bu maddenin başında yer alan mitolojik anlatıyla ilk kez karşılaşanlar olabilir. Orada geçen, Türklerin İslamiyet öncesinde benimsedikleri şamanizmin anlattığı yaradılış öyküsünden başka bir şey değil. Ne çok şeyi unutmuşuz değil mi? Oysa şu belleğini yitirmiş topluma hala İslami yaşam biçimini satmaya çalışan hödükler var, ama sanırım genlerimiz ve bilindışımız şiddetle direniyor!

Öte yandan aranızdan, "Be adam, Arap kültürü bilmemne diye geçirip duruyorsun ama bu sözlüğün başından beri bir sürü Arapça madde açıkladın" diyecek olan tırtlar çıkabilir. Onlara Arapça maddelerin hepsinin de tasavvuf ile ilgili olduğunu, tasavvufun da aslında Arap kültüründen ziyade Hermetik ezoterizm, Budizm ve Şamanizm'e daha yakın durduğunu, ancak Arapça'nın kelimelere özel anlamlar verme konusundaki başarısının yadsınamayacağını söylemek isterim. Sövdürmeyin kendinize!

Netice itibariyle bir maddenin daha sonuna gelmenin tatlı hüznünü yaşarken, KYH Ailesi olarak bundan sonra "bayramınız kutlu olsun" lafını söylerken daha dikkatli olacağınızı ümit ediyor ve sizi Yusuf Has Hacip'in Kutveren Bilgi adlı eserinden bir dizeyle başbaşa bırakıyoruz:

"Kitabın adını Kutadgu Bilig koydum;
Okuyana kutlu olsun ve yol göstersin.
Ben sözümü söyledim ve kitabı yazdım;
Bu kitap her iki dünyayı da tutan bir eldir.
İnsan her iki dünyayı elinde tutarsa mutlu olur;
Bu sözüm doğru ve dürüsttür.
"