Yeni Yıl

'Yeni'ye Bir, 'Yıl'a İki!


Kendimi bildim bileli "Yeni yılınız kutlu olsun!" derler, birileri birilerine...

Sözgelimi; birileri birilerini düdükler, serbest piyasa ekonomisi gereği... Sömürdükleri yetmez, zorunlu tatil verirler, sebepsiz işten çıkarırlar... Ama yeni yıl gelir, durup sırıtırlar: "Yeni yılınız kutlu olsun!"

Sözgelimi; bir ülke başka bir ülkeyi kana bular, devletler hukuku gereği... Tokmağın başı kara oldu diye yepyeni bir umut doğar: "Yeni yılınız kutlu olsun!"

Bu yüzden KYH Ailesi olarak kimseye "Yeni yılınız kutlu olsun!" demiyoruz, zira size ne kadar mutlu, kutlu, huzurlu, hiper, süper, cillop bir yıl dilesek de -üzgünüz ama- öyle olmayacak!

Siz kıçınızı kaldırıp şu küstah vahşi kapitalizmin yarattığı kültüre sırtınızı dönmediğiniz ve onu yeniden ürettiğiniz sürece hiç kimse için mutlu bir yıl olmayacak!

Güzel bir yılı, ancak onu yaşayan insanların çabaları yaratabilir!

Hürmetlerimizle...

SSK

İlkinde İngilizce Türkçe karışık, ikincisi doğaçlama. İsim.

1- Sosyal Sigortalar Kurumu'nun kısaltılmış hali. Zaten bir kurum bu kadar sünebilir. Örnek: "SPK ile SSK arasında tek bir harfin olduğuna inanabiliyor musun Cemil Abi? Oysa bu kurumlardan birisi cillop gibi!"

2- King adı verilen meşum iskambil oyununda, 'Ceza' söyleme hakkı dolmuş oyuncuya ısdırap olan, 'Sike Sike Kozcu'nun kısaltılmış hali. Örnek: "Fransız askeri, sıra kendisine gelince çeteleye bakıp 'SSK'sın hacım' diye sırıtan Sütçü İmam'ı gördüğünde bu adamın başına bela olacağını biliyordu."


Memur - işçi anne babası olanlar, hastane denilen kurumdan mümkün olduğu kadar uzak durmaları gerektiğini çok küçük yaşta anlamış, pek bir mutlu insanlardır. Oradan oraya koşturulan, kalabalık ve sıkıcı yerlerdir SSK hastaneleri. Naçizane, çocukluğumdan hatırladığım; bitmek bilmeyen kuyruklar ve köyünden derman bulmak için gelen insanların tekeninkine dönmüş beden kokularına karışan antiseptik kokularıydı. Çömelmiş içerideki akrabalarını bekleyenler, kapı önünde sigaralarını yakıp sohbet edenler, başlarına ne geldiğini anlamadığınız halde ağlamalarına göz kabarttıklarınız...

Her şey otomatik olmuş aziz okuyucular: Doktorlara muayeneye ya da EKG çektirmeye barkodla gidiyorsun, sıralar azalmış, bilgisayardan takip ediliyorsun. Hani barkoddur, gözetim teknolojileridir, ottur boktur bir kenara koyarsak, muayene olmayı kolaylaştıran yöntemler! Gerçi bunun asıl yolu hastaları barkodlamaktansa, daha fazla hastane ve doktor sağlamaktan geçiyor ama...

Zira doktorun odasına girdiğinde pencerelerin koyu mavi perdelerle örtüldüğünü ve 15 metrekarelik ortamın iyiden iyiye loş olduğunu fark ediyorsun. 10 kişi çeşitli nedenlerden dolayı içeri doluşmuş. Ama doktor İsviçre çakısı gibi "multitask" olduğundan; birisini muayene ederken bir diğerine ilaçlar konusunda bilgi veriyor, ötekini bir başka servise yönlendiriyor, bir diğeriyle (gayrı ihtiyari) varoluşçu bir muhabbeti devam ettiriyor... Kayıtlarla ilgilenen memurenin bakışları mutsuz ve efkarlı, içeriye giren her iki kişiden birisini öldürmek istediğini anlamak için keskin bir gözlem yetisi gerekmiyor.

Ayrıyeten, Okmeydanı'ndaki SSK'nın polikliniğini uçuk maviye boyamışlar bayram bayram: Boya kokusu ciğerlerini yakıyor, misss gibi! Bir nevi SSK! Sike sike kozcusun ama elinde bir tane as ya da papaz yok!

Koku demişken, hayali bir hastane macerasına ait izlenimle şu hastalıklı SSK maddesini şey etmeye ne dersiniz sayın SSKlılar!

"Çocukluğum, Sosyal Sigortalı bir babanın oğlu olarak, bu kurumun hastanelerinde farenjit, larenjit, bronşit ve benzerlerinin tedavisi için kuyruklarda bekleyerek geçmişti. O zamanların birinde; insanın üstüne üstüne gelen kalabalık ve koridorları hiç çıkmazcasına dolduran koku, zihnimi ve yüreğimi işgal etmişti.

Kalabalık neyse de, bu koku tamamen çıldırtıcıydı. Sadece terle ilgili değildi bu! Bütün gün tarla bellemekten yorgun düşmüş köylülerin şalvarlarından fışkıran o yorgun teke kokusu, tam aksi uygarlık istikametinden gelen ilaç teknolojisinin kimyasal sızıntısıyla karışınca ortaya ele avuca ve ciğerlere sığmayan ürkütücü bir karışım çıkıyordu. İnsanın özel hastanelerin steril, cilalı koridorlarında teneffüs etme lüksünü yaşayamayacağı bir iksirdi bu.
"

Şerefsiz

Arap menşeli Türk malı. Sıfat.

1- Başkasının, birine gösterdiği saygının dayandığı kişisel değerden yoksun olan, saygı gösterilmeyi hak etmeyen aşağılık mı aşağılık, adi mi adi, onursuz mu onursuz kişi, isim, hayvan, bitki. Örnek: "Şerefsiz lafına, 'evet ya bir tane bile Şeref isimli tanıdığım yok' yanıtını veren kişi ne kadar da iğrençtir değil mi Cemil abi? "

2-Toplumca benimsenmiş iyi şöhrete sahip olmayan, toplumsal övgü ve değere lâyık olmayan. Örnek: "Şerefsizlikten geçme faslındayım, Mevla'yı bulma yollarındaaaa"


[Yasal Uyarı: Herkesin ne kadar şerefli olduğunun farkında olan KYH okuyucularının, Başbakan birilerine “Şerefsiz!” diye hönkürünce, “Acaba kimdir bu şerefsiz?” diye merak ettiklerini düşünerekten bu maddeyi sözlüğe eklemeyi gerekli gördük. Ancak içimizden bazıları, aşağıda yazılı ifşaatı sindiremediklerinden “Hacı, kavramın genel anlamını açıklamayıp özele girecekseniz bizi bu olayın dışında bırakın” dediler. (Şerefsizler!) Bundan dolayı sadece, hiç mahlasını almış olan zat kendi adına konuşup kendi “şerefsiz”ini açıklamayı uygun gördü. Kısaca, aşağıda yazılanlar KYH camiasının görüşlerini yansıtmamakla beraber, buradaki ifadeler sadece gönderilen kişi veya kurumun kullanımı maksadi ile gönderilmiştir ve gizli ve/veya imtiyazlı bir şerefsizlik içerebilir. Bu şerefsizliğin izinsiz görüntülenmesi, tekrar gönderimi, yayılmasi veya diğer kullanım şekilleri ya da istenilen kişi dışında herhangi başka biri veya bir kurum tarafından bu bilgiyle ilgili bir dallamalık yapılması çok da sikimizde değildir.]


Başbakan kime mi “şerefsiz” diyor yavrum? Bana diyor!

İşin doğrusu, Ana Mukavemet Partisi, Maslahat Hareketi Partisi, Ana Yavşak Partisi ve hatta Ödemli Daşak Partisi bile “şerefsiz” lafını telaffuz ettiklerinde içim bir tuhaf olur, gözlerim dolar, türlü enfes hislere gark olurum. Hatta hava güzelse “Lan, bütün partiler benim oyu(ğu)mun peşinde!” diye bir paranoyaya kapılırım. Ne de olsa savaş baltalarını çıkarıp linyit kömürü ile yüzleri karaya boyama ve seçmenin taşaklarına üfleme vakti geldi.

Öncelikle “şerefsiz” lafının nereden dilime pelesenk (pezevenk gibi bir şey bu, dilimi pazarlıyor) olduğunu anlatayım. Allah’ın siktir ettiği, muhteşem bir bölgede yer alan bir şantiyede çalışırken akşamları tek eğlencemiz bilardo oynamaktı. O vakitler, ıskaladığım her atış için “Şerrrefsiz” (üç r ile) derdim. O şantiyeden normal hayata dönüşle unuttuğum bu laf, yalnız ve hareketli yeni bir hayata başlayışımla yeniden dilime dolandı. Ancak bu sefer, boşluğa değil kendime “şerefsiz” demeye başlamıştım.

Çünkü herkes muhteşemdi, herkes doğruydu, herkes ahlâklıydı, herkes özeldi, herkes süperdi, herkes cilloptu ve hatta ohşştu!

Kimse eşini, sevgilisini aldatmıyordu; kimse patronuna ya da ailesine yalan atmıyordu; kimse yoldan geçen tanımadığı bir insandan hoşlanıp onunla düzüşmek istemiyordu; kimse bir başka insanın ardından “kötü” düşünmüyor, onların ardından dedikodusunu yapmıyordu. Başkalarını üzecek hareketlerimi kendime itiraf etmek kesmeyince de eşe dosta ifşa etmeye başladım: “Ben şerefsizim!

İnsanlar genellikle ilk karşılaşmada en güzel özelliklerini göstermeye çalışırlar. Ardından da şirinlik muskası olduklarını gösterecek atraksiyonlar başlar: Ne kadar şahane olduğunuzdan dem vururlar, ne kadar umursadıklarını anlatırlar. Onlar iyi niyetli, güzel insanlardır, siz ise muhteşem, süpersonik ve bombastiksinizdir. Kendi güzel özelliklerini anlatırken arada hoş laflarla sizi yağlarlari pırıl pırıl olursunuz yeminle! Hiç olmadı, salak salak sırıtıp merhametinizi emerler. Onların da en az sizin kadar göt olduklarını, ancak aradan zaman geçtikten sonra –muhtemelen zor durumlarda- anlarsınız.

Meselâ; kadınlar kendilerine ilk tanışma zamanlarında duygusal şiirler gönderip / okuyup duran bazı erkeklerin, erkek akranlarına, “Lan bir karı var, çok ince çaalışıyorum. Çok yakında çatır çatır sikeceğim” dediklerini bilmezler. Ya da erkekler karşılarındaki sevgi dolu kadının en yakın (görünen) arkadaşı hakkında “Orospu ya her önüne gelene veriyor, o kadar açılsam saçılsam erkekler etrafımda pervane olurdu” dediğinden habersizlerdir.

Kimse birisiyle tanıştığında, “Bencil ve kaprisli götün tekiyim, ne bok yiyeceğim belli olmaz!” demez. Uygarlık tarihini şu ana kadar sürükleyen ortak bilinçdışımız, en hakiki mürshit olarak bize bunu öğretmiştir. Sadece kendi başımıza kaldığımızda beynimizin tekinsiz kıvrımlarında dillenen ve asla dile dökülmeyen hakikatlerle yüklü olan bir türüz!

Oysa beynimiz, diğer primatlardan farklı olarak (en yakın akrabamız olan şempanzelerde 6.2 milyar sinir hücresi varken, insanda 100 milyar sinir hücresi vardır) eylemlerimizi nesnel açıdan irdeleyebilme yetisine sahiptir. Bu yetiyi yaratan sürece vicdan denir. Vicdan, pek çoğumuzun kendini ikna etmeye çalıştığı üzere, işçi sınıfına üzülmek, sokak kedilerini beslemek ya da dilencilere sadaka vermek değildir.

Vicdan bir süreçtir: Hislerin ve eylemlerin, meydana geldikleri anda veya daha sonrasında değerlendirilmesidir. Bunun yoğun hali suçluluk duygusuna, seyreltik hali de kendini her konuda haklı görmeye yol açar. Belki de adamların binlerce yıldır “Denge! Denge!” deyip durdukları tam da bu noktada gereklidir. (Açıkçası bu doğru mu bilmiyorum, dengeyle işim olmaz. Sadece böyle olduğunu seziyorum.)

Şu ana kadar, kendini hiçbir bokta suçlu görmeyen megalomanları ya da her kötü durumda suçlayan zavallıları gözlemlemişsinizdir (belki de bunlardan birisisiniz). Şunu bilin ki bu ikisinden de başkalarına fayda gelmez: Birisi için dünya, onun etrafında, ötekisi içinse dünya üzerinde dönüyordur. Birisi için piyonsunuzdur, ötekisi için şah! Fakat ikisi de karşısındakini “şey”leştirmesi açısından aynıdır; ikisi de sizin “kale” olduğunuzu görmez. Benim de karşımdakinin kale olduğunu görmediğim pek çok vakit oldu. Fakat ne zaman kendime “şerefsiz” demeye başladım, işte o zaman kendimi de, karşımdaki insanları da daha iyi kavramaya başladım.

Ancak geriye baktığımda, kendime “şerefsiz” dememin bu olumlu tarafı kadar kötü yanını da görüyorum. İnsanlar bunu baştan kabul etmiş görünseler de, sonrasında kendi beklentileri doğrultusunda ilerlemek istiyorlar. Bu olmasa bile, her an kazık yemeyi beklediklerinden algıları bilenmiş bir kedi kadar tuhaflaşabiliyorlar ya da ben kendimle olan hesabım esnasında dengesizliklerimi ayan beyan ifade ettikten sonra, bunları yüzüme vurarak beni yola getirmeye çalışıyorlar. Enteresan durumlar tabii ki! Ailecek çok kavgamız, çok vukuatımız olmuştur...

Oysa, burada adını sıklıkla andığım Kalenderiler gibi tasavvuf erbabı yükselişlerini kendilerini aşağılamakta bulmuşlardı. İnsanlar tarafından ne kadar aşağılık görülürlerse, benlik vehmine düşmekten o kadar uzak kalacaklarına inanıyorlardı. Bir önceki maddede de anıldığı üzere, bu devirde Kalenderileri kimsenin taktığı yok. Ama şöyle özetleyelim: Benlik katı özelliklere sahip, elle tutulur bir bütünlük değildir. Aksine tüm kişisel özelliklerimiz başkalarıyla kurduğumuz ilişkiler esnasında ortaya çıkar, bunlarla belirlenir.Benliğin bütünlüğü bir kurgudan ibaret ve biz kendi varlığımızı özel kılma adına (ağlaklık da, en az megalomani kadar bu işe yarar) bu bütünlüğe hem kendimizi hem de başkalarını inandırmaya çalışıyoruz.

Herkesin yanında, her zaman yekpare bir benlik mi sergiliyoruz? Bazı insanların yanındayken daha neşeli ve hareketli, bazılarının yanında sessiz ve içine kapanık olmuyor muyuz? Birileri sizin komik bir insan olduğunuzu söylerken, başkaları melankolik olduğunuzu iddia etmiyor mu? Benliğiniz, onu insanlara sunma biçimleriniz ve insanların onu nasıl tanımladıklarıyla belirlenmiyor mu? Böyle yaftalanmıyor mu?

Her vicdani içe dönüşte hem yargılayan hem de yargılanan olduğuma göre; hem şerefsiz hem de namuslu, hem azgın hem de derviş, hem hırçın hem de munis olabilirim. Fakat beni bencil ve şerefsiz bilin, size bir iyiliğim dokunursa bonus olsun bu.

Ha, son birşey: Kendime şerefsiz demem, sizi şerefli yapmıyor!

[KYH Müşteri İlişkileri'nin Özel Notu: Pek muhterem okuyucular, yukarıda okuduğunuz dallamanın itiraf saati tadındaki yazıda geçen iftiralarla uzaktan yakından alakamız olmadığını bilmenizi isteriz. Biz de en az sizin kadar şerefli, namuslu, onurlu, yalan dolandan uzak, iyi niyetli, duygusal, saf, temiz insanlarız. Ancak bu hiç dallaması, bir süredir evde neti kesik olduğundan -muhtemelen kafayı çektikten sonra- word'de yazıp göndermiş. Bu hıyarla ne yapacağımızı inanın biz de bilmiyoruz süper, şahane, muhteşem, hiper okuyucularımız. İyi laf etsek "yalaka" oluyoruz, kötü laf etsek "sadece ben kendime kötü konuşabilirim" diye şarlıyor. Bir de megaloman olmadığını iddia ediyor! Güya megalomanla narsist arasında çok temel bir fark varmış da, var oğlu var anlayacağınız! Kısaca, bu işe yaramaz hıyarın söylediği her şey bu sözlüğü değil, kendini bağlar. Temiz bir dayağa ihtiyacı var aslında. Verecen buna odunu, yer misin yemez misin? O derece! Size sevgili dostumuz, muhteşem şair ve gönül insanı Yaman Sert'in konuyla ilgili şiirinden bir kaç dizeyle veda ediyoruz.]


Dudak Tiryakisi

Dudak tiryakisiyim ben doktor,
Sadece dudak tiryakisi!

Hani güzel bir çift dudak
Gördüğümde her sefer.
İçimde
Deli bir adam uyanıyor,
İtin adı Ömer.
Her şeyi bırakmış bu adam
Sanki dudak yiyerek yaşıyor.

Kızıyor insanlar bana doktor!
Her biri
Bin defa karşıma geçip
Bana ‘sen şerefsizsin’ diyor!
Şerefsizim
Eğer şerefsizsem doktor,
Gel gör ki
Bütün dudakları Ömer yiyor!

Haziran 2006

Bıyık

Türk malı. İsim

1- Üst dudakla burun arasında çıkan, ilerleyen yaşlarda burun kıllarının da dahil olmasıysa, daha kallavi görünmeye başlayan kıl topluluğu. Örnek: "'Bıyıklı insandan sanatçı çıkmaz' önermesinin iki istisnası Salvador Dali ve Frida Kahlo'dur. Ama istisnalar kaideyi bozmaz!"

2- Balık gibi prehistorik zamanlardan bu yana evrimleşmemiş korkunç yaratıklarda anten görevi gören deri uzantısı; kedi ve fok gibi sevimli, şirin, mıncıklanası şebeleklerde dengeyi sağlayan misina. Örnek: "Bıyıklı balık yemem, yiyeni de hoş karşılamam Cemil Abi! Kedi ise ayrı konu..."

3- Asma vb. bitkilerin bağlı oldukları askerlik şubesine sarılıp tutunmalarına olanak veren sakıncasız sürgün. Örnek: "Askeriye'nin bütün tesislerinde hem asma ve sarmaşık gibi sıkı sıkıya yapışan yılışık bitkilere, hem de kavak gibi tek başına ayakta durduğu halde deli gibi yaprak dökerek acemi askerleri çıldırtan ağaçlara rastlanabilir."

4- 60'lı ve 70'li yıllarda memlekette sıklıkla görülen, Amerikan General Motors firmasının ürettiği Buick isimli otomobil markasının, Türk şoförleri tarafından okunuşu. Örnek: "Aaah neydi o günler! Ben o kocaman Bıyık'la mahalleye girdiğimde bütün kızlar pencerelere üşüşürlerdi... Hanııım, benim prostat ilacım nerde?"


Dün Cemil Abi ile Tombstone filmini izlerken, "Neden tüm adamlar bıyıklı?" diye düşünüp durduk. Sonradan aydık ki Vahşi Batı'da kaale alınmak için bıyıklı (mümkünse pos bıyıklı) olmak gerekiyor. Zira bu tespitimizi denemek için kan gövdeyi götürürken, iyi ve kötü karekterleri bıyıksız düşünelim dedik ve filmin ciddiyeti bir anda kaçıverdi. Bu filmi bilenler ne dediğimizi anlayacaktır.

Son dönemlerde memleket sathında yürütülen, "Bıyıklı erkek kırodur" kampanyası başarıya ulaşmış olmalı ki; iyi eğitimli almış, kentli insanlar arasında bıyığa karşı kuvvetli bir önyargı var. Ulan daltaraklar, bugünün geçtim de hiç çocukluğunuzda "Mısırı kuruttun mi, ambarda duruttun mi / Nenen çarik giyerdi, bunları unuttun mi" türküsünü dinlemediniz mi? Hayır, KYH Ailesi olarak eskiye dönün, ataerkil olun demiyoruz, ama salyangozluk da yapmayın oğlum ya! Brad Pitt değilsiniz sonuçta -ki o da amele kökenlidir ama adamlar bıyık bırakmayı Wyatt Earp'ten sonra terk etmişler o ayrı mesele. Şu anda ABD'de sadece faşist şeriflerin ve 80'lerden kalma birtakım insanların bıyık bırakması ise bizim konumuz dahilinde değil, bilesiniz! (Şaka lan, şaka bize ne sizin bıyığı sevip sevmemeniz.)

İçinizden "Bıyık nedir? Ne işe yarar?" diye soracak bir şuursuz çıkarsa, ona hönkürerekten, "Bıyık bir tür gösteriştir; kültüre dayalı dekoratif mevzuları geçersek, biyolojik anlamda aslanın yelelerini kabartmasına eşdeğer bir salaklıktır" deriz ve yeminle bunu ifşa etmekten de zerre gocunmayız.

Zira Mevlana kendi saçına sakalına ithafen, Kalenderi dervişlerinin cascavlak dolaşmalarına özendiğini ifade etmiştir. Çünkü Kalenderi dervişleri (kimi zaman alt grup olarka görülen, kimi zaman onlara eş tutulan Cevlakiler de) kendilerini toplum gözünde "güzel" gösterecek her şeyden kaşınmak ve mümkün olduğu kadar aşağılanmak adına ('fenafillah'a giden yol kendi benliğini aşağılamaktan geçer düsturuna göre) saçlarını, sakallarını -hatta kaşlarını- kazıyıp dolaşırlardı. İnsanın kendi benliğini yüceltecek her türlü süsü ve güzelliği Tanrı yoluna taş koyan kesretin müsebbibi olarak görürlerdi pek muhterem ağdalı-frido-kahlolar!

Bu eski yolu takip edecek olursak, fiziksel görünüşü ilgi çekici kılmaya dair her hareket, insanı Tanrı'dan uzaklaştıran bir benlik iddiasına yönelik kışkırtıcı çabalardır. Burada günün yarısını aynanın karşısında geçirmekten, günün iki saatini kuaförlerde harcamaktan, Photoshop'ta fotoğraflarla oynamaktan (Evet, herkesin sanal alemde en az bir tane güzel fotoğrafı vardır!) bile bahsetmiyoruz. Bu söylenilenlerin yukarıdaki, "Lan bıyıkla derdiniz ne sizin!" tavrıyla olan uyuşmazlığı da bizi bağlamıyor. Çünkü şu anda kadar bir tane bile Kalender ile tanışmadım. Siz hiç tanışınız mı? Hiç sanmam; modern dünya, Kalenderleri pek siklemiyor!

Bıyık süs müdür, maçoluk iddiası mıdır, ot mudur, bok mudur? Bunları bir kalem geçelim. Zira bıyık candır, canandır, çorba ve bira içmeyi zorlaştırır ve kesinlikle cillop değildir!

Bu mevzuyu Freudyen olduğu kadar duygusal bir anektodla kapatmaya ne dersiniz sayın cilloplar?


Beni telefonla arayan ya da ben aradığımda karşıma ilk çıkan kişi annemdir. Babam nadiren açar telefonu. Biz annemle konuşurken de uzaktan selam söylemekle yetinir.

Ancak bir kaç ay önce babam aradı ansızın.

"Yiğidim, nasılsın?" dedi kendini zorlayarak, gür bir sesle. Babam aradığında bunun hoşbeş etmek için olmayacağını biliyordum.

5 yıl önce geçirdiği bypass ameliyatını takiben gece gündüz başında kalmıştım. Onun iktidarının çöküşünün canlı tanığıydım. Ameliyat olduğunda 61 yaşındaydı. Bıyıklarını ameliyattan bir hafta önce kesti, o günden sonra bir daha bıyık bırakmadı. Oysa otuzlu yaşlarında, pos bıyığıyla haşince baktığı fotoğraf hala evin duvarında asılı duruyordu.

Kalp ameliyatından sonra, yıllardır çüremekte olan bir böbreği yüzünden iki kez ölümden döndü; ben yine başındaydım. Gözümün önünde eriyen, acizleşen adama bakıyordum. "Yiğidim, nasılsın?" dediğinde, ikimiz de çok yakın bir vakitte diyalize girmesinin kaçınılmaz olduğunu biliyorduk. O korkusuz gördüğüm adamın ölümden korktuğuna çoktan şahit olmuştum.

"İyiyim, aslanım!" dedim, "ziyadesiyle iyiyim!"

Sonra o güzel adam, titrek sesiyle konuştu:

"Evlat" dedi, "O pos bıyıklarını yeniden uzat! Bıyıkta aklar çıkınca, onun pos olmasının anlamı kalmıyor!"

Sadece gülümsedim.

Neden gülümsediğimi ise ancak şimdi anlıyorum:

Gençliğimde onu takmamış olsam da, artık babamın sözünü dinliyorum...



(Yukarıdaki hikayeyi bilmeksizin bıyık konusunda yazmam için ısrar eden İlhan'a teşekkürler ederim.)

Kök

I

Türk malı. İsim

1- Bitkileri toprağa bağlayan, onun içinde yayılan ve bu sayede bitkinin topraktaki besi maddelerini emmesine yarayan klorofilsiz dip kısım, temel, esas. Örnek: "İnsanın bedenin köksüz olması çok enteresan! Sahi senin kökün nerede be Cemil abi?"

2- Şerefsiz mecaz. Bir kimseyi ya da bir şeyi bir yere, bir kavrama bağlayan manevi temel güçlerin bütünü, kaynak, köken, öz. Örnek: "Modern zamanların en büyük karmaşasını ve aslında doğurganlığını yaratan, insanların artık köksüz hissetmeleridir ki bu da yersiz yurtsuzluk kavramının en kaba haline denk düşer."

3- Dilleme bilgisi. Kelimenin her türlü ek, süsleme, pasafı çıkarıldıktan sonra kalan anlamlı bölümü, ne kadar parçalarsan parçala özde kalan anlam. Örnek: "Bütün kelimeleri parçalıyorum özenle ve ne tuhaf ki sen kalıyorsun hep kökünde..."

4- Kimya. Olağan şartlarda çevresinden yalıtılamayan ancak böyle bir dallamalık yapılsa da birçok tepkimede nitelik değiştirmeden geçebilen atom kümesi. Örnek: "Atomun kümesi olur mu demeyin lütfen Ayla hanım! Sizin tavukların ve horozların köküne dair önyargılarınızı duymak istemiyoruz!"

5- Matematik . Bir denklemde bilinmeyenin yerine konulduğunda uygun düşen gerçek veya birleşik değer. Örnek: "Hadi ben matematik yüzünden mühendislik fakültesinden atıldım, sen ne bok yemeye bir örnek bulmuyorsun be TDK!"


II

Farsça. İsim. Müzikal mevzular.

- Sazı kurmaya yarayan burgu, kulak, sap. Örnek:"Tut şu kökü sonra da doğru ses gelene kadar çevir! Evet, evet oluyor. Devam et..."


Kökle ilgili tek mesele, kesinlikle, köksüzlüktür. Kök, köksüzlerin derdidir; zira, köklerini bilenler için bu kavram çoktan aşılmış bir nehirken; köksüzler için durmadan dönüp aranılan bir rüyadır.

Ne var ki kök, insan evladının yarattığı bir kurgudur. Aidiyetimize dair ürettiğimiz bir anlamdır ve her anlam gibi üzerinde uzlaşıldığı kadar geçerlidir. Bu uzlaşma ne kadar insan tarafından onaylanıyorsa o köke karşı olan aidiyet o derecede anlamlı bir kimliğe dönüşür. Sözgelimi siz çıkıp kökünüzün Kamçatkalı Kereviz Sevmez Satanist Duvarcılar'dan geldiğini iddia ediyorsanız, en fazla bir karikatüre konu olursunuz, kimse kimliğine sallamaz!

Peki köke neden ihtiyaç duyarız sevgili evlad-i Fatihan, pek muhterem Cengiz Han dölleri, hayran olunası Mu Uygarlığı'nın çocukları?

Yanıttan tam emin olamamakla beraber bir KYH cemaati olarak şu ihtimali önemsiyoruz: Hayat, bir uçurumun kenarında bir köke tutunarak asılı kalmaktan başka birşey değildir!

Şöyle ki: Aynen doğuşumuzun kesinliği kadar ölümümüzün de kesin olduğunu biliyoruz. Ve bu iki olayın arasında evrenin bize karşı neredeyse adam-be-sen-de seviyesinde lakayt olduğunun köpek gibi farkındayız. İki hiçlik arasındaki bir piçlik durumunun insan evlat acısı gibi koymasını geçelim; doğal kaynaklarımızın sınırlı olduğunu inanıyoruz ve bunları ölümlülüğümüzden mümkün olduğunca kaçabilmek adına doğayla ve diğer insanlarla (hem içgüdüsel hem de toplumsal olarak) savaşmak zorunda hissediyoruz. İşte bu ahval ve şerait altında kök kavramı bize hem hayatın anlamsızlığını unutma, hem de başka insanlarla anlam yaratma olanağı sunuyor. Uygarlık tarihi de -kısaca- bu kökleşme çabasının, kökleşirken köleleşmenin tarihidir!

Köksüzlüğüne kılıf uydurmak öyle aciz bir çabadır ki insanlara belirli bir kök üstünde uzlaşmak asla yetmez, mikro-kökler icat etmek zorunda kalırlar. Fanatizme konu olan herhangi bir alanı düşünün: İslam ya da Yahudilik, Fenerbahçe ya da Galatasaray, PC ya da Mac, Müslüm ya da Ferdi, ODTÜ ya da Boğaziçi, FIFA 2009 ya da PES 2009 fark etmez; insanların delicesine sarıldıkları her kimlik mikro-köklerle şu dünyaya daha fazla tutunma çabasıdır. Bu yüzden her kimlik, saçma olduğu kadar işlevseldir.

Bir maddenin daha dibini eşelemiş olmanın gururu içinde KYH camiası olarak birbirimize bağlıyız, yamuk yapan olursa cümbür cemaat mekanınızı basıp size hacamatın ne olduğunu gösteririz, o derece!

Size duygusal bir şiirle veda etmek isteriz. Şahsen ben son zamanlarda duygusal şiirlere çok sık rastlar oldum. Sanırım hassas adam modeli ile kız tavlamaya çalışmak yeniden moda oldu. Yeminlen böyle bir amacım yok, sadece modaya uyayım dedim. İşte o gönül titreten dudak büzdüren duygusal şiirim:


Kök Deyip Geçme, Tanı!

Hepimizin kalpleri kırık,
Düşlerimizi suluyoruz
Kendi kanlarımızla!
Uçurumun kenarında,
Bir köke tutunmuş
Umarsız kaderimizin
Kırık aynasında
İmgeler çoğaltıyoruz!
Hasretle yeşertiyoruz
İmkansız aşklarımızı.
Yitikleşince esrik gülüşler,
Köke daha da sarılıyoruz!
Kök sertleşiyor gitgide,
Sertleşiyor tutunduğumuz...
Bir de bakıyoruz ki
O şey aslında kök değil,
Laaan laaan, siki tutmuşuz!

Cümlenize,
Saygılarımla!

Yasak

Türk malı. İsim

1- Bir işin yapılmasına karşı olan yasal veya yasa dışı engel, memnuiyet. Örnek: "Burada herhangi birşey yapmak yasaktır!"

2- Sıfat. Erki elinde tutan kişi, grup ya da topluluk tarafından yapılmaması istenmiş olan, yok sayılan, yok olması istenilen ama alttan alta birilerinin sapması için gaz verilen, çok ayıp, günah, memnu, haram. Örnek: "Aşk-ı Memnu'yu ilk duyduğumda, yaşanılmasından süper derecede memnun olunan aşk zannetmiştim. Aradan yıllar geçmesine rağmen hala bu önermenin doğruluğunu düşünmüyor değilim."


Lig TV'nin bilmemkaç lira aidatla sattığı maç görüntülerinin blogspot üzerindeki bir blogtan yayınlanmasından sonra bu mecra bir hafta kadar "engelli" kaldı -ki süper, hiper, muhteşem devirlerde lafları dolandırarak 'yasak'a 'engelleme'demekte bir mahsur görmeyen Türk adaletinin adaleli varlığını mıncıklamak istemeyen var mıdır bilemiyorum.

Hayatının bir bölümü "yassah hemşerim" esprisine maruz kalarak geçmiş bir neslin cürüm kavramına duyduğu semptai belirsiz olsa da "yassah" lafını duydukları anda makaraları koyuveren pek çok insanın varlığı bize, yasak kültürü hakkında bir ipucu verebilir.

Yasak, cürmü engellemeye yönelik bir uyarı levhasıdır. "Çimenlere basmayın!" ifadesi bize, çimenlere basmamız durumunda birilerinin de bize basacağı tehdidini savurarak o eylemi yapmamızı engellemeye çalışır. Ancak sevgili okurlar, dünyanın farklı bölgelerinde farklı insan evladının yaptığı kurallar işler. Amsterdam'da bir café'de ot içebilirken, İstanbul'da bir kahve'de açıktan içeceğiniz yegane ot adaçayıdır.

Yani, bir takım değerlerin ne kadar evrensel olduklarını iddia edersek edelim, farklı kültürler farklı kodlar, farklı yasaklar ve cürümler yaratırlar. Modernizmin evrensellik iddiasına karşın, postmodernizmin görecelilik tezinin dayandığı temel nokta da budur. Bunlardan ilkinin tektipleştirici ve sıkıcı varlığına itiraz edebilirsiniz, ancak günümüz koşulları öyle bir politik kırılma yarattı ki postmodernizmin eleştirileri, bir tür süblimasyon mekaniği uyarınca, modernliği kavrayamamış feodal faillerce kullanılır oldu.

Hacı, modern olmadan, modernizm eleştirisini bana satacaksan önce şunu öğren: İnsan denilen organizma için en sağlıklı durumun ne olduğunu, modern - postmodern tartışması bir yana, vicdani olarak hepimiz biliyoruz.

Yanıt, Hüseyin Üzmez'dir!

Adam neredeyse bir Cizvit rahibinin sahip olabileceği şaşmaz ve inandırıcı söylemle neyin hak, neyin batıl olduğuna dair saptamalar yaparken, 14 yaşında bir kızı taciz ettiği ortaya çıktı. İçeri girdi. Sonra tuhaf bir raporla dışarı çıktı. Ardından o TV senin bu gazete benim dolaşmaya ve kimi zaman tehdit kimi zamansa İslami retorikle süslenmiş laflarını dökmeye başladı. Onu televizyona çıkarttınız, konuşturdunuz, belki de arkasından lanet okudunuz ama yine de ona söylemini savunma fırsatı verdiniz. Hapishane çıkışı karısı arabayla onu alırken, kadının yüzündeki kölelere özgü adice sırıtışı fark ettiniz değil mi?

O sözde İslamcıların sıkça kullandıkları vicdan kavramı, bir başka varlığın fiziksel ve ruhsal bütünlüğüne zarar vermeme ilkesi üzerinden işler. Herhangi bir şekilde bunu çiğneyen insan ise, utancından geri çekilip söz söylemeden, kendi nefsiyle hesaplaşmalıdır.

Ama sen çıkıyorsun yediğin haltın ağırlığından utanç içinde köşene çekileceğin yerde evliyaların cinsel kudretlerinden bahsediyorsun, regl çağına ermiş kızlarla iş pişirmenin günah olmadığını satmaya çalışıyorsun, o kadınları becermesem orospu olacaklardı lütufta bulundum diyorsun, Ahmet Emin Yalman'ı vurmaktan dolayı hava atıyorsun...

Daha iki hafta önce, Sakarya'da üç beş türbanlı kadın bir parkta eylem yapıyor, ellerinde pankartlar: "Parkımızda ahlaksızlık istemiyoruz!" Neden mi? Parkta bir kaç genç çift sarmaş dolaş takılıyorlarmış. (İnanmayan gazetelerin arşivlerine baksın, gözünüzden kaçamaz!)

Be kadın, adam senin kızını, bacını, kuzenini - gayet de hakkaniyetli bir şekilde, besmele çekerek, senin evinde düzüyor! Sen kalkmış parktaki sevgililere, "Bu ahlaksızlığı görmek istemiyoruz" diye isyan ediyor, onlara yasak koymak istiyorsun. Ahlaktan anladığın bu mu? Be cahil insan, sen, en aşağılık kölesin! Hastalığın kendisisin! Dur, düşün hele bir, o teknolojisine hayran olduğun uygarlık neden kendi başına karar alma yaşını 18 (kimi durumlarda 21) olarak belirlemiş! Başbakan'ın söyledi ama değil mi, "Batı'nın kötü özelliklerini aldık, iyi yanlarını alamadık" diye. Batı'nın iyi yanı, 14 yaşındaki bir insana dokunanı, rüştünü ispat etmediği ve bundan dolayı isteği dışında dokunduğunu kabul edip anasından emdiği sütü burnundan getirmesidir belki de! Üstelik bu konuda da erkek kadın ayrımı yapmazlar.

Hani aranızdan, "Üzmez'e Lolita'nın biçare profesörü Humbert Humbert'e gösterdiğimiz sempatiyi gösterelim" diyecek olanınız çıkabilir, ama kuzum adamda utanmaya dair bir emare yok, çirkefin teki! Aranızda bu vaziyete, aşk-ı memnu diyecek midesiz var mıdır acep?

Hadi bakalım sayın Müslümanlar deyiverin gari yasak nerede başlıyor, nerede bitiyor? Seçim şansı olmayan bir insanı, onun bedeni ve zihnini ilgilendiren bir eyleme itmek, "yasak"ı geçtim, günah değil midir? Ya da bırakalım bunu, bir tek soruma yanıt verin: Bu arsız yaratığı öteki tarafta zebanilerin sikmesi ayıp olarak mı kabul edilecek, yoksa lütuf olarak mı görülecek?

Mücrim

Arapça. Sıfat.

- Suçlu, suç işlemiş olan, kuralların dışına çıkmış. Örnek: "Film-ül Zifir, mücrim şahsiyetlerin cüz'î hazlara intikâl emeliyle muhatap oldukları belâları anlatan hikâyelere addedilen münhasır isimdir."


Cürüm, suç ve günâha denk düşen Arapça bir kelimedir. İnsanın toplumsal, hukuki ve dinsel alanlar tarafından belirlenmiş meşru haklarından ötesinin peşine düşmesine denk düşen bu kavram için, insanlık tarihinde adı geçen bütün kanunlarda, kuralların çiğnenme şiddetine göre belirli cezalar öngörülür.

Bu kuralların meşrulukları hayattan ne bok anladığımıza göre değişse de, buradaki mesele toplumsal düzeni çiğneyen insanların (mücrim) o toplumsal düzen tarafından hak ettikleri cezaya çarptırılmalarıdır. Kimi zaman bir daha yapmamaları sağlanır, kimi zaman dışlanır ve aidiyetlerini yitirirler, kimi zamansa tamamen silinmek üzere urgana ya da katran ve tüye mahkum olurlar.

Sözgelimi film noir denilen sinema akımı bu ehl-i cürümün başına gelen türlü belâları anlatır. Yahudi anlatısındaki Lilith karakterinden türeyen bir femme fatale'nin kucağına oturan erkek karakter türlü densizlikler yapar ve sonra da ebesini örekisiyle tanışır. Bu karakter, film ahlâkı tarafından da asla affedilmez; ya ölür ya da mahpusta çürür.

Ancak film noir örneklerindeki bu ahlâkçı yaklaşım her ne kadar eleştirilse de, bu filmler bu mücrim insanları yaratan koşulları ortaya koymaları açısından en dürüst ve açık metinlerdir: Ya aşık olursun o dert uğruna saçmalarsın, ya da sağda solda gördüğün zenginler gibi olmak istersin! Ancak yeterli toplum sana sınıf atlaman için gerekli olanakları sunmuyorsa yapacağın tek şey onun kurallarını kırmaktır. İşte burada sıçarsın hacı! (Filmlerin ahlâk dizgesi babında.)

Cürüm kişinin işlediği suçtur, cereme ise dilimize bir başkasının hatasının bedelini ödemek olarak geçmiştir. Arapça ile İngilizce'nin aynı dil gurubundan olması sebebiyle ceremeyi, crime kelimesine denkleştirme cüreti sizin hayal gücünüze kalmış; ama ve lâkin, insanın başkalarında gördüğünü istemeye eğilimi düşünülürse, aslında her cürüm bir ceremedir! Şu çalıştıkları bankaları dolandırıp ortadan kaybolanlar neden bilmeme nerede beş yıldızlı tatilller yaparken yakalanıyor sanıyorsunuz? Üç kuruşluk maaşlarına tezat olarak ellerinden milyonlarca lira geçen memurların karıştıkları suiistimal olaylarında, şöhretlerin lüks hayatlarına duyulan özlemin payı yok mudur sizce? "İyi de hakim bey, toplumun hiç mi suçu yok!"

İslami terminolojide ise mücrim, Allah'ın varlığını inkar edendir ki aslında günahının kaynağı büyüklük taslamasıdır. Cehenneme gidecek olan bu arkadaşlar (içinizde gerçekten kafadan cennete gideceğine inanarak büyüklük taslayan var mı?) sapıklık ve çılgınlık içinde olarak tanımlanır.

Bu minvâlde İsa, Mecdeli Meryem'i fahişeliğinden ötürü taşlamak isteyen ahaliye "Hanginiz cürümden muafsa ilk taşı o atsın!" demiş olsa gerek. Zira her devirde, cürüm işleyenler kendi kabahatlerini iyi sakladıkları sürece, suçları açıktan bilinen insanları taşlamakta beis görmemişlerdir. Kim bilir belki de arınma işlevi (Aristocu anlamda katharsis) vardır bunun: Bir başkasını taşlarken, kendi günahlarımızı lanetlemek için taşıyıcı bir beden buluyoruz. İsa'nın bütün dünyanın günahları bir masum olarak çekmesi de, hacca gidenlerin en büyük günahkar olan şeytanı sembolik olarak taşlamaları da aynı zihniyetin ürünüdür.

Peki ya dostum, bir insanı herhangi bir cürmünden dolayı suçlarken bize kendi cürmünden de bahsedecek misin?

Gönül telimizi cürüm cürüm inleten bir şarkının sözleriyle bu maddeyi de bloga hapsetmenin haklı gururunu yaşıyoruz.


Kimseye etmem şikayet ağlarım ben hâlime
Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbâlime
Perde-i zûlmet çekilmiş, korkarım ikbâlime
Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbâlime

Argo

Fransızca. İsim.

1- Kelimesine dokunmadan. Her yerde ve her zaman kullanılmayan veya kullanılmaması gereken çoklukla eğitimsiz kişilerin kullanıldığı söz veya deyim. Örnek: "Hacı, sen argoya böyle kolpa bir değer biçtiğine göre balataları iyice yakmışsın. Hadi ikile de ense tıraşını görelim!"

2- Kelimesine dokunmadan. Kullanılan ortak dilden ayrı olarak aynı meslek veya topluluktaki insanların kullandığı özel dil veya söz dağarcığı, jargon. Örnek: "Akademik argoda başarılı akademisyen, hakemli dergilerde makale yayınlatan ve uluslararası kongrelere katılan öğretim üyesi anlamına gelir."

3- Mecaz. Serserilerin, külhanbeylerinin, itin kopuğun, lümpenlerin ve onları kevaşeleri olan lümpenellaların, şerefsizlerin, baldırıçıplakların, götündenşırıngaylakanalınmışların, gaydırıguppakların, kısacası paryanın kullandığı söz, deyim veya değdiririm. Örnek: "Artiz! İlk örnek kesmedi de üstüne cila mı istiyorsun? Nato kafa nato mermer ha!"


Hışşt TDK, bebeğim, birinci açıklamada çoklukla eğitimsiz kişiler demişsin, şimdi ikinci tanıma göre ise akademik insanlar da aynı meslekte olduklarına göre, kendilerine göre bir argoları var. Bu iki tanım çelişmiyor mu, ruh evimin kapısı kilitli yatak odası? Oraya "çoklukla" yazınca yırttığını mı sanıyorsun? Ayrıca kullanıldığı ne demek? Argoda eğitimsiz kişiler mi kullanılıyor? Baldudaklım, yoksa eğitimsiz insanlara para verip argo konuşsunlar diye siz mi ortalığa salıyorsunuz? "Eğitimsiz kişi! Al şu parayı argo konuş ki TDK Türkçesi ile konuşanlar prim yapsın" mı diyorsunuz? Edilgenleştirilirken genleşen yüklemini yerim senin! Hadi her halta maydonoz olma da git boynuzlarını yağla! Naaaş!

Siz bu TDK'ya bakmayın pek gıcır abilerim ablalarım, bunun bir köfteden çaktığı yok! Zira argo, dilin tuzu biberidir; hatta, piyazın tarator sosudur. Ancak taratorun ne olduğunu bilmeyen zerzevat, Sultanahmet Köftecisi'nin eşek ağzına dayadığı haşlanmış fasulye rezaletini piyaz zanneder tabii ki! (KYH taifesi olaraktan, Antalya'ya gittiğinizde taratorlu piyaz yemenizi tavsiye ederiz, kıyak abilerim ve ablalarım.)

Dil, insanın eviyse; kullandığımız dilin yapısı, sıvası, boyası, elektrik ve su tesisatlarının durumu o evdeki yaşam kalitesini belirliyor demektir. Bundan dolayıdır ki dilin zenginliği, genelde o toplumun hayatı yaratma yöntemini ve dolayısıyla da zekâsını ve inceliğini gösterir. Özelde de bir kişinin dilin hassas ayarlarına vakıf olabilmesi, o insanın hayatı nasıl kavradığına ve algısını oluşturan ruh hâline dair ipuçları verecektir. Gündelik hayatı 200 kelime ve 5 deyimle idâme ettirebilen insanlar, sadece yaşadıklarını başkalarına anlatabilme konusunda değil, onları algılayabilme ve kendi içlerinde anlamlandırabilme konusunda da zafiyet içindedirler. Kendi dilleriyle ayakta kalamayan kültürlerin insanları, başka kültürlerin buyurgan işgallerinden bir türlü kaçamazlar. Bu, tam bir karmaşa, tabiri caizse ne bok yiyeceğini bilemem halidir.

Üniversitedeyken en büyük baş belâlarımızdan birisi yabancı dille öğrenim görmenin yarattığı dil karmaşasıydı: "Abi fankşinalizmin leybır ve cendır ekualiti konusundaki en büyük açmazı anpeyd domestik leybırın kapitalizm içinde dizolv olmamasını açıklayamamasıdır! Bırak onu, düal leybır markıt tıoriye bile bir karşılık veremiyor." Bir insanın kafasını karıştırmak istiyorsanız, ona ana dilinin inceliklerini öğretmeden yabancı bir dil öğretin! Gerçekten kafa karıştırıcı değil mi!

Konumuza dönecek olursak, günümüzde orta sınıfın efendi insanlarının kullandığı dil -aynen kendileri gibi- sıkıcı ve zevksizdir. Ev benzetmesinden gidecek olursak, onların dili apartman dairesidir. Toplu konut mantığıyla inşa edilmiş, birbiriyle aynı, güvenli ama daracık, işlevsel ama kısıtlı.

Daha aşağıdaki sınıfların (özellikle lümpen proleteryanın) dili, gecekondudur. Sınırlı olanaklarla inşa edilmiş, derme çatma, altyapısız ve güvensizdir. Eğer o unuttukları binlerce yıllık geçmişten kalan bir sızma varsa gecekonduya hoş bir bahçe eklenmiş diyebiliriz. Fakat her haliyle korunaksız, korunaksızlığı ölçüsünde de saldırgandır. Küfür, bu sınıfa aittir. Çünkü küfürde ilkel, sabırsız ve saldırgan (Ecnebiler vulgar da derler) bir eylem planı vardır, bir gece vakti iki briketle evi dikivermek gibi. Ancak kaderin garip bir cilvesi olarak, argoyu yaşatan da yine bu gruptan insanlardır. Paraya ve kariyere endeksleyemedikleri zekâlarını, anlamları eğip bükmekte büyük bir ustalıkla kullanırlar.

Bunların arasında sınıf atlayan olmuşsa eğer diline yeni kelimeler, yeni kavramlar katılır. Ancak bu eklemlenme dilin tabandan genişlemesiyle değil, üste kaçak kat çıkılmasıyla olur ki sınıf atladığını gösterme derdinde olan insanlara eğreti duran kelimeleri anında seçebilirsiniz. Ne kadar kat çıkarsan çık, asla apartman olamayacaksın hacı! Gecekonduyu yıkıp yeni temel atman gerekir ki onun keyfini sürmek de sana değil anak çocuklarına nasip olur.

Üst sınıfların dilleri ise gökdelen daireleri ya da villalar şeklinde görülebilir. Ancak buradaki hassas nokta, üst sınıfların kaliteli eğitim ve öğretime daha kolay erişebilmelerinden kaynaklanmaktadır. Memlekette üst sınıf diye anılan insanların çoğunun Özal dönemi ve sonrasında türeyen kapkaççılar olduklarını düşünülürse; dil anlamında konakta yaşayan insanları belirleyen aslında anapara değil, entelektüel birikimdir. Günümüzün zenginlerinin büyük bir çoğunluğu, dilsel olarak, ya daha geniş apartmanlarda ya da lüks gecekondularda yaşarlar. Oysa dili zenginleştiren edebiyata dair zevklerin filizlenmesi (ve dilin böylelikle dilin zenginleşmesi), yeni şatolar inşa edip oralarda yaşamak isteyen burjuvalar sayesinde olabilir.

Oysa argo, bir tatil köyüdür! İçine herkesin ücretsiz alındığı, bin türlü numarası olan bir yerleşkedir burası. İsteyenin (ima sanatını beceriyle kullanabildiği sürece) istediği mimari tarzda, istediği tesisi inşa edebileceği bir yapboz alanıdır argo. İma, diğer alt diller için bir lüks iken, argo için olmazsa olmaz bir ifade aracıdır. Bundan dolayı argo, metaforun sınırsız ufkunu seyre dalabileceğimiz tropik bir kumsaldır. Hızla değişebilmesi ve çift anlamlılığından dolayı zengin, zeki, fırlama piçin tekidir argo. Ama asla burnu havada değildir, samimiyetinden ve vakarından taviz vermez.

Sözün özü, dilinize hakim olup ona sahip çıkarsanız imgelem dünyanız için türlü faydaların tadını çıkarırsınız. İşte güzelim argo, bu yüzden, cillop gibi bir ifade alanı yaratır.

Lafı -daha fazla sündürmeden- argoya bırakmak gerekir sevgili sözlükdaşlarım. Geçen maddede verdiğim sözü tutuyor ve sizi süper bir sözlükle başbaşa bırakıyorum. Akıllı olun!

İşte link: Kadın Argosu Sözlüğü

Seks

Fransızca. İsim. (Biyoloji)

1- Cinsiyet.Örnek:

-Ankara'ya onbir arabasına yeriniz var mıydı?
+ Kaç kişi?
- Bir
+ Hangi seks? Bay, bayan?
- Bayan seks!
+ Bayan seksi kalmamış ama bir bay seksi yanı var, yerseniz!
- Olur mu öyle şey canım! Yolda neler olur kim bilir, karımı bay seksi yanına oturtmam!


2- Tartışmalı. Cinsel ilişkinin akla düşmesinden, eyleme dönüşmesine kadar geçen süreç. Örnek: "Bazen seksin asıl önemli bölümünün yatağa gidene kadar olan arzulama evresi olduğunu düşünüyorum. Ayrıca gün boyunca ortalama bir erkeğin aklına en az yüz defa seks yapmak geldiğini biliyor muydun Cemil abi? Cemil abi hayrola, daldın. Beni dinliyor musun sen?"


Ağustos ayının eski adının, altıncı ay olmasından dolayı, Sextilis olduğunu söylemiştik. Öte yandan 6 müzisyenden oluşan gruba Sextet, aynı anneden doğan 6 kardeşe Sextuplet, 6 tane onyıl görmüş kişiye Sexagenarian (Arapça'daki 'fi tarihi'ne denk düşüyor) dendiği göz önüne alınacak olursa; bu kelimenin İngilizce'ye six olarak geçen Latince 'sex'ten geldiğine şüphe kalmaz.

Ancak bizim seksimiz (yani bu maddenin konusu anlamında), Latince 'sexus'tan türemiştir ki bu kelimenin kökeninin seco(bölüm, ayrım) olduğu iddia edilir. (İngilizce section da bu kelimeden doğmuş.) Yani bugün kullandığımız Arapça cinsiyet kelimesinin Batılı karşılığı ayrım, bölümlenmiş anlamına gelir ki aslında bunun yine 6'dan türeyen ve dairenin altıda birlik bölümünü ölçmeye yarayan sextant'tan kavramsal anlamda farkı yoktur.

Cinsiyetin bölüm olduğu iddiası, bunun ardında bir bütün olduğu öngörüsüne dayanır. Yahudi-Hıristiyan mitolojisinin altında bastırılmış halde varlığını sürdüren Batı paganizmine göre, kadın ve erkek başlangıçta tek bir varlıktı (hermafrodit) ve sonradan gerçekleşen bir denyoluk yüzünden ayrılmak zorunda kaldılar. Bu bakış açısına göre o günden bu yana uhrevi kabul edilen aşk ya da hayvani olarak görülen seks ile öteki yarımızı arar dururuz. Bu mitoloji, bir gün onu bulduğumuzda yine o kadim duruma geçip şu koskoca evrendeki yalnızlık ve eksiklik hissini gidereceğimizi söyler ki bu da elmanın öteki yarısı denilen duruma denk düşer, muhterem Lacancılar! Ha, eğer siz de "ben bunu yemem aga!" diyenlerdenseniz Alaycı Yalnızlar Kulübü'ne çoktan kayıt yaptırmışsınız demektir!

Aşkın ve seksin altında yatanın yeniden bütünlük sağlamak olduğu tartışma götürse de, elimizdeki şu bilgi kesindir ki; seks üremeye yarar! Evet, şaşırtıcı değil mi!? Ben de ilk duyduğumda şaşırmıştım. (Derin derin nefes alınca bu panik durumu geçiyor.) Bundan dolayı bitkiler de, hayvanlar da seks yapar. Seks yapmayan insana, dişiyse frijit, erkekse abazan deriz ve onlara kabuklu yemiş atmaktan imtina eder, mümkün olduğu kadar uzak durmaya çalışırız. Çünkü seks yapmayan insanın aklı başında değildir. Şu güne kadar peşinde inançlı kitleler toplamaya çalışan peygamberlerin %50'sinin, yeryüzünü kurtarmaya çaba sarf eden kahramanların %70'inin ve kömürle oy toplamaya çalışan politikacıların %90'ının seks yapmadığı saptanmıştır. Seks yapmayan insan delüzyonel olur, delü olur, manyak olur! Yaptığı çorba mekruh, sağdığı inek mundardır.

"İnsanlar birbirlerinin yüzlerini görerek seks yapan tek canlıdır. Bundan dolayı hayvanlar ürer, insanlar sevişir" iddiası ne kadar doğrudur bilemiyorum sevgili seks bombaları, ama biraz Schoepenhauer okursanız adamın gerçekten de inandırıcı bir karamsarlığı olduğunu göreceksiniz. Fakat biz insanlar için (ister düzgün ister şerefsiz olalım) seks sadece boşalıp üremek için yapılan bir sipor değildir. 2.5 milyon yıl önce, yaşadıkları ereksiyonun ağaçtan muz düşürmek dışında başka bir işe de yaradığını keşfeden homo erectus'tan sonra seks konusunda uzun bir süre değişiklik olmadı. İnsan evladının oral seksi bulması Yontma Taş Devri'ne denk düşse de, dişler daha önde ve keskin oldukları ve taşı yonttukları için bu yenilik Cilalı Taş Devri'ne kadar popülerlik kazanamadı. (Yoksa siz 'cilalı' lafının bildiğimiz taşla mı ilgili olduğunu sanmıştınız?) Kadınların vücuttaki bazı tüyleri istememeleriyle başlayan Cillop Taş Devri'nin teşhircilik ve röntgenciliği arttırmasıyla erkekler sekse daha düşkün olmaya başladılar, ama kadınlarda bir değişim olmadı. Ta ki ön sevişmenin, 50'lerde Amerika'da faaliyet gösteren bir firmanın, ürettiği halı yıkama makinesi için ilk kez "ön ödemeli kampanya" başlatmasının hemen ertesine bulunmasına kadar...

Onu bunu bilmem de çatıda tepişen martılara, "Gençler anahtarı vereyim, evi siz kullanın" deme isteğini sıklıkla duyduğumu ifade etmek isterim. Bir gün evin çatısını alıp götürecekler ve dairemi kabriyo yapacaklar, orası kesin! Fakat onların (onlarla beraber tüm hayvanların) seks konusundaki rahatlıklarını hangimiz kıskanmıyoruz ki? Sokakta çiftleşen (aslında doğru tabir tekleşen olmalı) köpekleri görünce hanginiz içinden, "Lan keranacılar çok ballısınız ha! Oooh misss gibi püfür püfür!" demiyor? Bizim toplumsallığımızla şekillenen, bastırılan ve travmatize edilen cinselliğimizle kıyaslandığında hayvanların rahatlığı ürkütücü geliyor. Evet, düzeyi ne olursa olsun uygarlık denilen zamagingonun da bir bedeli var kuzum! Travmatik başlayan hangi deneyimin sağlıklı devam etmesini bekleyebilirsiniz?

Memleketi ve kültürünü düşününce seks konusundaki sınırlamaların, koşullandırmaların ve hatta ikiyüzlülüğün, her iki cinsiyet için de (kadınlarda tabii ki kat be kat fazla olmak üzere) bu konuyu nasıl travmatik bir soruna dönüştürdüğünü görebiliriz. Bu sorunu doğuran, karşı cinse ulaşmak zorlaştıkça seksin gizemlileşmesi, her iki cinsin gözünde de git gide büyümesidir. Seksin altında yatan üreme işlevinin insan nesli için ne kadar önemli olduğu aşikar olsa da, farklı kültürlerin geliştirdiği tavırların aynı olmaması meselenin hem biyolojik hem de toplumsal olduğunu gösterir. Ancak hangi durumda hangisinin etkili olduğunu belirlemek pek de kolay değildir. Sözgelimi, cinsel çekiciliği yaratan dış görünüş, koku, ses tonu, kendini ifade etme biçimi vb. etkiler, en yalın halleriyle, iki kişinin tamamen biyojik bir çekime kapılmalarını ve seks yapmalarını sağlar mı? Yoksa bu özelliklerin her birine geçmişten gelen anlamlar yüklediğimiz için gayet kişisel bir seçim sürecinin ardından mı karşımızdakini çekici buluruz? Neden seksten sonra pek çok erkek öküzleşir, pek çok kadın "ben sana bir hazine verdim" havasıyla otomatik tribe bağlar? Bunlar tamamen kültüre mi bağlıdır? Yoksa erkeklerin milyonlarca adet değersiz spermlerini saçma hevesiyle daldan dala atlamaları ve kadınların ayda bir kaç tane ürettikleri, döllenmediğinde acıyla atmak zorunda oldukları yumurtalarının işin içine karıştığı seks eylemini böylesine değerli görmeleri biyolojik kodlardan mı kaynaklanmaktadır?

Yanıtı bulmamıza çok az kaldı sevgili seksapeli şahane okuyucular. İnanın uygarlık tarihi boyunca bunu ilk bilen siz olacaksınız.(Yeminle!) Fakat o zamana kadar şunu bilin ki seks candır, canandır, cilloptur, kelimenin gerçek anlamıyla ohştur. Adrenalin, serotonin ve oksitosin salgılanmasını arttırarak cildi gergin, insanı ferah, rahat, genç ve dinç tutar. Uzun süredir seks yapmayan insanlar asabi, fevri ve buruşuk (ya da buruşuk oldukları için mi seks yapmıyorlardı?) olurlar. Ayrıca etleri tatsız bir şekilde gergindir, ne yahniye gelirler ne soteye.

Size güzel bir emme gömme hizmeti yaparak bu maddeyi, seks kelimesine verilen farklı adları inceleyerek kapatıyoruz. Yapımda ve yayında emeği geçen bütün KYH çalışanları olarak "tüm cilveleşmeler, önsevişmeler ve oral seksler sizinle olsun!" diyoruz. Seksle kalın sayın okurlar!


Nötr: Seks yapmak.
Teknik: Cinsel ilişkide bulunmak.
Romantik: Sevişmek.
Mistik: Yükselen enerjilerin kutlu buluşması.
Askeri: Üremek.(Bkz. Asker ocağındaki üreme dersleri)
Tıbbi: Coitus.
Manastırda: Culpa (Mea maxima culpa!)
Dinci: Cim'a.
Geleneksel: Mercimeği fırına vermek.
Küfür: Sik(iş)mek.
Argo: Ağzını ayırmak, altüst böreği olmak, bafile(ş)mek, bandırıp yemek, dayayıp döşemek, delik doldur(t)mak, düz(üş)mek, emiş gömüş, fikfik, fikifoto, fiksik, fitifiti, gölge yapmak, iş pişirmek, işlem yapmak, kuyudan su çekmek, masaj yap(tır)mak, mekik çekmek, o işi yapmak, pilesenta muhabbetine dalmak, sorti yapmak, şeker ezmek, şet(tir)mek, toksin atmak, tokuşmak, vidaları yağlamak, yatak yapmak, yekpare olmak, zerzevatı suya bastırmak.

(Görüldüğü gibi argonun gücü tartışılmaz. Argo örnekleri konusundaki kaynağımı bir sonraki maddede açıklayacağım.)

Oyun

Türk malı. İsim

1- Vakit geçirmeye ya da vaktin size geçirmesine yarayan, belli kuralları ve her kural için bir hileye sahip olan eğlence.

2- Kumar.

3- Şaşkınlık uyandıran, tüylerimizi diken diken yapan, insana "haymına ovası!" dedirten hüner.

4- Tiyatro, sinema ve aşkta sanatçının rolünü yorumlama biçimi.

5- Kelimesine dokunmadan. Müzik eşliğinde yapılan hareketlerin bütünü. (Oha lan TDK! Sitede söz arama seçeneklerini düzelttin ama ya müzik eşliğinde sevişiyorsak nolacak? Oyun mu yapıyoruz edepsiz!)

6- Seslendirilmek veya sahnede oynanmak için hazırlanmış eser teker, temsil, piyes.

7- Kelimesine dokunmadan. Bedence ve kafaca yetenekleri geliştirmek amacıyla yapılan, çevikliğe dayanan her türlü yarışma. (Seni bedence ve kafaca seviyorum TDK! Anla artık bunu!)

8- Sipor. Güreşte, satrançta ve politikada rakibini yenmek için yapılan türlü biçimlerde şaşırtıcı, kafa karıştırıcı hareket.

9- Sipor Teniste, tavlada ve t ile başlayan tüm siporlarda taraflardan birinin belirli sayı kazanmasıyla elde edilen sonuç.

10- Şerefsizlik. Hile, düzen, entrika, adilik, desise, götlük, Kaan.

(Ortak örnek: "Bana oyun yapma!")


Hollandalı kültür kuramcısı Johan Huizinga, 1938 yılında Homo Ludens (oyun oynayan insan) kitabını yazdığında muhakkak ki uygarlık tarihini o ana kadar hiç değerlendirilmemiş bir yüzüyle gördüğünün farkındaydı. (Şerefsiz!)

Huizinga'nın 'oyun'a dair yaptığı bu yorumun en önemli yanı; kültürün içindeki oyundan bahsetmek yerine, kültürün tamamen oyun olduğunu iddia etmiş olmasıdır. Öyle ki kültür, her ne kadar yukarıdan ciddi görünse de, insanlar aslında oyun arayan varlıklar olarak üç temel özelliği talep edip uygulamaya çalışırlar: (1) Oyun özgürdür, özgürlüktür. (2) Oyun gerçek hayatın sıradanlığından uzaktır. (3) Mekan ve süre olarak da hakikatin ötesindedir.

Huizinga'nın, politikadan iş hayatına, savaştan sekse kadar insan evladının attığı her adımın bu oyunsallık işlevine sahip olduğunu söylemekte haklı olup olmadığının takdiri size düşer sevgili oyunbaz okuyucular. Dönün kendi hayatınıza bir bakın, "öyle değil", oturur "bu amca saçmalamış" diye bir makale yazarız. Ciddiye alırlar mı bilmem!

Onu bunu (Huizinga) geçersek, son dönemlerin dijital oyunların hakimiyetinde geçtiğini söyleyebiliriz. Atari salonları çılgınlığıyla başlayan bu eğilim kendini Tetris denilen meşum oyunla sürdürdü. Ardından PC, Playstation ve Internet oyunları geldi ki kendilerini şiddetle kınamak gerekir mi bilmiyorum.

Neden mi? Zira oyunlar, kolaylıkla gerçek hayatın dertlerinden kaçma yoluna dönüşebilirler. 1994 yılında, MUD denilen bilgisayar ağı oyunları okulun yurtlarında oynanmaya başladığında, pek çok dallamanın bunlara takılmaktan dersleri takip etmeyerek okuldan atıldıklarını bilirim. Naçizane şu bünye de, iki master programını bilgisayar oyunlarının koynunda geçirdiği gecelerin ardından bıraktı.

Sözün özü; kimimiz solitaire, kimimiz the biggest brain, kimimiz PES, kimimiz Call of Duty, kimimiz de politik liderlik, din önderliği, entellektüellik vb. oyunları oynuyor olabiliriz. Her ne kadar kendi meşrebimize uygun oyunu seçip oynuyor olursak olalım, en nihayetinde "Bu da geçer!" pek sevgili faniler.

Öyle ya da böyle, hayatımız birinci ve ikinci dereceden oyunlarla sürüyor, ne hoş değil mi! Ne var ki gönül daha fazla oyun olsun istiyor. Nasıl mı? Aşağıda bir kaç oyun önerimi yazıyorum, yetkililerden acilen önlem alınmasını istiyoruz!

İslam Online Fantasy Role Playing

Puan yerine sevabın olduğu bir FRP oyunu. Bir kafiri öldürmek 100 sevap, içki içen bir zındığı dövmek 10 sevap. Her level sonunda cennetten bir parça görülen oyunda bir 'level'ı geçince alınan puanlar İhlas-İman-İtikat-Dua Gücü vs gibi 'skill'lere paylaştırılır.

Ezik Solcu First Person Shooter

Oyun 12 Eylül sonrasında başlar; bütün solcular ya kapitalist olmuş ya da dinci- sağcı partilere yamanmışlardı. Öncelikle barda "devrim nasıl yapılır?" muhabbetiyle puan toplayan kahramanız bir kaç yarı aydın kızın kalbini çaldıktan sonra eski bir tanıdığından silah edinir. Sonra da tüm politikacıları ve para babalarını teker teker vurmaya başlar. Her hayali vuruşta "kendini tatmin puanı" ve vurma yeteneği artar.

Bütün Erkekler Aynısınız Adventure

Bu adventure oyununda genç kadın sarhoş olduğu bir gecenin sabahında bilmediği bir evde uyanır. Önceki gece hayal meyal bir erkekle seviştiğini hatırlamaktadır. Ancak kim olduğunu kestirememektedir. Kendisi bundan zevk almamışçasına, kullanıldığına dair bir his içini kemirmektedir. Evdeki ipuçlarını takip ederek onu "kullanan" erkeği bulmaya çalışır.

Kut

Türk malı. İsim

1- Devlet idaresinde güç, yaratıcılık ve yetki bakımından sahip olunan üstün güç. Örnek: "Burak Kut politikaya atılmış olsaydı, seçim gezilerinde, 'aldatmanın tadına varınca, ne duruyorsun haydi zıpla' şarkısını söyler miydi, ne dersin Ayla abla?"

2- Mitolojik. İlahi bir kaynaktan gelen rahmet, bereket ve mutluluk. Örnek: "Biliyorum kötü bir örnek olacak ama öğreticilik adına ifade etmek gerekiyor ki yukarıdaki 'mitolojik' açıklamasını görünce insanın aklına hemen Yunan mitolojisi geliyor. Ancak dünyanın bin türlü mitolojik hali var, bu kadar da Batı merkezli düşünmemek gerek."


Bir Ramazan/Şeker/Dokuzgünlüğünebodrumakaçalım Bayramını daha kutlamanın mutluluğu içinde kıçımızı yaymış miskinlik yapıyoruz, cillop gibiyiz değil mi sevgili okurlar? Bu günler insanların sevdikleriyle boşça vakit geçirdikleri, dargınların barıştığı, gönüllerin karıştığı, gözlerin kamaştığı, insanların birbirlerine bol uyaklı bayram mesajları attığı, birbirleriyle yalaştıkları çok özel vakitlerdir, kutlu olsun!

Kimimiz tanıdıklarının Ramazan Bayramını hüsnümübareklediği, kimimiz ise şeker bayramlarını kutladı. Neticede eyyamın zirvesine ulaştığımız bu bayramda da benim kurtlu beynime kut kavramı düşüverdi. (Aranızda 'şu bahar gününde şeker gibi bir madde beklerük' diyenler oldu, yorumlarınızı okuduğumdan emin olabilirsiniz.) Zira gündelik hayatımız o kadar ezber üzerinden gidiyor ki, o daracık anlam dünyamızın içinde hoyratça kullandığımız basmakalıp sözlerin kökenlerini fark etmiyoruz.

Konu, 'bayramınız kutlu olsun' ile gelişti madem o zaman şu 'kut'un ne menem bir kurt olduğuna bakalım!

Efendim, her şey sonsuz ve ıssız bir suyun üzerinde uçan bir kaz olarak sembolize edilen Tengri ile başlıyor. Tengri burada tek başına uçarken suyun altındaki Ak Ana ona "Yarat!" diye ünlüyor. Tengri de kendisine yoldaş olsun diye Er Kişi ya da Erlig diye bilinen varlığı (bildiğimiz insanı) yaratıyor. Daha sonra ondan suyun dibine inip bir parça toprak getirmesini (bazı anlatılarda Tengri sudan bir yıldız çıkarır ve istediği toprak o yıldızın üstündedir) söylüyor. Erlig, yaratıcısının emrettiğini yapıyor yapmasına ama yüzeye çıkarken bir parça toprağı ağzına atıp kendisi için saklıyor. Tengri (kimi zaman Tengri Kayra Han olarak da geçer, ve bildiğimiz Tanrı'dır) toprağa "Büyü!" diyor. Toprak aldığı bu emirle büyürken, Erlig'in ağzındaki parça da "benim neyim eksik!" diyor ve büyümeye başlıyor. Tengri bakıyor ki Erlig'in ağzı gitgide doluyor ve alet boğulup geberecek, ona "Tükür ulan şerefsiz!" diye bir posta fırça kayıyor. Erlig ağzındaki toprağı tükürüyor tükürmesine ama yeni yaratılmış bir arkadaş olarak biraz mahçup oluyor. Ama ve lakin mayasında şerefsizlik var, itlik var, yüzsüzlük var; göründüğü kadar da takmıyor bu durumu. Tengri feci bozuluyor tabii bu duruma, "Kaybol karşımdan bir daha gözüm görmesin seni" diyor. Tengri'nin büyüttüğü toprak bir ada olurken, Erlig'in tükürdüklerinden dağlar meydana geliyor. Tengri adaya gövdesinden dokuz dal çıkan bir çam ağacı dikip onu kendi haline bırakıyor. Bunun ardından on yedi kat göğü yaratıp en tepesine kendisi otururken bir alt kata insanları koruması için yarattığı Ülgen'i (Bay Ülgen ya da Bey Ülgen olarak da bilinir.) yerleştiriyor. İnsanlara pislik yapan öteki oğlu Erlig ise yer altında yarattığı alemde ikamet etmeye başlıyor. En nihayetinde yaradılış meselesi sona eriyor ve Tengri, bu tanrılar apartmanındaki teraslı, dubleks dairesinde sonsuz mavi gökyüzü olarak takılmaya ve yeryüzünü izlemeye devam ediyor.

Ancak bu izleyiş, öyle müdahalesiz bir takılma değil tabii ki. Zira Tengri, insanlara doğuştan bir güç bahşeder. Bir insanda hayatın başlamasına yol açan, insana Süt Gölü'nden (Ak Göl) alınan bir damla ile ruhun verilmesidir. Yakutlara göre, Ayzıt adlı tanrıça, çocuk doğacağı zaman tüm perilerini alır ve yeni doğanın yanına gider. Süt Gölü'nden aldığı bir damla sütü bebeğin ağzına damlatır ve böylece bebeğe ruh verilmiş olur. Altaylılarda ise bu işi Ülgen'in yakını olan Yayık (gülmeyin!) yapar.

Tanrının verdiği enerji sadece bir damla süt ile kalmaz. Zira Tengri, dünyanın yönetilmesini ve iyi ile kötünün savaşımını insanlara kendi gücünden aktararak etkiler. Kam adı verilen şamanlar böyle özel bir güce sahip oldukları gibi, hanlar da idari meşruiyetlerini Tengri'den dolaysız aldıkları bu güce bağlarlar. İşte Gök Tengri'den gelen bu -genel ve özel- yaşam gücüne kut denir! Öyle ki her canlıya değişik türde bir kudret veren bir kut vardır ve bu kanda gizlidir. Bundan dolayı Cengiz Han'ın yasaları gereği hayvanlar kanları akıtılmadan öldürülürler ki kutları boşa gitmesin. Hatta Osmanlı padişahlarının şehzade kardeşlerini katlettirirken yay kirişi veya kayışlar boğularak öldürülmelerinin altında da bu inanış yatmaktadır.

Kut, Çin kültüründe qi, Batı kültüründe spiritus, Hint kültüründe prana, İslamiyet'te nefs olarak andıkları güçtür. Ki yukarıda adı geçen bütün kavramların kelime anlamları nefes iken, 'kut'un nefeste değil kanda olması kimilerimize düşündürücü gelebilir.

Batı uygarlığında nefes ile başlayan bu yaşam gücü tanımı; Antik Yunan'daki bilimsel gelişmelerle dört safra kuramına, ardından Aydınlanma sürecinde bilimin elektrik ve manyetizmayı kavrayacak şekilde gelişmesiyle de enerji temelli kuramlara dönmüştür.

"New age" dinlerinde bio-energy olarak anılan bu yaşam gücüne; Baron Carl von Reichenbach Odin gücü (Odic force), Mesmerism'in kurucusu Franz Anton Mesmer hayvan manyetizması (animal magnetism), Henri Bergson Élan Vital (vital impetus), Wilhelm Reich orgon enerjisi (orgone) demişlerdir. Harold Saxton Burr bunu L-Alanı dediği, her canlıdan yayılan elektomanyetik alanla kuramsallaştırırken; Semyon Davidovich Kirlian, Kirlian fotoğrafçılığı adı verilen bir fotoğraf tekniğiyle belgelemeye çalışmıştır. Modern bilim ise, artık sadece nörolojik model çerçevesinde akson ve dentritlerden, sinapslardan ve nörotransmitterlerden bahseder.

Yukarıda görünen isim ve kavram kalabalığı daha da arttırılabilir sevgili kutsallar. Zira, insanlık tarihi boyunca pek çok uygarlık yaşamın sırrını o ya da bu şekilde çözmeye çalışmıştır. Çünkü ölü bir beden, yaşayan bedenden çok başkadır ve bu değişikliği yaratan nedeni bulmak, öleceğini bilen tek varlık olma varsayımına inanacak olursak, insanlar için kaçınılmazdır. Bir an canlı, kuvvetli, sıcak ve hareketli olan bir varlıkta ne eksilmektedir ki; o cillop gibi bünye bir anda ölü, atıl, soğuk ve hantal bir et yığınına dönüşmektedir. Kut, işte budur! Kut, 21 Gram filmine verilen şamanistik bir yanıttır.

Sözün özü kut denilen candır, canandır, mutluluktur, cilloptur, yerine göre ohşştur. Kut, İslamiyet diye dayatılan Arap kültürü yüzünden unuttuğumuz ve hüsnümübarekleşerek binlerce yıllık ortak bilincimizi yadsımamız sonucunda ancak bayram ve doğum günlerinde anılan basmakalıp bir ifadeye döndürdüğümüz yaşam gücüdür. Bu maddenin başında yer alan mitolojik anlatıyla ilk kez karşılaşanlar olabilir. Orada geçen, Türklerin İslamiyet öncesinde benimsedikleri şamanizmin anlattığı yaradılış öyküsünden başka bir şey değil. Ne çok şeyi unutmuşuz değil mi? Oysa şu belleğini yitirmiş topluma hala İslami yaşam biçimini satmaya çalışan hödükler var, ama sanırım genlerimiz ve bilindışımız şiddetle direniyor!

Öte yandan aranızdan, "Be adam, Arap kültürü bilmemne diye geçirip duruyorsun ama bu sözlüğün başından beri bir sürü Arapça madde açıkladın" diyecek olan tırtlar çıkabilir. Onlara Arapça maddelerin hepsinin de tasavvuf ile ilgili olduğunu, tasavvufun da aslında Arap kültüründen ziyade Hermetik ezoterizm, Budizm ve Şamanizm'e daha yakın durduğunu, ancak Arapça'nın kelimelere özel anlamlar verme konusundaki başarısının yadsınamayacağını söylemek isterim. Sövdürmeyin kendinize!

Netice itibariyle bir maddenin daha sonuna gelmenin tatlı hüznünü yaşarken, KYH Ailesi olarak bundan sonra "bayramınız kutlu olsun" lafını söylerken daha dikkatli olacağınızı ümit ediyor ve sizi Yusuf Has Hacip'in Kutveren Bilgi adlı eserinden bir dizeyle başbaşa bırakıyoruz:

"Kitabın adını Kutadgu Bilig koydum;
Okuyana kutlu olsun ve yol göstersin.
Ben sözümü söyledim ve kitabı yazdım;
Bu kitap her iki dünyayı da tutan bir eldir.
İnsan her iki dünyayı elinde tutarsa mutlu olur;
Bu sözüm doğru ve dürüsttür.
"

Osuruk

Türk malı. İsim

- Kaba konuşmada. Yellenme. Örnek: "Osuruk deyip kaba konuşma da, ne yaparsan yap!"


Pek muhterem okurlar, açıklamanın kısalığından da anlayacağınız üzere yine TDK'ya taktım! Zira adam, osuruğa yellenme demiş ya, girin bakın yellenme maddesine, karşınıza yellenmek işi çıkacak! Hadi yellenmek bir tir diyelim, onu arayınca ne çıkıyor? "Kalın bağırsaktaki gazı çıkarmak, osurmak." Be zat-ı muhterem, bunu baştan söylesen ya!

Efendim, Salvador Dali'nin osuruk çeşitleri üzerine yazdığı risaleyi ciddiye almayıp bir kenara bırakacak olursak; osuruk iki türlüdür: Kokulu ve kokusuz. Her ne kadar kokusuz osuruğun, sessiz osuruk diye de tabir edilen sinsi bir türle geldiği söylense de; gayet sesli ve kokulu osuran bünyelere de rastlandığı olmuştur. Ama ve lakin, burada kendilerini ifşa etmek istemiyorum.

Osuruğun kendisi kadar, lafı bile, memleket dahilinde utanç verici ve ayıp olarak kabul edilir ve müstehzi gülüşlere vesile olur. Ne var ki kimse osuruğun bilimsel açıklamasını merak etmez. İşte o şaşırtıcı, şok edici, osurtucu açıklama şöyledir: Osuruk diye bilinen yellenme, bağırsakların aşağı kısımlarında oluşan gazların (nefes alma ve yeme-içme esnasında içeri kaçan hava ve sindirim sırasında besinlerin parçalanmasıyla bünyeye dahil olan gazlar), anal sfinkterin (büzgeç kaslar) istemli ya da istemsiz olarak rahatlaması sonucu rektum yolu ile dışarı atılmasıdır.

Osuruğu oluşturan gazlar (duruma göre) şöyledir:

* Nitrojen - 20% - 90%
* Hidrojen - 0% - 50%
* Karbon Dioksit - 10% - 30%
* Oksijen - 0% - 10%
* Metan - 0% - 10%


Yukarıda da görüldüğü üzere, osuruk yanıcı olmasına pek bir yanıcıdır. Ancak osuruğu doğalgaz olarak kabul edip tüm memleketi ısıtma projesi, ancak ve ancak gariban öğrenci evlerinde dönen geyiklerle sınırlı kalmaktadır. Zira fizibilite denilen bir kavram var! Herkesin götüne hortum sokup enerji depolamalarını ve evlerini böyle ısıtmalarını bekleyemezsiniz. Bundan dolayı doğalgazı, nasıl üretildiğini hiç sorgulamadan, Rusya'dan alıyoruz!

Ancak osurukla ilgili en önemli mesele, herkese kendi osuruğunun güzel kokmasıdır! Bu nasıl bir megalomani mekanizmasıdır ki bir başkasının osuruğundan kaçarken, kendi osuruğumuzdan keyif alırız? Aranızda, "Yok ağa, ben kendiminkinin kokusunu da sevmiyorum" diye eyyamik bir çıkışta bulunacak insan evladının olduğunu düşünmüyorum bile. Çünkü bu bilgi gerekli saha çalışmasının (odak grup) ardından ortaya çıkmıştır. Harbi olun, şu sözlüğün ciğerini yiyin sayın okuyucular! Korkmayın, utanmayın! Zira Don Juan'ın Öğretileri kitabında Carlos Casteneda'nın bize aktardığı üzere, adı geçen bilge Meksikalı şaman bile; "Osuran beden, yaşayan bedendir!" buyurmuşlardır.

Osuruk maddesi bir türlü bitmez. Bitse de yeniden gelir bizi bulur. Velhasıl-ı kelam, osuruktan tayyare selam söyle o yare vecizesinde de belirtildiği üzere, osuruk uçak olsaydı her iki adıma havaalanı yapmamız gerekirdi. Bu sebeple bu nahoş maddeyi, hoş bir anıyla bitirmek rahatlatıcı olacaktır. Hürmetler!

Anaokulundayken Ilgın adında bir kıza aşıktım, hep onunla vakit geçirir, onun etrafında dolanır dururdum. Öğretmenimizden, sınıftaki diğer çocuklara kadar herkes bu ilgi durumunu bilirdi. Sadece onlar değil, ailelerimiz de bundan haberdardı. Ancak bilmedikleri şuydu: Ilgın'ın osuruk kokusunu seviyordum! Hayatımda bir başkasının osuruğunu (kelimenin düz anlamıyla) sevdiğim ilk ve tek örnek budur. Sanırım Ilgın da bana karşı aynı hisleri besliyordu ki ben osurunca o da kaçmaz, gülerek etrafımda dolanır dururdu. Ancak bu muhteşem günler bir gün sokakta yürürken Ilgın'ın babasıyla karşımdan gelmesiyle bitti. O beni babasına tanıştırırken utancımdan başımı kaldırıp adama bakamamıştım bile. Ne diyebilirdim ki? "Şu altı yaşımdaki halimle kızınıza aşığım, ayrıca osuruğundan tiksinmiyorum -hatta hayranım!" Onun babasıyla karşılaşmak, aramızdaki anal uyuşmaya vurulan bir tür fallik darbeydi. Kastrasyon korkusu böyle bir şey işte; korkular aşkı alıp süpürüyor. Ilgın'la ilkokulda da aynı sınıfta okuduk ama ona karşı ilgim kalmamıştı. Babasıyla karşılaşmadığım başka bir kıza aşık oldum.

Yıllar sonra bir gün genç bir akademisyen adayı olarak, yine benim gibi genç meslekdaşlarımla öğle yemeğine inerken; "Gerçek aşk, bir başkasının osuruk kokusunu sevmektir" lafını bu yüzden ettim. Eğretilemeyi kavrayamayan arkadaşlarım yüzlerini buruşturarak, "Yine ne yumurtluyor bu salak?" ifadesiyle bana boş boş baktılar. "Herkese kendi osuruğu güzel kokar," dedim "hepimiz kendi kusurlarımızı meşrulaştırmak için tonlarca mazeret bulabilir, kolaylıkla kendimizi haklı çıkarabiliriz. Çünkü kendimizi böyle sevmek isteriz. Ancak böyle bir özdeşleşmeyle görmezden gelme becerisini bir başkası için sarf etmeyiz. Oysa bazen bir başkasının varlığı, tüm kusurları ve kötü yanlarıyla kabul edilebilir. Kimi zaman öteki bir varlığı değiştirmek istemeksizin, iyi kötü tüm özellikleriyle benimseyebiliriz; kendimize her daim geçtiğimiz kıyağı bir başka insana da geçebilmektir aşk! Evet, bu çok nadir olur ama olduğunda alınan esrik tadı düşünsenize, o özdeşleme takıntısının şu evrendeki yalnızlık hissini nasıl alıp götürebildiğini..." (Tamam, kelimesine kelimesine böyle söylemedim ama bu minvalde bir tiraddı!)

Evet, bir başka insanın osuruğundan hoşlanabilmenin gerekliliği ve güzelliği üzerine saatler -hatta günlerce- tartışıp kavga edebiliriz.

Ancak ben yine de yüzünüze her bakışımda, yaşantınızın herhangi bir döneminde bir başkasının osuruğunu sevip sevmediğinizi merak ediyorum... Sanırım merak etmeye de devam edeceğim.

Balık

I

- Göt bilimi. Zodyak üzerinde Kova ile Koç arasında yer alan takımyıldızının ve bu takım taklavatın temsil ettiği ağlak, zırlak, duygusal ama bencil olmakla tanınan burcun adı. Örnek:"Hiçbir şeyden çekmedi dünyada / Balık burcundan çektiği kadar / Hatta çirkin yaratıldığından bile / O kadar müteessir değildi..."


II

- "Hayvan!" bilimi. Kılçıklılar familyasından, suda yaşayan, solungaçla nefes aldığı zannedilmesine rağmen bu işi götüyle yapan ve cillop gibi yumurtadan üreyen, türüne göre mangala da buğulamaya da gelen hayvanların genel adı. Örnek:"İnan, Elmadağ'a taşındığımdan bu yanan balık rakı yapamıyorum Cemil abi, çok mağdurum!"


Tamam bütün yiyecekler güzeldir, hoştur, faydalıdır, süperdir. Ancak herkesin yemekten büyük keyif aldığı, "olmazsa olmaz" dediği bir takım keyif besinleri vardır ki onlarla sofrada muhatap olurken faydalarını ya da zararlarını düşünmeyiz. Çünkü onlarla aramızda özel bir tür gönül ilişkisi vardır. Bana yemek yapmayı planlamadığınız sürece sizi ilgilendirmese de, benim En Cillop 5 Yiyecek listem şöyle: Balık, zeytinyağı, kekik, yoğurt, patlıcan (şakşuka hali hariç). Şimdi içinizde zeytinyağı ve kekiği yiyecekten saymayan sivrikafalılar çıkabilir; onlara sadece, "kalbinizi kırdırmayın!" diyeceğim.

Aynı cins balığa boyuna göre bin adet isim verilmesi, bu memlekete Rumlardan miras kalan güzelliklerinden (zira Türkçe olarak bildiğimizi sandığımız balık isimlerinin %90'ı Rumca'dır) birisidir; çünkü Türkler, denizlerde çoğalan bu pre-historik varlıklara bile "derya kuzusu" ismini takarak Orta Asya'nın bozkırlarından gelen bozlak özlemlerini gidermeye bakarlar. Kısaca bu ülkenin ahalisi, genel olarak, balıktan bir bok anlamaz sayın çekbiurfacılar!

Oysa balık tavaya da gelir, mangala da gelir, fırına da gelir... Siz hangi balığı nereye, nasıl çağırmanız gerektiğini bilin, yüze yüze gelirler. Böyle de alık varlıklardır balıklar! Kimi zaman bir lokmaya tamahlarından dolayı, kimi zamansa o kocaman ağlara olan körlüklerinden dolayı yakalanıp tavaya, mangala, fırına oturuverirler.

Balık deyince akla gelen içeceklerden ilki rakıdır. İşin doğrusu rakı, balık denmeden de akla gelen bir içecektir. Sözgelimi, "martı" deseniz aklına rakı gelecek tanıdıklarım var, ne kadar enteresan değil mi? Ancak balık - rakı güzel bir ikilidir. Ne var ki bu şerefsizler birbirleriyle yetinmez her zaman bir orjiye özlem duyarlar: Roka, salata, deniz börülcesi, midye dolma, kalamar, ahpapot salatası, vs. vs.

Balıklarla ilgili önemli noktalardan birisi de, tatlı su ve deniz balıkları arasındaki farktır muhterem mobydickler! Tatlı su balığı, denizde yaşayamaz; deniz balığı ise tatlı suda... Tatlı su balığı tatsızdır, yavandır, tadı tavuktan ayırt edilemez, üstelik bol kılçıklıdır. Oysa deniz balığı, "kendi planktonumu kendim yaptım" dercesine özgür ama beş santimlik aralıkları olan ağa yakalanırcasına salaktır. Ancak bazı insanlar nedense denizde bulduklarını tatlı suların sığlığına atıp yaşatmak isterler. Ve ellerine geçen sadece ölü bir deniz balığı olur. Hayat ne tuhaf amına koyayım, ailecek şaşırıyor ve -bu edepsiz blogtan dolayı- bazen utanıyoruz yeminle!

Bu maddenin sonuna gelirken, içimizden bir ses bu blogun da sonuna yaklaşmakta olduğumuzu söylüyor aziz okuyucular, Rabbim hayırlara vesile etsin. "Göllerde kamış" olmak isteyen Ahmet Haşim'e Orhan Veli'nin verdiği, en az ilki kadar fallik, yanıtla bu maddeyi de bitiriyoruz:


Eskiler alıyorum,
Alıp yıldız yapıyorum.
Musiki ruhun gıdasıdır,
Musikiye bayılıyorum.

Şiir yazıyorum.
Şiir yazıp eskiler alıyorum,
Eskiler verip musikiler alıyorum.

Bir de rakı şişesinde balık olsam!

Miskin

Arapça. Sıfat.

1- Uyum uyum uyuşuk olup kıçını kaldırmayan, kaldırsa da uzun süre boşlukta tutamayan, tembel, gamsız, gayesiz kimse. Örnek: "Oğlunuz zeki ama miskin. Yoksa başladığı sözlüğü bir kaç yüz bin maddeye kadar genişletebilir, TDK'yı saf dışı bırakabilir, zamanla kurumsallaştırdığı sözlüğünü KFHK hâline getirebilirdi. Hanım hanım, sadece uyduruk bir Müşteri İlişkileri Bölümü kurmakla bir sözlük kurumsallaşmaz!"

2- TDK dilinde. Hoş görülemeyecek durumlar karşısında tepki göstermeyen (kimse). Örnek: "TDK'nın Internet sitesindeki Yazım Kılavuzu'nun, kelimenin doğru yazılmadığı durumlarda sonuç vermeyişini kınamamak miskinlik olur. Yahu, kelimenin doğru yazılışını bilsem neden doğrusu nedir diye arayayım? Yazım değil, Yazık Kılavuzu resmen! Buradan TDK'yı bir kez daha uyarmak istiyorum: Oh TDK, süt gibisin bebeğim, diline hastayım! Türk dilinin maharetini tüm dünya öğrenecek değil mi, balım benim! Gel hele yamacıma..."

3- Cüzzam hastalığına tutulmuş olan, cüzzamlı. Örnek: "Çocukken cüzzam kelimesini, cüzdan olarak algılar; 'cüzzamlı' olmanın o kadar da kötü olmadığını düşünürdüm. Cüzi kelimesinin 'küçük' anlamına geldiğini bilmediğimden, fesatça bir şey düşünmem o zamanlar imkânsızdı!"

4- Eskimiş. Âciz, zavallı, gariban. Çelişkili Örnek: "Bu kadar miskin bir durumda olmasam basacağım TDK'nın binasını; 'Ulan,' diyecem 'ikide bir eskimiş eskimiş diyorsunuz. Kelime eskir mi hiç? Ne yani şimdi Türk milleti çok kullandığı için mi eskidi bu kelime? Cüzdanda mı saklasaydık yıpranmaması için! Derdiniz ne lan sizin? Manyak mısınız? Sileceğim yeminle sizi şu sözlük âleminden!'"

5- Yepyeni. Mis gibi, cillop gibi, muhteşem ve muhterem insan evlâdı. Örnek: "KYH'ya çirkin saldırı! Gezen nesneye gezegen, sırıtan insana sırıtkan denilmesi gibi miskin kelimesinin mis olan insan kökünden türediği iddiasında bulunan KYH, bazı TDK sempatizanları tarafından kurşunlandı. Konuyla ilgili olarak bir KYH yetkilisi, 'Türk dilini kökten sarsacak bu açıklama öncesi yapılan saldırı düşündürücüdür' dedi. Saldırı olduğu sırada KYH çalışanlarının 'Banyodan çıkan insan miskin olur' örneği üzerinde çalıştıkları ifade edildi."


TDK'ya neden böyle haşin daldım? Tabiî ki bir nedeni var. Nedensiz sonuç olur mu!

Açıkçası, Türk dilinde yazan (ve hatta ekmeğini de bir şekilde yazarak kazanan) bir insan olarak TDK'nın arama motorundan sıtkımın sıyrıldığını söylemem gerekir. Size Sıtkı'yı getirip bu perişan çocuğun miskin hâlini göstermek isterdim ama kendiniz deneyin isterim. Hey sen, TDK, ayağını denk al! Elimde belgeler var. Bir haftaya kadar açıkladın açıkladın, yoksa haftasonunda ben açıklama yapacağım.

Efendim, miskinliğin bize kötü ve kaçınılması gereken bir özellik olarak gösterilmesi kelimenin yalnızca bir anlamının kullanılmasından kaynaklanan bir hatadır. Miskinlik, itinasız bir şiddetle tembellik kavramıyla karıştırılmaktadır. Zira tembellik maddesinde de açıklandığı üzere tembel, endüstriyel anlamda iş görme eylemine girmek istememeye yönelik bir alışkanlıktır. Oysa, miskinlik bir hastalık, olmadı meşrebibozuk bir varoluş biçimidir. Miskin, ister fabrika ayarlarından olsun isterse insanlığa karşı ümidini kaybettiği için kişiliğine alaycılığı kattığı için, dünyanın hayhuyuna karşı kayıtsızdır. Kolay kolay gaza gelmemesindeki nedeni, Ali'nin de Veli'nin de firavunlaştığını düşünmesidir. Zira beriki gösterişli olsa da güzel değildir,ötekinin ise aydınlıkla alâkası yoktur! İkisi de rant için atışan doğanlardır!

Bundan dolayı miskin (aynen bir cüzzamlı gibi), çıkar için başkalarının gırtlağına yapışmak yerine kendi içine çekilmiş, kendi benlik meselesiyle başbaşa kalmıştır -ki bütün kötülüklerin anasının içki değil nefsine düşkünlük olduğunu anlamanın tek yolu, kendinden başka kavga edecek kimsenin olmamasıdır! Miskinin cüzzamlı anlamını tersyüz edersek, benliğinin hastalığı ve çirkinliğiyle yüzleşip yalnızlaşmış bir insan çıkar karşımıza. Diğerlerinin aksine hastalıklarını saklamak için güzel maskeler tak(a)mamış, iyi makyaj yap(a)mamış, kendisiyle kalmış bir outcast şahsiyetidir.

Yunus Emre bir dizesinde, "Âşık olan miskin olur / Hak yoluna teslim olur" der. İşte kötü ellere geçtiği için tehlikeli bir silah olarak yanlış kullanılan miskin kelimesinin, ailecek nazarımızdaki gerçek
anlamı budur. Miskin, birliğin kokusunu alıp, benlik davası kalkışmayan, Âşık Veysel'in "Sen ağaçsın, biz dalda yaprak" dizesini yürekten hissederek, yaprrraklık yapmayandır. Ancak bundan, miskinin toplumsal olaylara duyarsız ve tepkisiz olduğuy sonucu çıkmasın. Zira Yunus Emre'nin beylikler arasındaki birliği sağlamak için Anadolu'da dolaştığı, Mevlana'nın Moğol komutanlarına posta koyduğu (kendisinin Moğol ajanı iddiasının ne kadar saçma olduğu ayrı bir tartışma konusudur) bilinmektedir.

Neticede miskin mis gibi bir insandır, cilloptur, yerine göre ohşştur. Zira o, CERN'de Büyük Patlama deneyinin yapılacağı günün öncesinde, iş yerinde harıl harıl çalışmak yerine, paşa paşa koltuğuna yayılmış huşu içinde uzanmaktadır. Antik bir maviliği çığırtkan ama kaygısız bir şekilde süsleyen martıların, onun benliğini alıp evrenin içinde kaybedişlerinin tadını çıkarır. Benliksizliğin sonsuz göğünde, martılarla taklalar atan insan evlâdı mis değildir de kim mistir, muhterem mister no'lar? Gönül isterdi ki şu naçiz bünye de uyuzsallıktan ziyade miskinliğe daha yakın duraydı.

Hâl böyle iken bir miskinliğin daha sonuna geldik pek aziz miserable okuyucular. Bu maddeyi miskinlik kavramını en sık kullanan ozan olan Yunus'un bir dizesiyle bitirelim mi? Tamam, bitirelim.

Gel imdi miskin Yunus, tut erenler eteğini,
Cümlesi miskinlikte, yokluk imiş çâresi.

Rüya

Arapça. İsim

1- Uyurken zihnin altında, üstünde, sağında ve solunda beliren görüntülerin, olayların, düşüncelerin, oyunların, dümenlerin bütünü, düş. Örnek: "Rüyamda düşe düşe, Tuba ağacının en üst dalına kadar yükseldiğimi gördüm."

2- Mecaz. Gerçek ol(a)mayan şey, imge, hayal. Örnek: "Aşk, insan kendini uyanık zannederken onu kandıran bir rüyadır. Bundandır ki ondan uyanışın ardından insan kendini ahmak gibi hisseder."

3- Emmeli gömmeli mecaz. Gerçekleşmesi istenen şey, umut. Örnek: "Sen ne kadar dalga geçersen geç, Caponların trip atmayan kadın üreteceklerine dair inancım sürüyor Cemil abi!"

4- Manyaklık. Haddini aşan bir kadın adı. Örnek: "İnsanların çocuklarına Rüya, Zeki, Deha, Muhteşem, Harika, Fantastiş, Ohşş gibi isimler koymalarının altında 'yeminle bunu ben yaptım' gibi kısıtlı ve dar çaplı bir megalomaninin yattığına yönelik ciddi iddialar bulunmaktadır."


Size, "bir zamanlar sırf rüya görmek için uyurdum" desem, aranızdan bir kaç kişi çıkıp, "eee ne var bunda hacı?" diye yanıt verse; ben de, "ulan keranacı, günde 11-12 saat uyuyordum ortalama ve neredeyse tüm öykülerimi gördüğüm rüyalardan yola çıkarak yazdım" desem; ama hayta, "aaa sen öykü de mi yazıyordun, bilmiyordum" diyerek saf saf sırıtsa; ben de o sırada belimde bulduğum kırkbeşliği çıkarıp, "yer misin yemez misin" demek suretiyle böğrüne böğrüne saydırsam; dallama yere düşende içimi birden bir korku sarmaya başlasa ve "lan ne bok yedim ben, şimdi polisler peşimi bırakmaz, ahanda kararttım bir hıyar uğruna misss gibi, cillop gibi hayatımı!" desem de tam bu sırada uyanırversem de hepsinin bir rüya olduğunu anlasam; kaybettiğimi sandığım cüzdanı montun başka bir cebinde bulmuş gibi sevinmez miyim sevgili karabasancılar?

Bence sevinirim. Zira rüyalar, cüzdanınızı -dalgınlıkla(!)- montun alıştığınız cebine değil de başka bir cebine tıkıştırmak gibidir. İlk anda işlerin ters gittiğini düşünüp üçbuçuk atarsınız. Sonra beyin bakar ki kalp atışları hızlanmış, tansiyon artmış, kısaca mevzu sakata sarıyor, "kalk la! şaka şaka oğlum! bak geberip gidecen adam yerine sayacaklar!" edasıyla sizi uyandırıverir. Cüzdanı öteki cepte bulup (bulduktan sonra öteki cebe koyduğunuzu hatırlayıp) rahatlarsınız.

Peki ne mi olmuştur? Beyninizin bazı bölgeleri, bilinci oluşturan cognition(bilişsellik) olmadan ayağa kalkmış, kısaca arkanızdan iş çevirmiştir. Aslında cüzdanı öteki cebe koyan sizin bile isteye emir verdiğiniz eliniz olmamıştır. İçinizdeki bir yerin, sizin emriniz olmadan elinizi yöneterek cüzdanın yerini değiştirdiği fikri benlik denilen kurmacaya vurulan en büyük darbe değildir de nedir pek sevilesi ortak-bilinç-dışı-muzdaripleri?

İşte insanlık tarihinin karanlık(!) zamanlarından bu yana, rüya denilen tuhaflığın ne olduğu hakkında düşünmemizin nedeni de budur: Rüyalar (en keyiflisi bile) insan aklının zayıflığını ve kontrolsüzlüğünü göstermesi açısından korkunçtur! Zira o imgeleri yaratanın, içimizde durduğu halde bilinçli olarak sirayet ve işgal edemediğimiz bir bölge oluşu kadar, o bataklıkta zor durumda kaldığımızda da bizi kurtaranın beynimizdeki bilinçsiz bir koruma şalteri olduğu gerçeği, "ben, ben ve ben" diye dolaşan şerefsiz insan nesli için kocaman bir şaplaktır.

İlkel olarak adlandırılan insanların inandığı animizm (şamanizm, paganizm, şintoizm ve panteizmi içinde barındıran şemsiye bir kavramdır bu), rüyayı doğadaki çeşitli ruhlarla kurulan özel bir iletişim türü olarak görüp ona ruhani bir değer atfetmişlerdir. Bu saçma ve karışık imgeler, insanlığın açıklayamadığı ve açıklayamadıkça kudurduğu, birbirleriyle bağlantılı en büyük iki gizemin çözümünü verirler: Gelecekte günlerde ne olacak? Öldükten sonra ne olacak?

Rüya tabiri olarak anılan külliyatların amacı, karışık, iç içe geçmiş, saçma birer şifre olarak gelen bu imgeleri yorumlayıp geleceğe dair ön görülerde bulunmaktır. Bununla bağlantılı olarak rüya, kimi zaman ruhun bedenden ayrılıp öte alemde dolaşması, kimi zamansa öte alemde olanların ziyarete gelişleridir. Rüyanızda ölmüş dedenizi görmüş iseniz, bu o ruhun sizi çok özlediği için yanına çağırdığı ya da size verecek bir mesajı olduğu için bu şekilde karşınıza çıktığı anlamına gelir. Bu yorumuyla rüyayı, uykuda aracılığıyla ruhlar aleminde online olmak şeklinde düşünsek kim bizi durdurabilir pek kıymetli ruhu şad olasıcalar?

Değişik toplumlarda, öyle ya da böyle, birbirine yakın olan bu anlayışın yıkılması Freud'un bilinçaltı kuramıyla gerçekleşir. Zira Freud'a göre rüyalar, bilinçaltına atarak bastırdığımız duyguların, isteklerin, korkuların bilinç vitesi boşa düştüğünde ortaya çıkmalarından ibarettir. Böylelikle bünyenin gazı alınıp, normal toplumsal ilişkileri sürdürmesi mümkün olabilir. Kafadan çatlaklar içinse rüyalar, aynen bir detektiflik romanındaki gibi, iyi bir şekilde yorumlanıp çatlağın yerinin tespitine yarayan ipuçlarıdır.

Oysa Freud'dan yaklaşık yedi yüzyıl önce Şeyh Bedreddin, Vâridât isimli eserinde (İslamcılar Şeyh Bedreddin'in Sünni kökene sahip ciddi bir İslam hukukçusu olduğunu ve bu eserin onun olmadığını iddia etseler de), düşleri çoğu zaman günlük olayların insan zihninde bıraktığı tortular olarak açıklar ki bu yaklaşım dönemin dünya anlayışına tamamen terstir.

"Bazı kimseler uykularında Resuli Ekrem'i görürler. Ve müşahade ettikleri suretin gerçekten Peygamberin sureti olduğunu sanırlar. Halbuki rüya sahibinin gördüğü şey yine kendisidir. O günlerde herhangi bir sebepten dolayı Peygamberle ilgilendiğinden kendi ruhu Resül'ün kıyafetine girerek uykuda kendisine görünmüştür. Uyuyan kişinin rüya âleminde gördüğü sair suretler de hep bu kabildendir.

Bir adam uyanıklık halinde her kiminle ilgilenir veya hangi şey ile uğraşırsa, uyku halinde iken ruhu alâkalandığı kimsenin veya şeyin suretine girer ve kendisine görünür. Mâna âleminde bazen de kendi durumu rüya sahibine ayan olur.
"(Şeyh Bedreddin, Bezmi Nusret Kaygusuz, İleri Yayınları, 2005)

Şeyh Bedreddin, rüyada Muhammed'i görmeyi panteistik bir yaklaşımın akılcılıkla birleştiği bu bakış açısıyla yorumlar. Ancak bu yaklaşım, panteizmin ilkel halinden oldukça farklı olduğu gibi, Sünni İslam'ın "Rüyada beni görmüşseniz gördüğünüz benimdir, çünkü şeytan benim suretime giremez" meâlindeki hadisinden de ayrılır.

Sözün özü, rüyaların ister ruhlar âlemine yapılan bir yolculuk, ister ipi gevşemiş beynin cüzdanın yerini değiştirmesi, isterse bunların her ikisi birden olduğuna inanın; rüya, algısal olarak uzlaştığımız ve toplumsal olarak alıştığımız gerçekliğin geçici olarak kırıldığı anlardan birisidir. Ya da tam tersi, gerçeklik dediğimiz aslında külliyen içine gömüldüğümüz kaotik ve belirsiz imgeler evreninin bir anlığına durulduğu, geçici bir dengenin ve uzlaşmanın mümkün olduğu bir kırılmadır. Gerçeklik, bütün insanların hissettiği o akışkan deliliğin üst üste bindiği ve her şeyin sabit ve kontrol altında durduğu yanılgısını yarattığı bir an olabilir.

Tüm bunlar bir yana, rüya kelimesinin Türkçe karşılığının düşünmek fiilinin kökü olması sizi de tuhaf ürpertilere itmiyor mu aziz düşlemciler? Peki ya düşün, aynı zamanda, düşmek fiilinin emir kipi oluşuna ne diyeceksiniz? Ha!

Siz buna bir şey demiyorsanız, izninizle Pervane mahlasıyla bilinen Tarsuslu Âşık Sıtkı Baba'nın söylediği, Ali Ekber Çiçek'in Haydar Haydar adıyla derlediği türküye bir göz atmanızı rica edeceğim. Ben de bu esnada bulaşıkları yıkayayım.(Düş ve düşünce dünyasına uçuşun ardından, hayatın gerçeklerine düşmekten kurtulabilmek oldukça düşük bir ihtimale sahip.)


Nura Düş Oldum

Çatılmadan yerin göğün binası
Muallâkta iki nura düş oldum
Birisi Muhammed birisi Ali
Lahmike lahmi de bire düş oldum

Ezdi aşkın şerbetini hoş etti
Birisi doldurdu biri nuş etti
İkisi bir derya olup cuş etti
Lâl ü mercan inci dür’e düş oldum

Ol derya yüzünde gezdim bir zaman
Yoruldu kanadım dedim el’aman
Erişti carıma bir ulu sultan
Şehinşah bakışlı ere düş oldum

Açtı nikabını ol ulu sultan
Yüzünde yeşil ben göründü nişan
Kaf u nun suresin okudum o an
Arş-Kürs binasında yâre düş oldum

Ben Âdem’den evvel çok geldim gittim
Yağmur olup yağdım ot olup bittim
Bülbül olup Firdevs bağında öttüm
Bir zaman gül için hara düş oldum

Âdem ile balçık olup ezildim
Bir noktada dört hurufa yazıldım
Âdem’e can olup Sit’e süzüldüm
Muhabbet şehrinde kâra düş oldum

Mecnun olup Leyla için dolandım
Buldum mahbubumu inandım kandım
Gılmanlar elinden hulle donandım
Dostun visalinde nâra düş oldum

On dört yıl dolandım Pervane’likte
Sıtkı ismin buldum divanelikte
Sundular aşk meyin mestanelikte
Kırkların ceminde dara düş oldum

SITKI’yam çok şükür didare erdim
Aşkın pazarında hak yola girdim
Gerçek âşıklara çok meta verdim
Şimdi Hacı Bektaş Pir’e düş oldum