Rüya

Arapça. İsim

1- Uyurken zihnin altında, üstünde, sağında ve solunda beliren görüntülerin, olayların, düşüncelerin, oyunların, dümenlerin bütünü, düş. Örnek: "Rüyamda düşe düşe, Tuba ağacının en üst dalına kadar yükseldiğimi gördüm."

2- Mecaz. Gerçek ol(a)mayan şey, imge, hayal. Örnek: "Aşk, insan kendini uyanık zannederken onu kandıran bir rüyadır. Bundandır ki ondan uyanışın ardından insan kendini ahmak gibi hisseder."

3- Emmeli gömmeli mecaz. Gerçekleşmesi istenen şey, umut. Örnek: "Sen ne kadar dalga geçersen geç, Caponların trip atmayan kadın üreteceklerine dair inancım sürüyor Cemil abi!"

4- Manyaklık. Haddini aşan bir kadın adı. Örnek: "İnsanların çocuklarına Rüya, Zeki, Deha, Muhteşem, Harika, Fantastiş, Ohşş gibi isimler koymalarının altında 'yeminle bunu ben yaptım' gibi kısıtlı ve dar çaplı bir megalomaninin yattığına yönelik ciddi iddialar bulunmaktadır."


Size, "bir zamanlar sırf rüya görmek için uyurdum" desem, aranızdan bir kaç kişi çıkıp, "eee ne var bunda hacı?" diye yanıt verse; ben de, "ulan keranacı, günde 11-12 saat uyuyordum ortalama ve neredeyse tüm öykülerimi gördüğüm rüyalardan yola çıkarak yazdım" desem; ama hayta, "aaa sen öykü de mi yazıyordun, bilmiyordum" diyerek saf saf sırıtsa; ben de o sırada belimde bulduğum kırkbeşliği çıkarıp, "yer misin yemez misin" demek suretiyle böğrüne böğrüne saydırsam; dallama yere düşende içimi birden bir korku sarmaya başlasa ve "lan ne bok yedim ben, şimdi polisler peşimi bırakmaz, ahanda kararttım bir hıyar uğruna misss gibi, cillop gibi hayatımı!" desem de tam bu sırada uyanırversem de hepsinin bir rüya olduğunu anlasam; kaybettiğimi sandığım cüzdanı montun başka bir cebinde bulmuş gibi sevinmez miyim sevgili karabasancılar?

Bence sevinirim. Zira rüyalar, cüzdanınızı -dalgınlıkla(!)- montun alıştığınız cebine değil de başka bir cebine tıkıştırmak gibidir. İlk anda işlerin ters gittiğini düşünüp üçbuçuk atarsınız. Sonra beyin bakar ki kalp atışları hızlanmış, tansiyon artmış, kısaca mevzu sakata sarıyor, "kalk la! şaka şaka oğlum! bak geberip gidecen adam yerine sayacaklar!" edasıyla sizi uyandırıverir. Cüzdanı öteki cepte bulup (bulduktan sonra öteki cebe koyduğunuzu hatırlayıp) rahatlarsınız.

Peki ne mi olmuştur? Beyninizin bazı bölgeleri, bilinci oluşturan cognition(bilişsellik) olmadan ayağa kalkmış, kısaca arkanızdan iş çevirmiştir. Aslında cüzdanı öteki cebe koyan sizin bile isteye emir verdiğiniz eliniz olmamıştır. İçinizdeki bir yerin, sizin emriniz olmadan elinizi yöneterek cüzdanın yerini değiştirdiği fikri benlik denilen kurmacaya vurulan en büyük darbe değildir de nedir pek sevilesi ortak-bilinç-dışı-muzdaripleri?

İşte insanlık tarihinin karanlık(!) zamanlarından bu yana, rüya denilen tuhaflığın ne olduğu hakkında düşünmemizin nedeni de budur: Rüyalar (en keyiflisi bile) insan aklının zayıflığını ve kontrolsüzlüğünü göstermesi açısından korkunçtur! Zira o imgeleri yaratanın, içimizde durduğu halde bilinçli olarak sirayet ve işgal edemediğimiz bir bölge oluşu kadar, o bataklıkta zor durumda kaldığımızda da bizi kurtaranın beynimizdeki bilinçsiz bir koruma şalteri olduğu gerçeği, "ben, ben ve ben" diye dolaşan şerefsiz insan nesli için kocaman bir şaplaktır.

İlkel olarak adlandırılan insanların inandığı animizm (şamanizm, paganizm, şintoizm ve panteizmi içinde barındıran şemsiye bir kavramdır bu), rüyayı doğadaki çeşitli ruhlarla kurulan özel bir iletişim türü olarak görüp ona ruhani bir değer atfetmişlerdir. Bu saçma ve karışık imgeler, insanlığın açıklayamadığı ve açıklayamadıkça kudurduğu, birbirleriyle bağlantılı en büyük iki gizemin çözümünü verirler: Gelecekte günlerde ne olacak? Öldükten sonra ne olacak?

Rüya tabiri olarak anılan külliyatların amacı, karışık, iç içe geçmiş, saçma birer şifre olarak gelen bu imgeleri yorumlayıp geleceğe dair ön görülerde bulunmaktır. Bununla bağlantılı olarak rüya, kimi zaman ruhun bedenden ayrılıp öte alemde dolaşması, kimi zamansa öte alemde olanların ziyarete gelişleridir. Rüyanızda ölmüş dedenizi görmüş iseniz, bu o ruhun sizi çok özlediği için yanına çağırdığı ya da size verecek bir mesajı olduğu için bu şekilde karşınıza çıktığı anlamına gelir. Bu yorumuyla rüyayı, uykuda aracılığıyla ruhlar aleminde online olmak şeklinde düşünsek kim bizi durdurabilir pek kıymetli ruhu şad olasıcalar?

Değişik toplumlarda, öyle ya da böyle, birbirine yakın olan bu anlayışın yıkılması Freud'un bilinçaltı kuramıyla gerçekleşir. Zira Freud'a göre rüyalar, bilinçaltına atarak bastırdığımız duyguların, isteklerin, korkuların bilinç vitesi boşa düştüğünde ortaya çıkmalarından ibarettir. Böylelikle bünyenin gazı alınıp, normal toplumsal ilişkileri sürdürmesi mümkün olabilir. Kafadan çatlaklar içinse rüyalar, aynen bir detektiflik romanındaki gibi, iyi bir şekilde yorumlanıp çatlağın yerinin tespitine yarayan ipuçlarıdır.

Oysa Freud'dan yaklaşık yedi yüzyıl önce Şeyh Bedreddin, Vâridât isimli eserinde (İslamcılar Şeyh Bedreddin'in Sünni kökene sahip ciddi bir İslam hukukçusu olduğunu ve bu eserin onun olmadığını iddia etseler de), düşleri çoğu zaman günlük olayların insan zihninde bıraktığı tortular olarak açıklar ki bu yaklaşım dönemin dünya anlayışına tamamen terstir.

"Bazı kimseler uykularında Resuli Ekrem'i görürler. Ve müşahade ettikleri suretin gerçekten Peygamberin sureti olduğunu sanırlar. Halbuki rüya sahibinin gördüğü şey yine kendisidir. O günlerde herhangi bir sebepten dolayı Peygamberle ilgilendiğinden kendi ruhu Resül'ün kıyafetine girerek uykuda kendisine görünmüştür. Uyuyan kişinin rüya âleminde gördüğü sair suretler de hep bu kabildendir.

Bir adam uyanıklık halinde her kiminle ilgilenir veya hangi şey ile uğraşırsa, uyku halinde iken ruhu alâkalandığı kimsenin veya şeyin suretine girer ve kendisine görünür. Mâna âleminde bazen de kendi durumu rüya sahibine ayan olur.
"(Şeyh Bedreddin, Bezmi Nusret Kaygusuz, İleri Yayınları, 2005)

Şeyh Bedreddin, rüyada Muhammed'i görmeyi panteistik bir yaklaşımın akılcılıkla birleştiği bu bakış açısıyla yorumlar. Ancak bu yaklaşım, panteizmin ilkel halinden oldukça farklı olduğu gibi, Sünni İslam'ın "Rüyada beni görmüşseniz gördüğünüz benimdir, çünkü şeytan benim suretime giremez" meâlindeki hadisinden de ayrılır.

Sözün özü, rüyaların ister ruhlar âlemine yapılan bir yolculuk, ister ipi gevşemiş beynin cüzdanın yerini değiştirmesi, isterse bunların her ikisi birden olduğuna inanın; rüya, algısal olarak uzlaştığımız ve toplumsal olarak alıştığımız gerçekliğin geçici olarak kırıldığı anlardan birisidir. Ya da tam tersi, gerçeklik dediğimiz aslında külliyen içine gömüldüğümüz kaotik ve belirsiz imgeler evreninin bir anlığına durulduğu, geçici bir dengenin ve uzlaşmanın mümkün olduğu bir kırılmadır. Gerçeklik, bütün insanların hissettiği o akışkan deliliğin üst üste bindiği ve her şeyin sabit ve kontrol altında durduğu yanılgısını yarattığı bir an olabilir.

Tüm bunlar bir yana, rüya kelimesinin Türkçe karşılığının düşünmek fiilinin kökü olması sizi de tuhaf ürpertilere itmiyor mu aziz düşlemciler? Peki ya düşün, aynı zamanda, düşmek fiilinin emir kipi oluşuna ne diyeceksiniz? Ha!

Siz buna bir şey demiyorsanız, izninizle Pervane mahlasıyla bilinen Tarsuslu Âşık Sıtkı Baba'nın söylediği, Ali Ekber Çiçek'in Haydar Haydar adıyla derlediği türküye bir göz atmanızı rica edeceğim. Ben de bu esnada bulaşıkları yıkayayım.(Düş ve düşünce dünyasına uçuşun ardından, hayatın gerçeklerine düşmekten kurtulabilmek oldukça düşük bir ihtimale sahip.)


Nura Düş Oldum

Çatılmadan yerin göğün binası
Muallâkta iki nura düş oldum
Birisi Muhammed birisi Ali
Lahmike lahmi de bire düş oldum

Ezdi aşkın şerbetini hoş etti
Birisi doldurdu biri nuş etti
İkisi bir derya olup cuş etti
Lâl ü mercan inci dür’e düş oldum

Ol derya yüzünde gezdim bir zaman
Yoruldu kanadım dedim el’aman
Erişti carıma bir ulu sultan
Şehinşah bakışlı ere düş oldum

Açtı nikabını ol ulu sultan
Yüzünde yeşil ben göründü nişan
Kaf u nun suresin okudum o an
Arş-Kürs binasında yâre düş oldum

Ben Âdem’den evvel çok geldim gittim
Yağmur olup yağdım ot olup bittim
Bülbül olup Firdevs bağında öttüm
Bir zaman gül için hara düş oldum

Âdem ile balçık olup ezildim
Bir noktada dört hurufa yazıldım
Âdem’e can olup Sit’e süzüldüm
Muhabbet şehrinde kâra düş oldum

Mecnun olup Leyla için dolandım
Buldum mahbubumu inandım kandım
Gılmanlar elinden hulle donandım
Dostun visalinde nâra düş oldum

On dört yıl dolandım Pervane’likte
Sıtkı ismin buldum divanelikte
Sundular aşk meyin mestanelikte
Kırkların ceminde dara düş oldum

SITKI’yam çok şükür didare erdim
Aşkın pazarında hak yola girdim
Gerçek âşıklara çok meta verdim
Şimdi Hacı Bektaş Pir’e düş oldum

Yalnızlık

Türk malı. İsim

1- Yalnız olma, yalnız kalma, yalnız yılma durumu, kimsesizlik, "kimsiniz siz?"lik. Örnek: "Nevroz için kaygı ne ise, tefekkür için de yalnızlık odur!"

2- Ortamda kimsenin bulunmaması, ıssızda kalmak, tenhada pişmek, mal gibi kalmak, ruhun en yalın halinde çekimsiz kalmak. Örnek: "Birden sen gelsen aklıma / Seni unutsam bazı bazı / Meraklansam gizlice / Yanlışlık ömür boyu!"

3- "Yanlışlık" kelimesinin yanlış yazılmış hali. Örnek: "Bazen şu hayattaki yalnızlığım, koskocaman bir yanlışlıkmış gibi geliyor Cemil abi. Sonra seni, yengeyi ve üç çocuğunuzu düşünüyorum, yalnızlığımdan dolayı mutlu oluyorum!"


Cehennemin en güzel ve müstesna bölgesinde geçen kısıtlı bir ricadın ardından, yeniden sizlerle olmanın tatlı hüznünü yaşadığımı ifade etmek isterim pek sayın ananınsiklopedisi okuyucuları!

Beni burada hiç yalnız bırakmadığınız için teşekkür etmek isterdim ama kallavi bir eyyam olurdu bu. Zira içinizden "bu adam yazıyor da ne yer, ne içer, nasıl geçinir, şuna bir tas çorba yapıp götüreyim de içi ısınsın, olmadı bakkaldan iki bira sardırayım, yanına da meze niyetine bir paket tadım tuzlu fıstık alayım da yanına varayım!" diyeniniz çıkmadı.

Güya incommunicado durumundan çıktık çıkmasına, ama hakiki incommunicadonun insanın inzivaya çekildiğinde değil, gündelik hayatını sürdürdüğü yerde başına gelen olduğunu görmüş olduk! (Allah, insanı "kalabalıkta yalnız olmak" klişesini işitmekten korusun.)

Bu durum da bizi yalnızlık hakkında düşünmeye itti.

Yalnızlık, en basit anlamıyla insanın tek başına kalması, en karışık anlamıyla da bir başka varlıkla sembiyotik ilişki içinde bulunmamasıdır. Bu durum kimi zaman bir alışkanlığa dönüşür ve insanlar hayatlarına bir başkasını sokmaktan imtina ettikleri için yalnızlık çekerler, kimi zamansa birileri onlara "sen sevmeye / düşünmeye / takmaya / üzülmeye / kafa yormaya değmezsin" dediği (ya da birilerine bu lafı ettikleri) için tek başlarına kalırlar. Bazen birinci durum ikinciyi doğurur, bazen de ikinci durumdan dolayı birinci durum bir tür meşrulaştırma aracı olarak kendini gösterir. Arada da üçüncü bir durum bu iki durumu saf dışı bırakır, asıl neden olarak ortaya çıkar. Ancak bu karışık gibi görünen durumun aslında tek bir açıklaması vardır: Yalnızlık çekenler, türdeşini bir türlü bulamamış olanlardır! Bir süre sonra da bu umutsuzluk kronik bir hal almaya başlar ve aslında türdeş olabilecek ihtimaller iyi değerlendirilemez. Oysa herkes sadece bir kez yaşıyor muhterem yalnızlar rıhtımı müdavimleri!

Yalnızlık her ne kadar tefekkür için ilk aşama olsa da, uzun süre yalnız kalan ve bunun ağırlığını hisseden insan evladı her daim düşündüğünden, bir süre sonra kendi düşünceleri içine saplanıp kalır. Devamlı kendi düşüncelerini yoğurup büyüttükleri için bir süre sonra bütün evrenin onların düşüncelerinden mürekkep olduğu ve hatta evrenin kendileri için döndüğü hissine kapılabilirler. En sağlam paranoyaklar ve en kallavi delüzyoneller, yalnızların arasından çıkar. Ancak bu kendini önemseme durumu büyüklük kuruntusu şeklinde tezahür edebileceği gibi, tam aksine, değersizlik hissiyle de kendini gösterebilir. Kimi zamansa bu iki rahatsızlığın nöbetleşe etkin oldukları gözlemlenir.

Yalnızlık, delilik midir? Sosyal bir bozukluk mudur? Kader midir? İki yalnız bir doğru eder mi? Nedir bu yalnızlık denilen nane? Neden kalabalıkta iken yalnızlığı, yalnız iken kalabalığı özleriz? İnsan, kendi içinde bile binlerce sese sahipken gerçek anlamda yalnız kalması mümkün müdür? Yalnız geçen bir hayat yanlış geçen bir hayat mıdır? Bu ve bunun gibi soruların yanıtlarını az sonra uzmanımızdan öğreneceğiz sayın okurlar, bizden ayrılmayın! (Klişelerin paradisini yapmak insanı yalnızlaştırır mı, yoksa yalnızlıktan korunma yolu mudur?)

Bugün formatımızda tarihi bir değişiklik yaparak, sözlüğümüze bir konuk davet ettik.

KYH: Öncelikle okuyucularımız sizi tanımak istiyorlar efendim.
Konuk: Hangileri? 40-45 yaşlarında, işinde gücünde, ahlaklı bir beyefendi varsa aralarında tanışmak isterim ben de!
KYH: Öyle değil, aslında sizi tanımak filan istemiyorlar. Sadece yalnızlık konusunda sizi konuk olarak çağırdığımız için, sizin acınası hayatınızı dinleyip kendi durumları için şükretmek istiyorlar. Bundan dolayı sizin zavallı kişiliğinizi ve iç burkucu yalnızlık hikayesini merak ediyorlar.
Konuk: Ha, öyle desenize! Ben Ayla, 40 yaşındayım, armudun sapı üzümün çöpü diye diye kimseleri beğenmedim. Yalnız bir hayat sürüyorum. Çoluğum çocuğum yok. Ama beş tane kedim var. Her ne kadar can yoldaşım olsalar da bazı akşamlar eve girdiğimde, boş duvarlara bakıp bakıp iç geçiriyorum.
KYH: Yalnızlık ile durmadan arıza çıkaran bir insan olmak arasında bir bağ bulunduğundan söz edebilir miyiz? Yani yalnızlıkla uyumsuzluk arasında sizce bir bağ var mı?
Ayla (Adını söylemeden önce Konuk olarak biliyorduk): Aaaa üstüme iyilik sağlık! Sen ne demek istiyorsun ya? Bana geçimsiz mi demek istiyorsun sen! Manyak mı demek istiyorsun! Haa ne demek istiyorsun söyle! Nedir bu agresif tavrın nedeni? Ben buraya konuk olarak görüşlerimi söylemeye geldim, aşağılanmaya değil! Aaaa manyak mıdır nedir ya!!!
KYH: Bunu bir yanıt olarak kabul ediyorum Ayla hanım. Peki, "yalnızlık tanrıya özgüdür" derler. Sizce de yalnız bir hayat yanlış bir hayat mıdır?
Ayla: Bence yanlız bir hayat yanlış bir hayattır! Ayrıca az önceki terbiyesizliğini unutmayacağım! Şu ana kadar bana terbiyesizlik yapan herkesin ağzının payını vermişimdir! Hiçbir şekilde altta kalmam, ne kadar boktan bir adam olduğunu söylerim öyle kol gibi oturuverir laf! Uğraşma benimle!
KYH: Çattık ya... Yalnız olmak isteyen gençlere neler önerirsiniz?
Ayla: Çok çalışsınlar! Çevrelerinden aldıkları tepkileri önemsemeyip bildikleri yolda gitsinler. Ayrıca geldiğimden bu yana bana asıldığını fark etmediğimi zannetme! Sen beni ne zannediyorsun ha! Orospu gibi mi görünüyorum oradan?
KYH: Yok efendim, ne alaka! Olur mu öyle şey! Burada sadece araştırmacı, objektif bir sözlük yapmaya çalışı...
Ayla: Hayır hayır, ben senin gibileri bilirim! Şu ana kadar birlikte olduğum bütün erkekler aldattı beni zaten! Hepiniz aynısınız, Allah belanızı versin e mi!
KYH: Versin amına koyayım...

Incommunicado

İspanyolca. Sıfat

- İletişim araçlarına ya da iletişim hakkına sahip olmayan, diğer insanlardan soyutlanmış, konuşturulmayan ya da konuşmayan -belki de konuşmak istemeyen. Örnek: "Başarılı bir kuşatmanın en önemli bileşenlerinden birisi, kuşatılanların dışarıdan destek almalarına engel olmak üzere incommunicado hallerinin sağlanmasıdır."

Latince communis , kendinden bin farklı kavram türetilerek zengin bir çeşninin ortaya çıkmasına olanak vermiş ilginç bir kelimedir. İngilizce "ortak", "genel", "olağan", "müptezel", "harc-ı âlem", "bayağı", "adi", "sıradan", "evrensel" gibi anlamlara gelen common kelimesinin kökü olmakla kalmaz; "iletişime geçmek", "iletişimde olmak" anlamına gelen communicare'nin de kökünü oluşturur.

Şu filmlerde gördüğümüz, İsa'nın eti-kanı muhabbetiyle papazın inananların ağzına bir parça ekmek soktuğu ayine verilen communion (paylaşmak, ortaklaşmak) da, bu ülkede yaşayanların kafalarına korku dolu bir imge olarak yerleşen communism de aynı etimolojik kökene sahiptir: Communis!

Incommunicado'nun genel kullanımı, bir kişinin ya da grubun başkalarıyla iletişiminin kasıtlı olarak kesilmesi, insanlara bu olanağın verilmemesi yolundadır sayın sanallar! Excommunicado'da (aforoz) kesin olarak cemaatten dışlama durumu var iken, incommunicado, kişinin cemaatiyle bağlantıya geçmesinin engellenmesi demektir ve bunu yapan o cemaatten olmak zorunda değildir.

Ancak incommunicado da, aynen ricat gibi özel bir anlama sahiptir: O da kişinin kendi iradesi ve isteğiyle iletişimden çekilmesi, kimseyle bağlantıya geçmemesi olamaz mı muhterem communicadolar?

10 günlük bir senelik izni (oksimorona bakın), ıssız bir dağ kasabasında kullanmak ve bırakın Internet'i, kimseyle konuşmak istememek sanırım bu özel incommunicado durumuna örnek olarak verilebilir.

Bu sözlüğün okuyucularından fışkıran zekâ parçacıklarına duyduğum hayranlığı ifade ederek maddemizi güzel bir deyişle bitirmek isterim:

Incommunicadosun dediler, kız vermediler!

(Bu kesmediyse Marillion'dan Incommunicado şarkısını tavsiye ederim. Ancak aslında gönlümden geçen, yine aynı grubun Sympathy şarkısını dinlemenizdir. Hiçolmadı, sözlerini okuyun! Sağlıcakla...)

Ricat

Arapça. İsim

1- Vazgeçme, geri çekilme, münzevi olmak için ricada bulunma, beklenmedik bir kroşe karşısında köşeye çekilme. Örnek:"Arada sırada senin de aklından şu keşmekeşi bertaraf edip ricada sığınmak ve ücra bir köşede sessizce yaşamak geçiyor mu Cemil abi?"

2- Askerlik. Gerileme, geri çekilme, geri kaçma, büzüş büzüş olma. Örnek: "Acele ricat, faideden ziyade ziyan getirir."

3- Şekşüel. Erkeğin boşalacağı sırada geri çekilmesi, dışarıya çıkıp spermlerini havalandırması. Örnek: "'Savaşma seviş, ama sevişirken de tam zamanında sıvış!' cümlesinde, hangi fiilin yerine 'ricat etmek' getirilirse cümlenin tadı kaçar? a)Savaşmak b)Sevişmek c)Sıvışmak"


Bruce Lee'nin (aslı Buruş Li'dir) hayatını anlatan Dragon: The Bruce Lee Story filmi, her anı ders alınası muhteşem bir sanat eseridir sayın kaplan pençeleri! Daha yenice başrol oyuncusunun adı konusundaki bir iddiayı kazanmamı sağlayan bir filmde geçen iki laf, şu naçizane sözlüğün yazarını derinden etkilemiştir. Bunlardan ilki, "Hepimiz ebevenylerimizin korkularını miras alıp onları sonraki nesillere aktarıyoruz" ifadesidir ki içinizdeki korkuların kaynağını etraflıca düşünecek olursanız ya anne babalarınızın korkularını kendi bünyenizde yeniden yarattığınızı ya da onların yaptıkları / yapmadıklarından doğduklarını görürsünüz.

Bizi "ricat"a iten (Kelimenin 3.anlamı hariç) ebeveynlerimizin kendi ebeveynlerinden aldıkları korkular ise, şu toplumsallaşma denilen süreç korkuların gelecek nesillere aktarılmasından başka nedir pek sevgili sosyaller? Biyolojik olarak zarar görme korkuları bir yana, bunları örten ve hatta kimi zaman (vatan, millet, ar, namus gibi konularda) ölüm korkusundan bile önemli hale gelen toplumsallığa dair korkularımız olmasa ne halt ederdik? Elâlem ne der -hiç- düşündün mü?

Filmdeki ikinci laf ise bu ilk saptamaya karşı yürünebilecek bir yolu tasvir eder: "No retreat! No surrender!" Yani, "Medet umma ricattan, göte benzersin hicaptan!" Zira ricadın en büyük denyoluğu, ilerlemede başa gelebilecek belâlardan daha fazlasıyla (kurtulma telaşının yol açtığı sakarlıktan dolayı) geriye çekilirken karşılaşma olasılığıdır. Bundan dolayı -kimi zaman- geriye çekilmek ileri gidip savaşmaktan daha tehlikelidir. Tarih, savaşta tedbirsizce yapılan ricat yüzünden toza dönen ordularla doludur.

Ancak, her ne kadar ricat travmatik bir olay karşısında yapılan eylem gibi gözükse de, kimi zaman insanların bütün hayatları, oksimoronun altın ilkeleri uyarınca, sınırları muğlaklaşan geri çekilmeler üzerinden ilerler. Kimisi sevdiğini söylemekten korktuğu için geri çekilir, kimisi sevmediğini söylemekten korktuğu için... Bütün hayatlarını korkular üzerine inşa edenler ise, aslında korktukları sonucu farkına varmadan çağırdıklarını ve korktukları durumun muhakkak başlarına geleceğini bilmezler.

Oysa ricat her zaman yenilgi ve korku hissiyle gerçekleşmez. Ricadın bu özel türünde ıssız bir köşe bulmak, tabiri caizse "kendi içine kaçmak", bir süreliğine çile doldurmak üzere münzevi olmak gerekir. Bu ricat, kendi ruhunu kazanmak için yapılandır. Modern hayat denilen karmaşa içinde, hayatının gidişini aklın soğuk, mesafeli ve öğütücü bakış açısıyla çizemeyen insanlar isteyerek ya da istemeyerek bu tür geriye çekilişler yaşarlar. Kanımca, bu sayede edindikleri görme yetisi, akıl denilen güvenli ama dar yolda kazanılandan kat be kat ötededir.

Öte yandan Romalıların coitus interruptus, Arapların azl, İngilizlerin withdrawal dedikleri geri çekilme ise, kondom ve ertesi-gün-hapları gibi korunma yöntemleri varken ancak ve ancak bir takım salakların uyguladıkları ve hatta bu konuda uzmanlaştıkları bir terbiyesizlik türüdür.

Bu önemli meseleye dikkat çekmek ve için maddemizi, didaktik olduğu kadar nostaljik bir şiirle bitirmeye ne dersiniz muhterem azledilmişler?

Yerli malı yurdun malı,
Herkes kondom kullanmalı.
Ah onlar ne güzel günlerdi,
Anneler kondomları kendileri örerlerdi

Ağustos

Latince. İsim

- Jülyen takvime göre yılın altıncı, Gregoryen takvime göre ise sekizinci ayı . Örnek: "1 Ağustos 2008, 2 Ağustos 2008, 3 Ağustos 2008..."

M.Ö 63 - M.S 14 yılları arasında yaşamış olan Augustus Ceasar, selefi olan Julius Ceasar'dan sonra en bi' kral Roma İmparatoru olarak tarihe geçmiş bir kişiliktir. Öyle ki Jülyen takviminde Quintilis ayını Julius (İngilizce'ye July diye geçmiştir) yapmayı akıl eden Senato, Sextilis (Altıncı) ayının adını, bu ayda ölen Augustus'u yedi iklim dört bucakta, sonsuza kadar yaşatmak için değiştirmiş, bildiğimiz Ağustos yapmıştır.

Augustus, Pax Romana denilen Roma Barışı'nı tesis eden imparatordur. Peki nedir bu Pax Romana? Şudur: Her yeri tamamen fethet, tüm düşmanlarını öldür, taş üstünde taş koyma ki dünyaya barış gelsin! Roma usülüne göre barışı temin etmenin daha farklı bir yolunu beklemek kurda kuzu emanet etmek değildir de nedir sevgili barışseverler?

Bu barışın günümüzdeki uyarlaması, 1898 Amerika- İspanya Savaşı'ndan sonra şekillenen, II. Dünya Savaşı sonunda belirginleşen ve Sovyetlerin yıkılmasıyla gerçekleşen Pax Americana'dır. El Kaide gibi terör örgütleri, bunlara yönelik Terörle Savaş politikaları, Wolfowitz Doktrini, Mezopotamya'ya huzur getirecek Büyük Ortadoğu Projesi, Ilımlı İslam vb. Amerikan İmparatorluğu'nun temini ve bekâsına yönelik fikri, siyasi,ekonomik ve kültürel meşrulaştırma mekanizmalarından başka bir şey değildir.

"Türkiye'deki gündem kafamızı karıştırdı, şöyle bir izahat geçsene" diyen okuyuculara, karşılarına çıkan her gelişmeyi Pax Americana ile ölçmelerini tavsiye ediyoruz. Nasıl mı yapacaksınız bunu? Gündemi meşgul eden bir gelişmeyi alın, kendinize "Bu gelişme Pax Americana'ya yarıyor mu yaramıyor mu?" diye sorun. Sahi, bugün Pax Americana için ne yaptınız sevgili müminler?

Augustus'a dönecek olursak; bir liderin adının şöylesi sıcak aylardan birisine verilmiş olması dünya üzerinde doğmuş ve doğacak bütün kralları, kraliçeleri, başbakanları, yanbakanları, muhtar ve ihtiyar heyetlerini kıskandıracak bir durumdur.

Ancak o kadar da çaresiz değiliz sayın Ağustos böcekleri! Zira bizim de ay adı olma konusunda iddialı, Pax Ottoman desenli, kapı gibi bir başbakanımız var: Recep Tayyip Erdoğan!

Şimdi bu adı böyle, bu konunun içinde görünce irkildiniz değil mi sayın yüzde kırkyedi? Açıkçası benim tüylerim diken diken oldu. Zira şu anda içinde bulunduğumuz ay, Hicri takvime göre recep ayıdır! Yani, onların Augustus'u varsa, Müslümanların da Recep'i var! (Arapça'da Receb diye geçiyor ama olsun)

Peki neden bir adım ileri gidip, "recep, şaban, ramazan" diye anılan mübarek üç ayları "recep, tayyip, erdoğan" olarak anmayalım? Halihazırda Anayasa Mahkemesi kapatma kararı vermemişken, bir kaç gün içinde gireceğimiz şaban ayını tayyip ayına çevirirsek; hem bu ulu kişiliği nesiller boyunca anmış, hem de pis-Pagan-putperest Romalılar'dan intikam almış olmaz mıyız? Bence oluruz. Bu konuda hakkında Pax Americana gözünden bir kez daha düşünün derim.

Önümüzdeki erdoğan ayında, minareler arasına asılan mahyalarda "Hoşgeldin ya erdoğan" ve "11 ayın sultanı erdoğan" yazılarını görmek istediğimizi Diyanet İşleri'ne iletmek istiyoruz. (Diyanet İşleri'ne dilekçe ile mi başvurmak gerekir, yoksa dua ile mi? Ya da daha temeli; Diyanet midir, Din-ayet mi?)

Bu sıcak, tatil ayı maddesini bir fıkrayla bitirmeye ne dersiniz sayın konseyi üyeleri?

Kocadan yana hiç şansı olmadığını söyleyen kadına, oğlu itiraz edince kadın bir "ah" çekip:
"Hiç şansım olmadı ya evladım" der,
"Ali ,Veli, üç de ondan evveli, Recep ,Tayyip, Erdoğan, bir de rahmetli baban. Ah, ah, şu dünyada koca mı gördü anan!"