Arıza






Arapça. İsim

1- Bir sistemin içindeki öğelerden en birinin işlevini yerine getirememesinden kaynaklanan, alışılmış standartların içinde çalışmama ya da külliyen elde patlama hali. Örnek: "Yetiş Eser Usta, blog arıza yaptı, yazı yarıda kaldı! Şaka lan şaka, tumblr'da olan öteki blogtu!"

2- Coğrafya. Şu güzelim dünyanın façasının çeşitli doğa olayları yüzünden çizilmesi sonucu oluşan çöküntü, yumru, engebe. Örnek: "Atlantik Okyanusu'na çakılan 20 km çapındaki uyarı direği, Çin Seddi'nden sonra, dünya üzerinde insan eliyle yapılmış en büyük arıza olarak tarihe geçti, sayın seyirciler."

3- Müzik. Bir notanın sesini yarım ton yükseltmek, alçaltmak veya eski durumuna getirmek için notanın soluna konulan diyez, bemol ve bekar işaretlerinin ortak adı. Örnek: "Notanın sağıyla soluyla o kadar oynarsan arıza çıkar tabii, âmâ deyyus!"

4- Halk dillemesi. Toplumsal uzlaşmaları iplemeyen, kafadan noksan, çılgınımtrak, sosyopatımsı insan evlâdı. Örnek: "Aa Rıza Dayım değil mi bu, birbirine bağlanmış boklu bezleri pencereden aşağı sarkıtan? Dedemden kalan tüm mirası katakulliyle elinden aldıktan sonra, onu polis zoruyla tıktırdığımız düşkünler evinden kaçmaya mı çalışıyor yoksa?"



Siz de bizim gibi, arızanın evrende her şeyin birbiriyle bağlantılı olduğu gösterirken vahdet-i vücud'u tamir eden, bulaşıcı bir bozukluk olduğunu düşünüyor musunuz?

Hele bir düşünün: Bir makinenin kullanımı sırasında, bahsi geçen aygıtın bize vaat edilen ya da alışageldiğimiz işlevlerini gerçekleştirmemesine arıza deriz. Peki makine çalışmazsa ne olur? Cebren ve hile ile aziz evin bütün elektrikleri kesilmiş, bütün contaları gevşemiş, bütün pimapen pencereleri dağıtılmış ve evin her köşesi bilfiil akıyor olabilir. Tabii ki böyle bozukluklar sinirlerimizi de bozar. Arızalanan sinirlerden dolayı tüm alem tersine döner; yediğini içtiğini anlamaz hale gelirsin. İşte evren, arıza aracılığıyla birbirine böyle bağlanır!

Aslında arıza, hiç hesapta olmayan bir bozulma durumu değildir; daha üretim sürecinde hesaplanabilen bir geçerli-işlerlik-süresi ile ilgilidir. Her cıvata gevşemeye, her jilet keskinliğini yitirmeye, her conta erimeye mahkumdur. Çünkü, atomların yapılandırdığı her form, dışarıdan enerji emerek yeni bir form oluşturmak için deforme olmalıdır. Arıza, bu bozulmanın Ayşe Teyze gelmeden önce cırt dediği anda ortaya çıkar. Sonrasında da o beyaz tişörtü yer bezi olarak kullanırız.

Zaten, Özdemir Asaf'ın "Bütün renkler kirleniyordu, birinciliği beyaza verdiler" dizesi, Kanuni Sultan Termodinamik'in, "Olmaya arıza şu cihanda, bir nebze entropi gibi" deyişinin bir devamı niteliğindedir. Evrenin tüm atomları ve başkanın tüm adamları, minimum enerji akışıyla maksimum düzensizliğe meylederler. Kısaca, siz ne kadar taze evham üretirseni üretin, gündelik hayatta tanıdığınız her bir atom arıza yapmaya doğru süratla ilerler; aldığınız her beyaz tişört bir noktada grileşecek ya da yırtılacaktır.

Bu vesile ile, "Evren bozuluyor a dostlar, ben motoru bozmuşum çok mu?" diyerek, halk içinde muteber bir nesne çıkışı yapan fırsatçı ibişleri saygıyla anıyoruz. Ancak bu taifenin içinde evrenin bozulma işini farklı taraflara çekenler de vardır. Behey şaşkın, hadi osuruğunu koklamazdan geldik diyelim, ekolojik sorunları göz ardı etmek için de aynı bahane kullanılır mı yahu!

-Efendim, bu dünyaya insan elinden birşey olmaz!
-Bu dünyanın içine etmenizi haklı çıkarmaz!
-Nereye edeceğidik ki?

Tamam, doğa kartları her zaman yeniden dağıtabilme ve kendi dengesini yeniden kurabilme gücüne sahip. Fakat bunun olabilmesi için ona biraz rahat vermemiz gerekmiyor mu, şuursuz hergele! İki dakika hayvan olun lan! Üzerinde yaşadığımız dünya arızalanırsa ne yapacaksınız? Dünyayı açıp kapamak suretiyle sistemi yeniden mi çalıştıracaksınız? Siz iyisi mi aleti daha fazla kurcalamadan teknik servise telefon edin. Garanti kapsamından çıkmayalım, neme lazım!

Doğal sistemleri makine benzetmesiyle ufalamayı seven insan evlâdı, kendi organizmasına da mekanizma gibi yaklaşıp, yaşadığı herhangi bir hastalığı arıza olarak adlandırır. Peki bunu yapmakta haksız mıdır? Bu lavukluklarla dolu insanlık tarihinin karizmasına atılan bir çizik midir? Her cisim aynı yapı taşından oluşuyorsa, bedenle makine arasında atomik düzeyde "birlik" hali yok mudur? Prostat ya da kemik erimesi, bedenimizdeki beyaz tişörtün cırtlaması mıdır?

Hadi, bilimsel çevrelerce etimolojik görünümlü alfabetik gargara olarak adlandırılan yöntemle bu sorunu açalım:

araz (A.) [ 1 [عرض .işaret, belirti.

arâzî (A.) [ اراضی ] yerler, arazi.

ârız (A.) [ 1 [عارض .engel.

maraz (A.) [ مرض ] hastalık.

marazî (A.) [ مرضی ] hastalıklı.


Bu blogun okuyucularının arsenikli limonata zekâsına sahip olduklarını bildiğimizden,vaziyeti kavrayıp doğru sonucu çıkardıklarından eminiz. (Kavrayın vaziyeti, evet aynen öyle, schön!) Kısaca özetlersek; hem arıza hem de maraz, çeşitli yerlerde ortaya çıkan engellere dair hastalıklı işaretlerdir.

Eldeki bu bilgiye dayanarak tamircilik ile doktorluk arasındaki benzerlikleri inceleyen Kafa Yolları Haritası, aşağıdaki ilginç, ilginç olduğu kadar ürkünç mü ürkünç sonuçlara ulaştı:

1- İki meslek grubu da, hakkında bilgi sahibi olmadığımız bir sorunu gidermekle görevlendirilmişlerdir. Bundan dolayı, arıza ve maraz çaresizlikten beslenen mecburi bir güven doğurur. Bu güven başarısız tamiratla/tedaviyle sonuçlandığında öfke duymamızın nedeni budur.

2- İki meslek grubu da, 1.maddeye istinaden üzerimizden bok gibi para kazanırlar. Bu sebeple bir çift ampülü, elektrikçiler 50, estetik cerrahlar 5000 liraya değiştirirler.

3- İki meslek grubuna da hatalarını kabul ettiremezsiniz.

4- İki meslek grubunun yaptığı tespitlerden emin olmak için en az iki üç uzman dolaşmak gerekir.


Öte yandan arıza, ergen kültüründe önemli bir yeri olan bir toplumsal statü işaretidir. Bir yandan diğer ergenlere uyum sağlamak için onlar gibi olan çömez birey, öte yandan ilgi çekmek ve farklılığını gösterip değer kazanmak için "Abi ben arızanın tekiyim ya!" diyebilir; bunu ispat etmek için anne babasını kesip, öğretmenlerini öldürmek için babasının beylik tabancasıyla okul basabilir. Atarlı gencolara karşı moruklar ayık olsun! (Aa aşkolsun Merve sana! Anne bıçaklanır mı hiç, yavrum? Bak dinliyor mu, hâlâ batırıyor!)

Arızalı ahval ve şerait altında dahi, maddemizi çatır çatır çalışan bir şarkıyla bitirelim mi? Yıllar önce bir müzik kanalında izlediğimiz, ama sonradan bir türlü ulaşamadığımız bir klibi olan bu şahanemsi şarkı, Skinny'den geliyor.


Arızayım

Neden arıza oldum ben hep? (3 kez söyle içten söyle)
Harbiden sebebi ne ola acep?

Kendimle konuşuyorum metrobüs durağında
Sokak iti gibi kaldım şu yağmurun altında
İnanmazsın, yepisyeni tişörtü de cırtlattım;
Cep de, cepken de ezelden delik be, tatlım!

Müphemdir şu sevilesi ağzından dökülen laflar.
Beni üzgün, kayıp ve tembel olarak yaftalar.
Plaklarımı çizip, sonra da tokadı çakıyorsun,
İşte yavrum kalbimi tam da böyle kırıyorsun!

Neden arıza oldum ben hep? (3 kez söyle içten söyle)
Harbiden sebebi ne ola acep?

Saatlerdir nah şu dağınık yataktan çıkmıyorum,
Bugünlerde kendimi hıyar gibi hissediyorum.
Giderken bıraktığın boşluğa kafamı gömdüm
Sütyenini denerken komşu tarafından görüldüm.

Neden arıza oldum ben hep? (3 kez söyle içten söyle)
Harbiden sebebi ne ola acep?




Sürgün


Türkçe
. İsim.


1- Kendi iradesiyle yaptığı bir işten ya da istemsizce bir sürecin parçası olmasından dolayı belli bir yerin dışına sürülmüş kişi, bu eylemin kendisi ve hatta cezalandırılanın yaşamaya başladığı yeni yer. Örnek: "Sürgün olmuş gidiyorsun / Bana veda ediyorsun / Ağlama diyorsun / Ağlamamak elde değil!"

2- Bir bitkinin gövdesinden ya da o bitkinin biat ettiği topraktan çıkan filiz. Örnek: "Bu sene fideler iyi sürgün verdi di mi be, Yoldaş Cugaşvili!"

3- Halk arasında cır cır olmak, motoru bozmak, ötürmek, iç sürmek, amel olmak gibi yaratıcı ifadelerle tanımlanan boşaltım vukuatı, ishal. Örnek: "Cevat Şakir 3 yıllık sürgün cezasının yarısını Bodrum'da, diğer yarısını İstanbul'da çekti. Bodrum'dan İstanbul'a nasıl sağ salim gelebildiği ise günümüz tarihçileri için gizemini hala koruyor."


Sürgün, statükoya yan bakmak suretiyle tehdit oluşturan insan(lar)a, iktidarda olduğu için kendini ülkenin sahibi zannedenler tarafından, "Oğlum sen Almanya'ya git!" lafı eşliğinde verilen "boşaltma emri"dir. Ancak bu durumda yerleştiği yerden ayrılmak zorunda kalan kişi, "Evin de damı akıyordu zaten!" demez; aksine kaybettiği o eve daha çok bağlanır; apartmanın diğer sakinlerine, onu krallar gibi karşılayacak kalabalık eşliğinde, dönüşünün ihtişamını göstermenin yollarını arar. (Bu durum SSK hastanesinde sürgün yaşamaya gönderilen ördekler için geçerli değildir. Onlar şaşalı bir dönüşten çoktan ümidi kesmişlerdir.)

Bu gibi durumlarda kültürümüzün derinliklerinde yatan bilinçdışı bir kabulün ortaya çıkması muhtemeldir. Zira atalarımızın atalarından öğrendiği ve bize öğrettiği, posası çıkana kadar özümsenmiş bilgi, 15.yy'a ait Osmanlı ok yay takımının üstünde kendini gösterir: "Ok gibi doğru olursan yabana atarlar seni / Yay gibi eğri olursan elde tutarlar seni / Ok gibi doğru olursan menzil alırsın / Yay gibi eğri olursan elde kalırsın"

Tarih boyunca sürgün,idam edilemeyecek seviyede korunaklı mahkumlara verilen bir ceza olmuştur. Bazı prensleri, şehzadeleri, politikacıları ve sanatçıları kellelerini kaybetmekten kurtaran, böylesi bir infazın yaratacağı tepkiden doğan çekincedir. (Fakat bu muhterem kişilikleri hapse atmakta bir beis görmedikleri için, kendi çabalarıyla yurt dışına, bir nevi seçmeli sürgüne gidenlerin sayısı da bir hayli fazladır.) Bundan dolayı Osmanlılar Tanzimat Fermanı'nı yazana, bilemedin Avrupa Birliği kriterleri zorlayana kadar idamdan taviz vermemiş; bu kurumsallaşmış linç kültürünün yılmaz kal'ası olmuştur! Biz, güç elimizdeyken kıl olduklarımızı sağa sola sürmektense, defterlerini kısa yoldan dürmekten yanayız, hacı! Zaten sürgün, delikanlı adamı bozar... Ha kendi olanaklarıyla kaçarsa o başka!

Bizim dillerde hal böyleyken; sürgün kelimesi, Avrupa'ya exile şeklinde sığınmıştır. Latince exilium kelimesinden türeyen bu kelimenin kadim bacanağı ise, exire'den filizlendirilen, Latince'de "adam çıkıyor lan hacı" anlamına gelen exit kelimesidir. Günümüzde gençliğin diline iki türlü bulaşmış olan "ex" ise, tüm bu fırlamalığın köküdür. Ex (eks), ekşimiş eski sevgilileri tanımlamak için olduğu kadar, güldürürken düşündürmeyen, uyarırken uyuşturan 'ecstasy'yi kısa yoldan ifade etmek için de kullanılır. Bu kullanımların ilki tıp dilinde, "taze ölmüş hasta" anlamına gelirken; ikinci kullanım, Yunanca "kendi benliğinin sınırlarını aşarak vecd ülkesinin bilinçsiz topraklarına iltica etme" halini ifşa eden 'ekstasis'ten türetilmiştir.

Öte yandan, Batı'nın her zaman Uzakdoğu'da sürgünün yanlış anlaşıldığına dair haklı endişeleri olmuştur. Bu endişeler, sürgün denilen nanenin Japonya'da Milano Moda Haftası'na katılmak olduğu zannının artmasıyla ciddi boyutlara ulaşmıştır.
(Foto: Japonya'nın bizim-oğlan-da-arkadaşlarıyla- şarkı-söylüyor grubu Exile, Japonların sürgün algısı konusunda uygar dünyayı endişeye gark ederken. )

Sözün özü, Kopenhag Kriterleri'ne göre sürgün olan kişi sahneden in(diril)miş; iktidarla ilişiği kesilmiştir. Ancak cillop Türkçemizde durum biraz farklıdır. Sürgün kelimesinin kökeni olan sürmek, pek çok anlamının yanı sıra, herhangi bir durum içinde olmak, piyasaya çıkarmak, olmaya devam etmek, zaman almak gibi anlamları da taşır. Yani, Türkçe sürgüne gönderilmiş insanın işi bitmemiştir; aksine yeni başlamaktadır!

Alın Halikarnas Balıkçısı'nı, (metaforik anlamda) vurun Nazım Hikmet'e!

Eğer Cevat Şakir, İstiklal Mahkemesi Başkanı, Cellat lakaplı Ali Çetinkaya'nın idam isteğine Kılıç Ali'nin, "Bu çocuk temiz de çevresi kötü! Asmayalım da besleyelim bu çocuğu, hatta Bodrum'a gönderelim yahu!" diye karşı çıkması sonucu Bodrum'a sürülmese; Halikarnas Balıkçısı olur muydu? Her ne kadar idamlarıyla ünlü İstiklal Mahkemeleri burada tur operatörü postuna bürünmüş olsa da; Halikarnas Balıkçısı en güzel balıklarını burada tutmuş; en güzel şiirlerini burada yazmış; en güzel diskosunu burada açmıştır!

Netekim, Nazım Hikmet Ran'ı, Nazım yapan da, hapiste geçirdiği yılların ardından askere çağrılıp orada öldürüleceği endişesiyle Sovyetler Birliği'ne kaçması ve burada varlığını saran vatan özlemini şiire dökmesiydi. Sürgün olmasaydı, belki de Nazım'ı Nazım yapan aşkın memleket hali'ni böylesine bilemeyecek; Nazım'ı da "Eh iyi bir şairmiş işte!" diye anacaktık.

Tabii ki tarih boyunca her sürgün yeri Bodrum gibi değildi. Nazım'ın SSCB'den memnuniyetsizliği yaratan dönemin Sovyet lideri Cugaşvili'nin uygulamalarından birisi, Parti'nin kıl kaptığı açık / gizli emperyalizm yandaşlarını Gulag adı verilen çalışma kamplarına sürüyordu. Bu kampların en gözde mekanları, bir kış sporları cenneti olan Sibirya'da bulunuyordu. Buradaki kamplara katılan, şehir hayatının keşmekeşinden bıkmış sürgünler, çiftlik işlerinde çalışıyorlar; donmuş inekten süt sağarak ve bilumum maden işinde çalışarak komünist dünyayı kalkındırma misyonunu yerine getiriyorlardı. (Ancak Soljenitsin adındaki bir hergelenin yazdığı, yalan dolanlarla dolu bir kitap yüzünden aksi bir imaj oluştu; komünizm bir süre insan içine çıkamadı. Adından utan be adam, içinde "sol" var bir de! Oysa kankim Cugaşvili sizin iyiliğinizi düşünüyordu!)

Yukarıdaki örneklerde de göreceğimiz üzere sürgün, maşuğun kaybı anlamına geldiği durumlarda, yaratıcılığı ve mücadele isteğini azdıran bir yaradır. Kendi köklerinden koparılıp uzağa fırlatılanlar menzil alırlar ve yeteri kadar bir dirençle varlıklarını sürdürmeyi başarabilirlerse, hayatta kalma konusunda yerleşik kalanlara göre daha becerikli hale gelirler. Bundan dolayı sürgünün teklisi şairin içli edebiyatına, çoklusu ise diasporanın öfkeli kalayına olanak verir.

Sürgün için en çok tercih edilen yurtdışı destinasyonu ılımlı solcular için Fransa, ateşten sağcılar için Almanya, ısınmış ve soğumuş radikaller için İsveç'tir. Doğu Bloku yıkılmadan önce Polonya'ya ya da Çekoslovakya'ya iltica eden solculara pek rastlanmadığı gibi, Arabistan ya da İran'a kaçan dindarlar da sıkça karşımıza çıkmazlar. Mesela bugün bile "ahlak elden gidiyor" diye çığrınmayı sürdüren, kadim provokatör Mehmet Şevki Eygi bile, 60'larda bir mahkumiyet kararından dolayı kaçtığı Arabistan'a sadece 6 ay dayanabilmiş, ardından soluğu Âlâ-manya'da almıştır. (N'oldu babuş, yemedi mi?)

KYH Ailesi olarak, sürgüne gidilecek yer konusunda Jamaika'yı tercih edeceğimizi söylemekte bir sakınca görmüyoruz. Çünkü Jamaika iklim babında da (yazları sıcak ve nemli, kışları da sıcak ve nemli), insan kalitesi babında da şahane bir beldedir: Devlet daireleri dahil olmak üzere her yer yeşildir; insanlar yeşil giyerler, yeşil yer yeşil içerler, doğal olarak da yeşil sıçarlar. Aynı zamanda, ülkedeki renk körü oranı dünya ortalamasının üzerindedir.


(Foto: Jamaika Göçmenlik Bürosu'nca yapılan seviye belirleme ve yerleştirme sınavı sorusu.Yukarıdaki fotoda sizce baskın renk hangisidir? Doğru yanıt, yeşil olacak. )

Tüm bu coğrafi yer değişikliğinin yanı sıra; bir de sürgünün romantik ve ağlak bir anlamı daha vardır, ama söylesek söylemesek mi diye hala tartışıyoruz!

- Söyleyelim be Cemil Abi, ben çok seviyorum bu metaforik göndermeleri!
- Bunlar ne biçim diller lan? Metaforik falan?
- Niye eziyorsun beni şimdi?
- Oğlum, ağlak edebiyatının pezevenk babasıdır lan, bu sürgün kelimesi! Anası da "gönderme"dir! Sistem hatasını merkeze göndereyim mi?" uyarısıdır oğlum bu edebiyat türü! Doğal seleksiyona selektör yapan bir hergeledir!
- Öyle deme be abi, yararlı kullanımları da var!
- Allah seni nasıl bilirse öyle etsin Danyal!
- Yazacağız di mi abi?
- İyi tamam, girelim hadi!

Günümüzün çok taraftar bulan dinlerinin hepsinin temelinde, dünyanın bir sürgün yeri olduğu fikri yatar. İnsanlar, asıl vatanları olan Cennet'ten kovulmuşlar, bu sürgünden geriye muzaffer şekilde dönmenin yollarını gösteren kurallara uymaya başlamışlardır. Onların ardından gelen Aydınlanma'yı takiben bu cennetten kovulma kavramı, ana rahminden çıkmakla yer değiştirmiş gözükse de aslında tam tersi bir okuma daha akla yatkındır: İnsanlar onları her kötülükten esirgeyen ve bağışlayan ana rahminden çıkıp dünyanın pisliğine bulaşmayı, dinsel mitler aracılığıyla metatorik bir imgeye (büyük bir anlamı ve kocaman bir göndermesi olması bakımından torik) kodlamışlardır.

Heidegger bu sürgünü, "dünyaya fırlatılmışlık" olarak kurgularken; Varoluşçular işin bokunu çıkarmış, "Kah fırlatırım dünyayı kendime, seyreylerim alemi/ Kah fırlatırım kendimi dünyaya, seyreder alem beni" deme cüretini göstermişlerdir.

Ardından yaşanan gelişmeler, sevgilileri tarafından terk edilen duygusal şairlerin, yar koynundan uzakta olmayı sürgün belledikleri -kısmen akrostişli- şiirleri ortaya çıkarsa da; sürgün, yaratıcılığı kışkırtması ve insana verdiği motivasyonun biricikliği açısından önemlidir. Mesela; 1 nümerolu maddede bir kuple örnek verilmiş olan Cengiz Kurtoğlu şarkısında olduğu gibi, Türk Sanat Müziği'ne ya da onun bozulmuş türevlerine ait olan pek çok şarkı sözünde, ana kavramı çaktırmadan sürgün ile değiştirmek mümkündür.

Ancak böyle dalaverelere dalmadan, damardan konuya girelim; Muazzez Abacı sayesinde bilinen ve sözlerinde "cennet" ve "sürgün" kelimelerini yanyana kullanmaktan çekinmeyecek kadar cesur bir şarkıyla bitirelim porogramımızı.

Müslüm Baba'nın BBD adlı albümünde Olsun ile Çok Yalnızım arasında yer alan Vurgun, tüm sevenler ve sevildiğini zannedenler için geliyor:

(Katkılarından ötürü, http://www.kralmuslumcu.com'a teşekkür ediyoruz.)




Hayalet

Arapça. İsim

1- Gerçekte var olmadığına yönelik yaygın bir inanış olduğu hâlde, kafasıkırıklar tarafından görüldüğü iddia edilen hortlak, peri, ruh, cin, Şampiyon Fenerbahçe vb. görüntülere verilen isim. Örnek: "Böyle net bir kelimeyle başlamamız süper oldu Cemil Abi! Neticede hayalet, 'hayali et'tir, di mi? Eki eki!"

2- Birinci maddedekilerin varlığına inananlar dışındaki aklıselim insanların görüp gördüğüne emin olamadıkları şey, gölge, Danyal'ın az sonraki hâli. Örnek: "Hayal et içinden geçir beni / Hayal et / Gözünü yum orada bul"

3- Mejazz. İnce ve zayıf bir bünyeye sahip, üfürsen uçacak insan evlâdı. Örnek: "Miles Davis öylesine hayalet gibi bir borazancıydı ki; çok kuvvetli notaları üflediğinde, kimi zaman bacaklarının geriye doğru havalandığına şahit olunmuştur."




Amerikan filmlerinden, vahşice öldürüldüğü için bu dünyada hesabı yarım kalan, her daim derinden gelen böğürtü sesleri çıkararak masum insanları altları bezsiz yakalayan, beyaz çarşaflı yaratıklara aşinayız. Kimi zaman Casper cillopluğunda (ki bu karakter, bebek yüzünün ve PR ile desteklenen imajının ardında azgın bir sapık, iflah olmaz bir hergele beslemektedir) kimi zaman Poltergeist kıvraklığında temsil edilen "hayaletler", dünyanın kendince ortasındaki pek çok kültürde kendini gösterdiği için, ailemizin psikoanalisti Jung'un arketipleri arasına girmeyi hak ederler.

Hepimizin adını bildiği iki psikoanlistten birisi olan Jung (diğeri Josef Breuer'dir), insanlığın evrensel bir simge üretme mekanizmasına (ortak bilinçdışı) sahip olduğunu, bundan dolayı dünyanın pek çok yerinde benzer sembol ve metaforlara rastlandığını söyler. Her ne kadar bu tespiti tarot kartlarına bakarken yaptığı ve bundan dolayı bazı arketipleri Büyük Kahraman, Yaşlı Bilge Adam, Anaların Anası olarak adlandırdığı iddia edilse de; hayalet kelimesi onun tanımlarına uyduğu için bunu görmezden geleceğiz.

Mesela biz Jung'un yerinde olsak, hayalet arketipine Soluk Turist derdik. Çünkü hayalet, bu dünyaya geçici olarak dönmüş; gezgin ve huzursuz bir ruhtur. Kısaca, zamanında kendisi için babaocağı- anakucağı olan bu evrende artık oynadığı rol, turistliktir. Ancak bildiğimiz turistlerin aksine, hayalet güneşin ışınlarını emmez, soluk kalırlar. (Fotoğraflarda bu yüzden belli belirsiz görünürler.)

Soluk bir turist olarak hayalet, gerçek yaşam alanına değildir; kültürün kulaktan kulağa ya da vizyondan vizyona dolaşan bir öğesi olarak sadece ve sadece temsildir. Mitolojik anlatım seviyesinin orospusu olan hayalet kavramı, o kucaktan bu kucağa atlamada ustalaşmış bir konsomasyon kraliçesidir. (İslamiyet'in yeşerdiği topraklarda, Allah'ın esirgeyiciliğine o kadar inanılır ki ortamda başıboş dolaşan ruhlar yerine, iyi ve kötü cinler vardır. Ölen öldüğü yerde kalır, hayaletin işlevleri cinlere yüklenir Fakat bu durum bizim hayalet arketipiyle tıka basa doldurulmuş olmamızı engellemez.)

Hayaletler farklı bir mantık silsilesine göre hareket etmelerinden ve yaşayanların ahlak kıstaslarından muaf olmalarından dolayı, aslında, anlatıcının başka bir düşünce biçimine dair kurduğu fantazidir. Hayalet, anlatıcının kendi ötekisini nasıl işittiğini ama anlayamadığını, nasıl gördüğünü ama çözemediğini gösterir. Ancak bu, karşılaştığımız hikayelerdeki hayaletleri kendi ahlak yargılarımız uyarınca hizaya çekmemize ket vuramaz. Çünkü hayalet hikayelerinin çoğunluğu adalet kavramıyla ilgilidir. İyi hayalet de kötü hayalet de, dünyada uğradığı haksızlığı kendince telafi etmek için dönmüştür. (Bir de amaçsız hayaletler vardı ki; Holivud film ekibi camiasında bu tür için, 'Hologramı dayayalım, abi de mal mal oradan geçsin, etliye sütlüye karışmasın!' denir.)

Bu yüzden adil hayaletlerin intikam almayı becermeleri bizi mutlu eder. (Lan kanlı canlı adamı öldürüyor orada!) Bu tür ölüm sonrası başarı öykülerinin yaşayanlarda, bir-gün-merdivenden-aşağı-itilip-öldürülürsek-ve-evde-takılı-kalırsak-tez-elden-geri-dönüp-analarını-sikeriz-lan-icabında gibi bir hissiyat uyandırması, adaletin er ya da geç gerçekleşeceğine dair bir temenninin yansımasıdır.



Bu adalet illa ki The Ghost filminde rahmetli (duble anlamda) Patrick Swayze'nin aradığı gibi, hem kötü adamı öldürmek hem de manitayı son kez öpebilmek olmak zorunda değildir. Kimi zaman okey masasında yapılan ruh çağırma seansları bir hayaletin okeye dördüncü olarak masaya teşrif etmesiyle sonuçlanabilir ya da bazı hayaletler okeyde yenilmelerinin intikamını almaya gelebilirler (Bkz. Yukarıdaki foto. Geçen gün kalpten giden Hayrullah Abi'nin hayaleti ve kadrolu yancısı Selim.)

Böyle bir durumla karşılaşırsanız telaşa kapılmayın, asla korkmayın! Zira hem taş çalamadığı hem de elinde okey olsa bile dış atmak için dönüp duracağı için bir hayaletin oyunu bitirme ve hesabı size geçirme şansı oldukça düşüktür. Ne var ki, zaman sıkıntısı çekmediğinden istasyon olarak can sıkması muhtemeldir. Yancı hayaletler ise çay, sigara ve tost tüketemedikleri için çoğunlukla masrafsız olsalar da, "O taş atılır mı ya, babuş!" ve "Dur bak, okey çekecem sana!" şeklinde oyuna karışarak keyif kaçırabilirler.

Tüm bunların yanında hayalet, anasından ak süt gibi emdiği Türk diliyle kelime oyunu yapmayı seven her on kişiden dokuzunun favori kelimelerinden birisidir. Büyük Türk triphophopçusu Gökhan Kırdar Reis'in 2 nümerolü maddede geçen örnek sözlerinde ve kendi halinde takılan İrem kızımızın yanlış anlaşılan şarkısında olduğu gibi hayalet / hayal et ikileminde bolca kullanılmıştır. Sadece bir kez MC Hükümeti isimli bir rapçi kardeşimiz tarafından ereksiyon olamayan bir alkoliğin dramının anlatıldığı "Hay Alet!" isimli şarkıda farklı bir biçimde kullanılsa da, bu teklinin (single) pek başarılı olduğu söylenemez.

Madem öyle, sizi MC Hükümeti'nin kıymeti bilinmemiş şarkı sözüyle başbaşa bırakalım da, aklınız başınıza gelsin!


Hay Alet!

Beş yaşından beri içiyorum ben bu zıkkımı
Uğruna dövdüm, kovdum, boşadım üç karımı
Keyfim gıcır valla ama bi'şey eksik
Yine çok içtim, nafile, kalkmadı sik!
Sözlerim silahımdır, kelimelerim mermi
Mozaik misin bebeğim, yoksa mermer mi?
Performans dipte zaten kafanı kırarım! (Zenci gırtlaklı kız vokal: Kırar!)
Üstüne zehir zemberek rapimi saçarım! (Zenci gırtlaklı kız vokal: Saçar!)
Yarı yolda kodun beni, hay alet!
Halet-i ruhiyemi var sen hayal et!
Maykçek maykçek, oh yeah!
Başlatma maykçekine, MC Hükümetiyim arsızım;
Üstüne üstlük hem beceriksiz, hem iktidarsızım!
Deme bana, her erkeğin başına gelir!
Erkek dediğin zaten yok yere gerinir.
Hayalet olsam alet bu kadar kalkardı! (Zenci gırtlaklı kız vokal: Kalkar!)
En azından yüreğin korkudan hoplardı!(Zenci gırtlaklı kız vokal: Hoplar!)
Yarı yolda kodun beni, hay alet!
Halet-i ruhiyemi var sen hayal et!
Maykçek maykçek, oh yeah!

Dönüş

...

Eylül ayının 2.haftası. Özçağdaş Babil Börek Salonu, Elmadağ.

- Abi, börek salonunda buluşmayı bıraksak!

- Burası benim yeni evim, Danyal! Bunu kabullensen iyi olur. Burası benim için villalı bloglardan, yüzme havuzlu yalılardan, zengin şımarıkların fakir takaları taciz ettikleri sürat teknelerinden daha kutsal bir yer!

- Cemil Abi o değil de, çok dar ve sıcak...

- Bırak bu süslü lafları da, ne istiyorsun onu söyle!

- Blogu kapattığımızdan bu yana binlerce e-posta, mektup ve güvercin geldi abi. Halk şiddetle Kafa Yolları'nı geri istiyor!

- Güvercinler terastaki bitkilere geliyorlardır!

- Taşak geçmeyi bırak abi lütfen ya! Dönmelisin, okuyucu seni istiyor diyorum!

- Hayır Danyal, ben o işleri bırakalı çok oldu! Artık sakin ve huzurlu bir hayat sürüyorum. O sabahlara kadar uykusuz kalıp blog yazmalar, sonra da soluğu pavyonda almalar bitti! Ben bir ölüyüm, Danyal! Anladın mı, ben blog camiası için bir ölüyüm! Hancı, şarap getir!

- HÖ?

- Tamam tamam, ayran getir; ama şarap kadehinde olsun!

- Abi KYH'nin isim hakkını aldım! Hiç bir sorun kalmadı, kafana göre yazabilirsin artık!

- Oğlum, deli misin sen? İnsanlar 'Tükürdüklerini yalıyorlar!' demezler mi?

- İyi de abi; tükürük bizim, dil bizim, kime ne? Tamam sadece ve sadece bir iki kişi 'Açın şu blogu!' demiş olabilir, ama geri kalanların laf edeceğini sanmıyorum!

- Hımmm... Beraber dövdüğümüz martılar hala oradalar mı?

- Evet, aynı yerlerinde seni bekliyorlar! İnanır mısın 'Cemil Abi gelsin de bizi yine dövsün' der gibi bakıyorlar, mahsun mahsun...

- Anlamıyorsun, ben işe yaramaz bir blogçuyum diyorum sana! 2,5 yılın rakamları belli: Sadece 7.506 ilk sefer ziyaretçisi, 11.643 tekil ziyaretçi, 19.574 sayfa görüntülenmesi ve 23 takipçi! Diğer bloglar bu rakama bir yılda ulaşıyorlar!

- Valla abi, rakamlar yalan söylemez, haklısın! O zaman ben başka bir yazar arkadaş arayayım.

- Yuh, hayvan!

- N'oldu abi ya, ne yaptım yine?

- Bu kadar mı çabuk satıyorsun lan!

- Ama abi...

- Sus terbiyesiz! Böreğin ve ayranın parasını öde, gidiyoruz!

- Gidiyor muyuz? Hayırdır abi, nereye?

- Yeniden diriltmemiz gereken bir blog var, Danyal! Artık blog aleminin üzerinde yeni bir hayalet dolaşıyor!

Epitaf

Yeni bir gün doğar, batıp gidenin ardından. Bir insanı gömeriz gözyaşlarıyla; bir başkası yumuk elleriyle hayata tutunurken. Bir düş paramparça olup kumlara karışır. O kumlardan yeni binalar inşa edilir.

Bir bakarsın yere, göğe, suya. "Varım lan!" diye bağırırsın. Ancak bir bakmışlar yok oluvermişsin!

Hiçlikten gelir cümle alem. Yine hiçliğe akar usulca...

Madem KYH öldü, size yenidoğanı takdim edelim:

Şerefsiz Martı bundan böyle emrinize amade!

http://serefsizmarti.tumblr.com/

Kapçık Ağızlı

Trakya ağzı be ya, yetmez mi!

Ayçiçeğini bildin mi? Nah ondan, şu götünü göbeğini yücelten yağ çıkarılırken; çekirdeğin içi alınıverir de, kabukları ayran budalası gibi apaçık kalıverir. İşte özü gittiği halde laf edene, bu duruma istinaden, kapçık ağızlı derler!

Kapçık ağızlı, laflarında belirli bir anlam olmayan, "esas"a dair bir gönderme yapmayan, kısaca boş konuşan dallamalara denilir. Söz söyler ama sözün aslı astarı var mıdır bilinmez. Üstüne üstlük keyif kaçırır, ruh batırır!

Şimdi hal ve gidişat şöyle:

Enis Bey hastanede. Bedeni tedaviye yanıt vermiyormuş.

Cemil Abi'yi kodese attılar. En son don sigara götürdüğümde hapishane anılarını yazmaya başladığını söyledi.

Gülbahar'ın arkadaşlarıyla bir dizi konsere katıldığına dair bir duyum aldım. Doğru mu bilmiyorum, ama şu anda yanımda değil. Uzun bir süre de burada olacağını sanmıyorum. (Harbi olayım, kendisini bir daha göremeyebiliriz.) Eh, her şey tercih meselesi; insan ne zaman, nerede, kiminle olması gerektiğine kendi karar verir. İrade sahibi her canlının kararına saygı duymaktan başka bir seçeneğimiz yok!

Ramiz... Bak o ilginç bir adam. Laz olmamasına rağmen, bu olanlardan etkilenip "Efkarlı günlerime geldi çattı Ramazan" diye diye, rakıya abanıyor. Hayır Güneyli de değil, ama gözleri ağlamaktan Amik Ovası'na dönmüş!

Ben ise, ayıptır söylemesi, bu gece bir delilik deliğine düştüm. Eh, şanımızda "garip" olmak var; elimizden tutan da olmayınca, hızlıca boylayıverdik dibi... "Bir günde delirir mi insan?" diye sormayın; nöronlar kopmaya eğilimliyse, kişi bir anda bile delirebilir! Ayçiçeğinin çekirdeği, kabuktan nasıl çıkıyor da, kabuk kapçık oluyor sanıyorsunuz! (Tabii ki, birdenbire!)

İşi de sanatı da, aşı da aşkı da becerememekten -kısacası kapçık ağızlıktan- muzdarip miyim? Muzdaribim! Öte berimi toplayıp, eşyamı satıp savıp memlekete dönmeyi düşünmüyor muyum? Düşünüyorum valla! Görüyorum ki Enis Bey, Cemil Abi, Gülbahar ve Ramiz olmadan buralarda kalmak istemiyorum; eh, hakkımızda hayırlısı olsun! Yine de bugün yanımızda olan, olmayan herkese bir şekilde hayatlarımıza girdikleri için teşekkürler.

Neyse efendim, KYH Ailesi'nin hali böyle iken; bu saatten sonra ne desem "kapçık ağızlı" olmaktan kurtulamayacağımı anladım.

Bakanlığa dedim ki; "Abi, biz iflas ettik! Bitiğiz!"

Sağolsun, anlayışlı insanlar, beni kırmadılar. "Tamam koçum!" dediler. "Madem öyle indir kepengi, kapat dükkanı!"

Değil mi ki her şey doğar, büyür, ölür; blog dediğin bundan münezzeh bir araç olamaz ve bir vakit ölecektir. Dem, bu demmiş!

Hal böyle iken sevgili ahali, kepengi indirip "Sağlıcakla kalın!" diyoruz.

Bir vakit, bir yerde, yeniden bir araya gelecek olursak... Dert etmeyin, size ulaşırız.

Hepinize iyi delirmeler, kapçık ağızlılar sizi!

Şuursuz





I

Arapça. Sıfat.

- Kendinden geçmiş, duyularının sağladığı farkındalığı kapıda bırakmış, ayılıp bayılmasına rağmen hem gazozsuz hem de limonsuz kalmış insan evladı, bilinçsiz hergele. Örnek: "Alo, ben Gülbahar Çedene, KYH'den arıyorum! Müdürümüz şuursuzlaştı! Öyle değil, kelimenin düz anlamıyla şuursuz, ayol! Sanırım metal zehirlenmesi yaşıyor, lütfen yetişin!"


II

Arapça. Zarf atmaca.

- Duy(u)ları açık olduğu halde ışık vermeyen, deli dana gibi bostana dalıp bostancıdan kötek yiyen, üstüne üstlük bostancıya "Aaa neden vuruyorsun ki manyak!" dediğini zannederken möölediğinin farkında olmayan dana, interaktif hödük. Örnek: "Tamam, Enis Bey şuursuzun teki olabilir; ama adamı yemekhanede kıstırıp, şuurunu kaybedene kadar tabldot tepsisiyle dövmen şüphesiz ki bir takım adli sonuçlara yol açacaktır, Cemil Abi!"



Şuur, insanın içinde yaşadığı evreni (içindeki tüm varlıklar ve onların birbirleriyle bağlantılarını) algılamasını ve anlamlandırmasını sağlayan Öznel Malumat İşleme, Biriktirme ve Uygulama Sistemi'ne (ÖMNİBUS) verilen isimdir.

İnsanlık ilk zamanlardan bu yana ÖMNİBUS'un farkına varmış ve bu sistemin nasıl çalıştığını anlamak için -çok doğal olarak- yine onu kullanmaya kalkmışlardır. Kendi farkındalık sistemine dair farkındalık diye adlandırılan bu metacognition yeteneğini ÖMNİBUS'ün çalışma sistemini açıklamakta kullanan ilk kurum dindir.

Günümüzde de ay ilahi! diye anılan bütün dinler, aşk kadar aklın da kalpte olduğunu iddia etmişler; nöronların keşfini bile ilk başta "nöruyonuz len allahsızlar?" kayıtsızlığıyla karşılamışlardır. Kutsal Kitap'ta fen bilgisi deneyi aramaya meraklı zevat da (Bkz. Kaptan Kusto'yu Müslüman Yapan İhlaslı Yunus Filipır ve Ay Yüzeyinde Beş Minare Beri Gel Armsıtırong Beri Gel) şuurun ikametgahının beyin olduğunun anlaşılmasından sonra "kuantuma taş atma üstüne sıçrar! düsturundan hareketle kozmik şuur ve yarı otomatik akıllı evrim mevzularına yönelmişler; ezelden ebede doğru ve sahih olan inançlarının nasıl olup da yüzyıllarca böyle bir yanlışı terennüm ettiği konusunda sadece "Kısmet yahu!" açıklamasını yapmışlardır.

İngilizce'de şuur (bilinç) ve vicdan (bulunç) kelimelerinin ikiz kardeş kadar birbirlerine benzemelerinin nedeni bu iki kavram arasında, "ikimiz bir ayakkabının görünüşte ayrı düşmüş bağıyız" muhabbetinin olmasıdır. Conscious (Latince kökeni, conscius) kişinin kendi içinde ne bokun döndüğünden haberdar olması şeklinde tanımlanırken, conscientia bu bilme işinin ahlaki farkındalık kısmını oluşturmuşlar; bu ikili her daim çilingir sofrasında sohbette, kah şakalaşır kah ağlaşırken, tasvir edilmişlerdir.

Batı aydınlanmasının şuuru neredeyse varlık nedeni olarak kutsayan "Cogito ergo sum"una (Düşünüyorum, öyleyse varım!) verilen şamar mahiyetindeki Türk yanıtı, "Rumba da rumba, esmer bomba!" (Sefam olsun, oh oh!) oldu. Ne var ki nihayetinde John Locke'un "Kişiliğim ancak şuur kadardır, bundan dolayı ancak şuurlu şekilde yaptığım eylemlerden sorumlu tutulabilirim! Fakat şu siktiğiminin adası da bir yerde kaderimizde var hacı!" (Anlayışına Gurban Olduğumunun İnsan Evladı, 1690) ifadesi, tüm dünyadaki adalet sistemlerinin mizanı haline geldi.

Şuurun merkeziyetine dair Aydınlanma'nın yarattığı güçlü kurgunun yıkılması ancak 20.yy'ı buldu. İlk aşamada Freudçu psikoloji, sonraki aşamalarda da genelde insan anatomisi ve fizyolojisine özelde sinirbilimine dair ortaya çıkan bilgiler, insanların gündelik pratiklerini belirleyen algılama ve karar verme mekanizmalarında şuursuzluk ve tahteşşuur (bilinçaltı) kavramlarının önemini ortaya koydular. Bunun felsefi yansıması ise, şuurun temelini oluşturan öznelliğin özgünlüğünün sorgulanmasına kadar vardı. Hikayeyi daha fazla uzatmayalım (Şu anda ambulansla hastaneye götürülen müdürümüz Enis Bey size, "daha az yazı daha çok resim" sözü vermiş!); cognitive neuroscience (bilişsel sinirbilim ya da ilmî asabiyye eş-şuur) alanının ortaya çıkmasıyla, "şuur mu şuursuzluktan, şuursuzluk mu şuurdan çıkar?" sorusundan kurtulduk. Karşılışında da Xanax icat oldu şuur bozuldu, ama kısmet yahu!

Şuursuz kelimesinin ikinci anlamına gelirsek; bu akli melekeden (Faculty of Mind, School of Neural Firings) görece az nasiplenen insanların diğerlerinin tahtı ('tahteşşuur'da 'taht'ın gerçek anlamını göreyazmıştık) olmaları kaçınılmazlığına inanırız. Bu insanlar yaptıkları budalaca hareketler yüzünden başkaları tarafından hor görülür, aşağılanır, kullanılır ve hatta tabldot tepsisiyle metal zehirlenmesi yaşayana kadar (!) dövülürler. (Aa, küsme ama Gülbaharcığım, şaka yapıyoruz yahu! Senin gibi bir güzelliğe kim şuursuz diyebilir?)

Zira alıkların ve balıkların oltanın ucunda engellenemez bir yükseliş yaşamalarını sağlayan ortak nokta; şuurun önemli bir bölümünü oluşturan akılcılıktan (İngilizce rationality. Kelimenin kökeni olan ratiohalihazırda oran, orana vurma demektir) uzak bir tamah içinde hareket etmeleridir. Bundan dolayı alıkların tamamının şuursuzlardan çıkmasının tesadüf olduğunu söyleyemeyiz.

Ne var ki bu durum, bazı şuursuzların gayet etkin bir içgörüyle (akıl yerine, sezgiyle), şuurlu birileri tarafından sahiplenilme becerisini göstermelerini ve böylece rahat bir yaşantı sürüp, doğal seçilim içinde genlerini bir sonraki kuşağa aktarmalarını yadsımaz.

Bir başka grup şuursuz bünye ise, ya onu kukla olarak kullanan odakların ya da cehaletinden sınırsız hırsı sayesinde iktidar tahtına oturmayı başarırlar ve götleriyle dağ devirmelerini sağlayacak bir güce kavuşurlar. Neticede, kurulduğu anda çivisi çıkmış şu dünyada pek çok zeki ve vicdanlı insanın "yönetici" olamamalarının nedeni, dünyaya hırslı bir atın gözlüklerinden bakan şuursuz ayaktakımının, edepsiz açgözlülüklerini gidermek için çirkefe yatmalarıdır.

Genel gidişat böyle iken, "Kimi zaman şuursuzlaşmak, aklımızın kategorilerinde ufalamaya yeltendiğimiz şu lakayıt evreni başka bir gözle algılamamızı sağlayabilir, ama illa ki sürekli bir mallaşmaya ya da arsızlaşmaya meyletmek gerekmiyor, be hacım!" diyor; sizi efsanevi The Pixies'ın Where is My Mind şarkısıyla (ve tatlı tatlı yaşlanmış halleriyle) başbaşa bırakıyoruz.

Gelecek Bölüm: Kapçık Ağızlı! (Sayın Blog Çaycısı Ramiz İncesarar'ın Himayelerinde...)


Benim Şuurum Nerede Hanım?

Mangalı yak, balığı tıkın, rakıyı çek,
Sonra da kelleüstü atlayıver denize.
Tabii ki kafan patlayacak eşek,
Bilmediğin yerde balıklama senin neyine?
Karpuz gibi yarılmış malzeme,
Açığa çıkmış beyin bile!
Yine de yengeye zırlayacaksın:
Benim şuurum nerede hanım? diye

N'ebleyim, nereye koduysan ordadır bey!
Bi'yol şuracığa denize bakıversene!
Nah işte orada ya, yüzüyor şuurun
Üşüyeceksin şimdi, önce bi' kurun!

Benim şuurum nerede hanım? (Üç kez söyle!)

Yüzüyordum kayınpederin yazlığında, Saros'ta
Kalamarlar nah kafam kadar,
Sinmiş şerefsizler kayaların ardına!
Suda fazla kalmışım, bir haller geldi üstüme;
Balıklarla konuşmaya başlamışım yeminle,
Allah razı olsun kayınço fark etmiş,
Hemencecik dalıp beni kurtarıvermiş!


Benim şuurum nerede hanım? (Üç kez söyle!)




Pixies - Where Is My Mind (Live)
Yükleyen spotless-mind. - Dünyadan haber videoları

La Kayt

Kafa Yolları Haritası yazarları laküyt bir tavır içine girip yıllık izinlerinin bir bölümünü beraber kullanmaya karar verdiklerinden, bu madde için eski bir yazıyı koymak zorunda kaldık.(Tanım bölümünü bendeniz yazdım, aralarda da düzelti yaptım.) Tüm okurlarımızdan özür dileriz. -Müdüriyet


Arapça (Fransızca ya da Hollandaca da olabilir. Benzemiyor diyemeyiz! -Müdüriyet). Sıfat.

(Yok Arapça'yı yatık yapacaktık di mi?)

1- İlgisiz, lökayt, bir yerde umursamaz, hatta itin kopuğun önde giden (Böyle havalı havalı dolaşıyorlar ortamda ağzı açık ayran budalası gibi, baba parası yediklerini bilmiyoruz sanki! Bunlardan vatana millete ne hayır gelir ki! -Beni tanıyorsunuz artık Müdüriyet yazmıyorum.). Örnek: "KYH'nin yazarlarının lakkurt tavırları yüzünden koskoca blog ofisinde sadece ben, sekreter ve çaycı kaldık. Esefle kınıyorum!"

2- Zarf. İpilgisiz, apalakasız bir biçimde (Kanımca biçimsizce!) durmak, bakmak, çay demlemek. Örnek: "O götler dönsünler ofise, bu lakopt hareketlerinin hesabını soracağım! Çok büyük değişiklikler olacak bu blogta, çoook! "


(Şimdi yazımız başlıyor -Enis Bey [İsim kullanmanın daha samimi bir hava yaratacağını düşündüm.])


Genç bir insanın öldüğünü öğrendiğimizde, onun için ihtiyarlara (35+) ayırdığımız üzüntü kotasından daha fazlasını kullanırız. Çünkü nazarımızda o insan, tek jetonluk bu atari salonunda, oyunun tamamını göremeden büyük bir felakete uğramış ve Game Over yazısıyla karşılaşmıştır. Bu durumlarda ölen kişinin çok genç olduğuna hayıflanır, hayatın adaletsizliğinden dem vururuz. (Dem? - Çaycı Ramiz)

Bu adaletsizlik vurgusu bile, başlı başına, hayatın işleyişi hakkında denkliğe dayalı bir mantık güttüğümüzü gösterir. Ne var ki bize göre gayet makul olan bu mantık, temel bir gerçeği göz ardı etmemizden kaynaklanır: Hayatın kendine has bir adalet gündemi yoktur!

"Evren hakkındaki en korkutucu gerçek, onun düşmandan ziyade lakayıt olmasıdır; ancak bu lakayıt durumla yüzleşip, ölümün sınırları içinde hayatın meydan okumalarını kabul edersek, bir tür olarak varoluşumuz özgün bir anlama ve icraya sahip olabilir."

Yukarıdaki satırlar Stanley Kubrick'in Playboy dergisiyle yaptığı bir söyleşiden... (Bu kısımları kestim, çok uzundu. İnsanlar artık kısa yazılar okumak istiyorlar, yoksa dikkatleri dağılıyor ve ilgisizleşiyorlar. Bundan dolayı, üç nokta gördüğünüz yerler kesilmiş demektir.) ...Playboy'un sorusu ise şu: "Hayat bu kadar amaçsızsa sizce yaşamaya değer mi?" (Tövbe de kapçık ağızlı, tövbe de! Günah yazıyor bre! -Çaycı Ramiz)

Kubrick'in orijinal yanıtında lakayıt yerine kullandığı "indifference" ise ... olduğu kadar, ... aşırı sinir bozucu bir ... Türkçe'ye "umursamazlık, ilgisizlik, duygusuzluk, hissizlik, aldırmazlık" olarak çevrilen bu kelimenin sıfat hali ise gerçekten ... (Lan Ramiz ne zaman daldın oğlum sen buraya? Bir daha görmeyeceğim bak!)

Merriam-Webster Sözlüğü, indifferent kelimesini şöyle tanımlıyor:

1- tarafsız olan, önyargısız.
2- a) bir halin/yolun/yöntemin ya da bir diğerinin fark etmemesi. b) bir halin/yolun/yöntemin ya da bir diğerinin öneminin ve değerinin olmaması.
3- a) birşeye karşı özel bir hoşlanma ya da rahatsızlık içinde olmayan. b) birşey için ilgi, şevk ya da umursama hissi duymayan, lakayıt, duygusuz.
4- aşırı ya da az olmayan, ılımlı.
5- a) iyi ya da kötü olmayan, vasat. b) doğru ya da yanlış olmayan.
6- aktif bir özelliği olmayan, nötr.
7- a) farklılaşmamış. b) bir tek yönden fazlasına gelişebilme becerisinin olması, embriyolojik olarak henüz belirlenmemiş.


Kubrick'in sözüne dönecek olursak; yaşamımızın kırılganlığı ve önemsizliği içinde evrenden varoluşumuzu özel bir anlamla donatmasını bekleyemeyiz. Hayatın bize kötü ve acımasız gelen yanı da budur zaten: O, herkese ve herşeye karşı "indifferent" durmaktadır. Canlılığınız ya da mortu çekmişliğiniz, havayı sizin ya da bir başkasının soluması, doktor ya da kaportacı olmanız, Ahmet'le ya da Mehmet'le evlenmeniz, helada kabızlıktan kıvranmanız ya da trafikte sıkışmışken ishal olduğunuzu fark etmeniz; evrenin bir bilinci olmadığına yeteri kadar ikna olmuşsak anlamsız ve önemsiz -kısaca farksızdır.

Kubrick'in ikinci cümlesi ise bu derdin yegane dermanını verir: "Madem evrene karşı ne kokar ne bulaşır tavşan boku kıvamındayız, o zaman bu hakikatle gerçekten yüzleşirsek kendi anlamlarımızı kendimiz yaratabiliriz." Ancak bu anlam yaratma ve onu eyleme dökme işleminin binlerce yöntemi olabileceği düşünülürse, Playboy muhabirinin, "Peki bu yüzleşme biçimleri ve onların ardından yaratılan anlamlar arasında daha anlamlı olanı var mıdır, yoksa bu da 'indifferent' bir durum mudur?" diye sorması çok şık bir manevra olurdu.

Kategorize etmeye çalışacak olursak böyle bir anlam bulma çabasının iki ayağı vardır:

Bu işi entelektüel / sanatsal bir eser aracılığıyla, bir nesne üzerinden yapmak ve aşk yaşamak / çocuk yapmak / dostluk kurmak aracılığıyla, bir özne üzerinden gerçekleştirmek.

...

Her şeyden önce bir eser, ölümlülüğümüzü aşma isteği konusunda en kestirme ve güçlü yoldur. Bu durum; film çekmek, DNA'nın şifresini çözmek için laboratuara kapanmak, roman yazmak, sosyolojik bir araştırma yapmak, tiyatro oyununda oynamak şekillerinde tezahür edebilir. Yaratma becerisi olmasa da dönüştürme gücü açısından, sahibi olduğu şirketi bir numara yapmak, ülkeyi yönetmek, Avrupa'nın yarısını fethetmek de ölümü yenme çabasına yönelik bir "eser" ortaya koymak olarak görülebilir.

Ortaya çıkan eserin "tarihe atılmış bir imza olarak" kalacak olması bir yana, kişisel bağ açısından kendine dönük bir anlam yaratmak ancak ve ancak eseri yaratma süreciyle ilgilidir. O süreç dışında da yaratıcısını ilgilendirmez. Çünkü eser tamamlandığında hem yaratıcısına hem de alıcısına karşı lakayıt durur: Hayatın lakayıt oluşundan kurtulmak için lakayıt bir nesne ortaya koyarsınız. Bu icra, doğasının bu özelliğinden dolayı, kısa süreli ve geçicidir; süreç bitince eserin kendisi de lakayıt olur. (Harbiden ya, Eser isimli bir ahbabım vardı, çok lakıyat bir kerataydı yahu! -Enis [Artık tanıştığımıza göre, birbirimize ismimizle hitap edebiliriz. Samimiyet, işin içine luabalilik karışmıyorsa, güzeldir.]) Bundan ötürü bu yöntemle anlam yaratma; sonu gelmeyen bir rahatlama ve boşluğa düşme döngüsünü getirir. Bilimadamı ya da sanatçı, yarattığı anlam kaçınılmaz olarak elinde parçalanmaya başlayınca yeni bir üretme sürecine girer. (Yeni çay ürettim müdürüm, taptazecik, tavşan kanı! -Süper Çaycı Ramiz)

Oysa bu ayaklardan ikincisi, bir başka özneyle anlam yaratmak yukarıda anılan ilk hale göre daha süreklidir. Bu sürekliliği sağlayan, karşımızda anlam yaratma ihtiyacı duyan bir başka öznenin bulunmasıdır. (Ramiz, bir başka öznesin demem kırarım gururunu! Getir bi' demli çay bakalım!) Bu bütün hadiseyi çetrefilli bir "ilişki" durumuna getirir. Çünkü anlam yaratma süreci bir eser ortaya koymak gibi dar ve tek yönlü bir çerçevede değil, bir başka "irade"nin eşit şekilde için işine girdiği, sonu -eser yaratımındaki ereksellikle kıyaslanamayacak kadar- belirsiz ve uzun vadeye yayılan bir etkileşim halidir. (Ohhhh, mis gibi!)

...

Eserin yaratısına ve alıcısına (okuyucu, izleyici vb.) karşı iradesiz oluşu ilk ayağın ana teması iken, ikincide öteki-öznenin iradesi vardır. İradelerin lakayıt oluşları arasında bir geçişkenlik mümkün ise; bu eserin özneleşmesiyle değil, öznenin lakayıt hale gelmesiyle mümkün olabilir. Sözgelimi; Leyla ile Mecnun hikayesinde, Mecnun'un çöllere düşüp Leyla'dan geçmesi ve onu tanımaması; Mecnun'un iki öznenin işin içinde olduğu bir anlam sürecini yukarıda andığım ilk yönteme çevirmiş olması demektir. Mecnun (Veee Mecnun rolünde, er genç kızın ülyası Ramiiizz!) , Leyla'nın "irade"sini düzleştirerek Leyla'yı nesneleştirmiş ve onun anlam yaratma sürecindeki etkileşim becerisini iptal ederek aşkını bir "eser" haline getirmiştir. (Ben filmini izledim bunun, çok romantikti! -Blog Yazım ve Yayım yardımcısı Gülbahar Çedene)

Bu durum, aşk / çocuk / dostlukla, yani bir diğer özneyle birlikte anlam yaratma çabasının en büyük risklerinden birisidir. Karşımızdakinin iradi desteğini alamadığımız durumda onu nesneleştirip, eylemsiz ve etkisiz bir şekilde (aynen defter arasına konulan gül yaprağı gibi) saklarız. Bu şekilde içinde bulunduğumuz o koskoca anlamsız evrene karşı yaptığımız mücadeleyi asla kaybetmeyeceğimiz, "anlam"ı koruyacağımızı zannederiz. Bundan dolayı ister aşk ister dostluk olsun, her ilişki bir diğer öznenin tanımlanması ve vakumlanarak saklanması tehlikesini barındırır.

Öteki-öznenin anlam yaratma isteği ile uyuşma olduğu durumlarda iki özne birbirlerine karşı lakayıt değillerdir. Etki ve tepki, bir eseri yaratma sürecinde yaratılabilecek anlama göre hareketli, değişken ve belirsizdir. Bir eser, "sonsuza kadar kalma" iddiasıyla özel bir doyum sağlıyorsa; bir özneyle anlam yaratmak da iradelerarası uyumluluğun doyumunu, bir başkasıyla bütünleşmenin keyfini yaratır. Bu bütünleşme, gündelik ikincil ilişkilerden ne kadar farklı ve yoğun ise uyumluluk ve anlam yaratma da o kadar kuvvetli olur...

Burada kastedilen uyumla, her konuda anlaşmak ve iyi geçinmek değil; iki öznenin birbirlerine "bulaşma" istekleri kastedilmektedir. Sözgelimi büyük kavgalar da, her iki taraf da kavga etme isteği duyacak kadar birbirlerine bulaşmışlarsa, aynı uyumluluk içinde değerlendirilebilirler. Fakat taraflardan birisi kavga etmeye yönelmişken, diğeri buna karşı tepki vermiyorsa -yani lakayıt kalıyorsa- bir başka özneyle anlam yaratma çabası yıkılmış, boşa çıkmış demektir...

Kubrick söyleşinin en sonunda şöyle diyor: "Karanlığın büyüklüğüne karşın, kendi ışığımızı sağlamalıyız."

Belki de kendi kendimize yarattığımız bu cılız ışık, şu lakayıt evreni bilebilme yolunda sahip olduğumuz yegane kaynaktır.

...

Sevgili Okurlarımız,

İlk başta yazarlara kızgınlığımdan dolayı sert çıkmış görünebilirim.Aslında yufka yürekli bir insanım, karıncayı bile incitmem! Öyle ki çocukken kurban bayramlarında Kınalı Minnoş'un (her yıl aldığımız koyuna aynı adı verirdim) kesilmesine bile dayanamazdım!

Sözü uzatmayayım, sizinle tanışmış olmaktan dolayı mutluluk duyuyorum. Bu nahoş vesilenin, blogun sahne arkasında olan insanları (Bendeniz Enis Karamalafatoğlu, sekreterimiz Gülbahar Çedene ve çaycımız Ramiz İncesarar) okuyucuyla buluşturmak gibi güzel bir sonuca yol açmasından da ayrıca onur duydum.

Bu maddeyi çaycımız Ramiz'in yoğun ısrarları (ve SGK tehditi) neticesinde bir Trakya türküsüyle bitiriyoruz. Bu türkünün ve 1982 yılbaşının kendisinde önemli anıları varmış.

Esen kalın değerli okuyucularımız.



Garip




Arapça. Sıfat

1- Kimi kimsesi ve neyi neşesi olmayan, ordinaryus zavallı, fahri andavallı. Örnek: "'Ben bir garip keloğlanım/Eşeğimin yok palanı/Varım yoğum doğruluktur/Hiç de sevmem ben yalanı' dizelerinde Keloğlan'ın garipliğinin nedeni aşağıdakilerden hangisidir?"

2- Yabana gitmiş/atılmış ama yabanlaşamamış, kendi kafasına sıçmayı adet edinmiş gurbet kuşu, elgin. Örnek: "Erol Elgin 'Bu mezarda bir garip var' türküsünü yorumlarken de garip bir şirinlikle gülümser miydi acaba?"

3- Normal diye tabir edilen ortalamanın ziyadesiyle dışında yer aldığı için insanda dehşetengiz duyguların doğmasına yol açan, acayip, tuhaf. Örnek: "Bir tuhafiyeciye gidip kuzey ışığı isteyen bir insana neden garip garip bakılır anlamış değilim, Cemil Abi!"

4- Uzun bir şaşkınlık ifadesi. Örnek: "Demek Finlandiya'da bütün ovalara gece Haymına Ovası deniyor ha? Garip!"

5- Dokunaklı, hüzünlü, ağlamcık ağızlı. Örnek: "Hani ıssız bir yoldaaan geçerken, bu mezarda bir garip var, şu mezarda bir garip var, işteeee öyle birşey!"


Bugün gazeteler bir tartışmayı gündeme taşıdılar: Söylenceye göre; Orion takımyıldızında yer alan kırmızı zeballa Betelgeuse yıldızı, enerjisi biten büyük yıldızların başına geldiği üzere bir patlamayla süpernovaya dönüşecek. Bu bombastikleşmenin gerçekleştiği 5-6 haftalık süre boyunca dünya iki güneşe sahipmiş gibi aydınlanacak, dünyanın bazı bölgelerinde aynen kutuplara yakın yerlerde olduğu gibi "beyaz geceler" yaşanırken, bazı bölgelerde de günler 2-3 saat uzayacak.

Bilimkurgu filmlerinin basmakalıp bir araç olarak kullandığı üç beş güneşli gezegenleri gördüğünde manzara karşısında dehşete kapılanlardanız, gariplikle uyarılan garip insanlardan birisi olarak, bu kozmik olay size iyi gelecek; damarlarınızı açacak; nöronlarınızı ateşleyecek; sağda solda "Abi ya çok ilginç değil mi?" diye gereksiz konuşmanızı ve ortamlardan dışlanmanızı sağlayacak demektir.

'Garip' denilen durum, gündelik hayatını normallik uzlaşmasına dayamış insanlara sınırsız olasılıklara sahip evrenin attığı bir şamardır. Görmeye, duymaya, hissetmeye alıştığımız gerçekliğin dışından gelen bu özel durum, kişinin zihin haritasının ölçeğine göre, yaşadığı dehşetin / büyülenmenin şiddetini belirler. Bu sebeple garip, 'gaip'in tam göbeciğindeki "r"yi bularak gıyâbtan kurtulması ve kendini gerçekleşmesidir.

Bu vaziyet ortaya çıkarken o vakte kadar "gerçeklik" adı altında paketlediği deneyimlerden farklı bir durumu kucağında buna şaşkın bünye, bilimsel adı Ne Bok Yiyeceğiz Şimdi Sendromu olan bir belirsizlik dönemi yaşar. Yaşanan bu anormalliğe verilen tepki ise, hayatta kalma içgüdüsünün bir tezahürü olarak, o garipliği fırlatıp atmaktır. Yeniden, bildiği, güvenli sulara dönmeye çabalayan insan evladı bunu başarabilirse, pişkin bir "ya çok garip bir şey oldu!" haline döner. Diğeri seçenek (belirsizliğin uzaması) zaten sarsıcı, tedirgin edici, hatta kimi zamanlar delirticidir. Fiziksel ve ruhsal anlamda güvenli bir barınağı olmayan hayvan, gündelik hayatı için gerekli işlevselliği yerine getiremez; tedirgin bir ruh haliyle, "Lan noluyo lan, sakata gelmeyelim lan!" deyip durduğu için hiçbir işi hakkıyla yapamaz. (Bu yazının kötü oluşunun bahanesini ne de güzel hazırladık değil mi, sayın gündelikçiler?)

Mevzu o değil, ama vaziyetler için geçerli olan bertaraf mekanizmasının, garip olarak adlandırılan insanlar için de işlemesine ne demeli, pek muhterem keloğlanlar?

Bilinen ve kabul edilenin dışında olma hali, çoğu zaman hor görülmeyi, reddedilmeyi, dış(kı)lanmayı -tehdit oluşturmayacak kadar zayıf görülme mevzubahis ise acımayı- getirir. Bunun en kaymaklı örneği diyebileceğimiz, "gariban" kelimesi, Arapça'nın Farsça ek almış şekline denk düşmesi ve zihninde sadece elli kelime dolanan bir toplumun kendilerinden olamayacak kadar tuhaf / tutunamamış bireylere yakıştırdıkları bir ünvan olması itibariyle eğlencelidir. Çünkü bu melezleme kelime, "garip insanlar"a karşı gösterdiğimiz tavrın yekpare olmadığını, daha ziyade güç dengesi ile ilintili olduğunu gösterir.

Kendimizden aşağıda gördüğümüz ve acıma hissiyle yaklaştığımız garip bireylere gariban derken; kendimizden yukarı gördüğümüz garip bireylere saygıyla yaklaşırız. Kendimize denk gördüklerimizi ise, toplumsal kabullerimiz doğrultusunda nush-tekbir-kötek kullanarak yanımıza çekmeye çalışır; başaramazsak cezalandırırız. Kız Ayşe (İstanbul'daki Elmadağ semtinin meşhur, eşcinsel çöp toplayıcısı ve evsizi) garibandır, Zeki Müren idoldür, kendi arkadaşımız/oğlumuz/kardeşimiz ise dayaklık! Eşcinsel şarkıcının yılan dansıyla coşan bahtsız ev kadınları, kendi çevrelerindeki bir insanda görülebilecek bu "garip"liğe, yavşamış silikon dudakları hakkında yorum yaptıkları sanatçıya sergiledikleri anlayışı göstermezler.

Toplumun Üçyüzlülüğü dediğimiz bu kavrama göre; en saftirik bulduğunuz ev kadını bile, nüfusbilimin meşhur normal/anormal eğrisini içselleştirmiş; kendisi gibi "normal" olanın sürekliliğiyle, garip tekil örneklerle kendini gösteren "anormal"in pıtırcıklığı arasındaki ayrımı yapmıştır: Kendi başına gelmediği ve sayısal azınlığı koruduğu sürece garip insanların varlığı tehlikeli değildir. Aksine "normal"in referans noktalarının işaretlenmesi, bu alanın doğrulanması ve sürekli üretilmesi için "garip"in varlığı gereklidir.

Bunun karşılığında "garip", kendisine bırakılan alanın genişliği ve karşısında tehdidin içeriğe göre, varlığını sinerek sürdürme, sanat ya da şiddet aracılığıyla karşı koyma tepkileri verir.

Halihazırda yoğurtsuz bir haydari gibi hissedenler, 27 yaşında dünyadan ayrılan Morrison'ın yazdığı, The Doors'un People Are Strange şarkısında anlatılan garip insanın / garibanın ruh haline aşinadırlar:

Gariptir insanlar hacı, eğer sen garibansan
Sakilleşir suratlar, sapın göze batanıysan
İtilmişsen kaşar gibi görünür bütün hatunlar
Kafan bozuk olduğunda çekilmez olur yollar

Garipsen eğer
Kafana gökten yağmur yerine,
Nah kolum kadar moloz düşer!
Garipsen eğer
Her insan evladı suratına bakıp,
Hiç düşünmeden siktir çeker!
Garipsen eğer
Garipsen eğer
Garipsen eğer


Garip hissetmekle başlayıp, garip olmakla sürdürdüğümüz programımızın sonuna gelmiş bulunuyoruz.

"Vidyo, radyo sıtarını sıttı" düsturunu garip bulan bir neslin temsilcisi olarak, The Doors'tan memleket torpaklarına dönüp, bu maddeyi Edip Akbayram'ın radyo kıvamında bir vidmiyosuyla bitirelim mi?

Yazımda ve yayımda emeği geçen bütün Kafa Yolları Haritası çalışanları adına, garip kalın, garipliklerle kalın diyoruz.

Vicdan

Arapça. İsim

- İnsanı hissettikleri ve yaptıkları hakkında değerlendirme ve yargılama yapmaya iten, böylelikle aynı benlik yatağını paylaşan 'doğru' ile 'yanlış' arasına keskin bir kılıç konmasını sağlayan içsel duygu ve bilgi bütünü, bulunç. Örnek: "Güzel Türkçemizdeki bu muhteşem uyarlamalar bize Bülent Arınç'ın en azından dilsel anlamda 'arınılan' bir insan olduğunu gösteriyor, di mi Emilç Abi?"


Daha önce şerefsiz maddesinde de bahsi geçtiği üzere vicdan, insan evladının içinde -öteki insanlarla kurduğu ilişkiler konusunda- işleyen manuel portakallı bir süreçtir. Bize "doğru"nun ne olduğunu fısıldayan içsesimiz sayesinde diğer insanlarla eşduyum (Empati, empati! Boş yere sözlük karıştırmayın!) içine girer; bu sayede onları üzmemeyi, incitmemeyi, kafalarını yarmamayı başarırız.

Öyle ki uygar insanlar olarak kimi zaman eylemlerimizi, kimi zamansa eyleme dönüşmemiş duygu ve düşüncelerimizi vicdan süzgeçinden geçirir; başkalarına "içimizdeki hayvan"ın posasından arındırılmış cillopesk bir bünye sunmaktan ötürü mest olmuş süperegomuzla, karşımıza yeni dallamalıklar çıkana kadar, huzur içinde yaşarız.

Peki bu süzgeç nereden gelmiştir? Yapısı nedir? Deliklerin büyüklüğü ve aralıkları her insanda aynı mıdır?

Hinduizm'e göre vicdan, balans ayarı karma tarafından yapılan, her yeniden doğuşla gelişen, iyi ve kötüye dair bir bilgidir. İnsanların başına gelen kötü bir olayı karmanın sistemi dengelemesidir; bundan kurtulmanın yolu da önceki tekabülden doğan borcu ödeyip iyi işler yapmaya çalışmaktır. Kısaca bu hayatınızda şanssız bir bedevi iseniz, bir öncekinde vicdansız bir kutup ayısı olmuşsunuz demektir.

Tek hatlı dinlerde ise vicdan, insana hat kullanım bedeli gibi doğduğu anda verilir; hesap kesim tarihinden sonra da genel kuralları ruhban sınıfı tarafından konmuş ilkelere uygun davranıp davranmamanıza göre cezanız kesilir. Avrupa dillerinde vicdanın karşılığı olan conscience ( Latince conscientia: con - "ile" ve scientia - "bilgi"), "insanın kendi içini bilmesi, doğruluk ve ahlak duygusuna sahip olması" anlamına gelir.

Avrupa'nın "doğruyu bilmek" vurgusuna Araplar, "doğruyu bulmak" ile karşılık vermişlerdir. Zira vicdan, Arapça "bulmak" anlamına gelir ve "vecd" (bulma, kalpten perdenin kalkmasıyla Allah'ın varlığına müşahade etme) , "vücud" (varoluş, varoldu, buldu), "vâcid" (Allah'ın 99 isminden biri: Var olan ve her şeyi var eden, istediğini istediği an bulan) ile aynı kökten (v-c-d) türemiştir. Vicdanın sezon finali olan takva ise, "doğruyu bularak kötülüklerden sakınma"yı ifade eder.

Bu noktada Avrupa'nın daha dogmatik ve kesin bir inanışı temsil etmesini (bilmek), Arapların ise daha belirsiz, kişinin kendi çabasına bağlı olanaklara yaslanmasını (bulmak); Avrupalı'nın evine su taşıyacağı çeşmenin köy meydanında olduğunu bilmesine, Araplarınsa çölde su çıkacak yeri bulmak zorunda oluşlarına bağlayabiliriz. Ha, bu yorum doğru olur mu? Olsa ne, olmasa ne; nasılsa suyumuzu şehir şebekesinden alıyoruz!

Aydınlanma'yla beraber vicdan üzerindeki bu "bilinç" ve "bulunç" kavramsallabaştırması, mutlaklığı sorgulanan ama vazgeçilmezliği onaylanan bir bakış açısı kazandı. Her ne kadar, iyi işleyen bir toplum olmak için vicdanın gerekliliğine vurgu yapılsa da; "Hacım, madem bu kadar aydınlandık; kamusal meseleleri yöneticilerin vicdanlarına bırakmayalım" diyenler yüzünden yeni yeni kanun ve kurallar icat edildi. Avrupa'da kamusal alan bireysel vicdandan kurtarıldığı sıralarda Doğu'da geniş çaplı bir akıl kesintisi yaşanıyordu. Bu yüzden Türkiye gibi bu derse iyi çalışamayan ülkeler hala bireylerin vicdanlarındaki "asıp kesme"lerle yönetiliyorlar. Kaldı ki demokrasi, oy kullanarak temsilci seçmek değil; kamusal alanın külliyen o temsilcilerin vicdanlarına terk edilmemesi, yani her toplumsal sınıftan insanın özgürlüklerinin garanti altına alındığı bir sözleşmenin yapılması ve sürdürülmesidir. (Lan tartışma programı lafı oldu yeminle, tü tü tü!)

Vicdan meselesine daha nesnel gözle bakanlar da olmadı değil! İnci dedesi kılıklı Darwin, her zaman yaptığı üzere vicdan konusunda da bütün insanlığı rahatsız edecek derecede geçerli tespitlerde bulundu. Buna göre, insanların içgüdüleriyle, içlerinde bulundukları ailenin, cemaatin ya da toplumun çıkarlarının çatışması uzun vadede türün devamına zarar verecektir. Bu nedenle içinde bulunduğumuz topluluk için kötü olanı baskılar, içimizde onun varolmasından dolayı utanç ve suçluluk duyarız. Vicdan tam da bu topluluk otobanında, öteki insanlarda bize yönelik bir korku ya da ayıplama oluşturmamak için ortaya çıkan hız tümseği, bizim de kimi zaman yaya olduğumuzu hatırlatan eşduyum uyarı levhasıdır. Darwin'e göre, "vicdan duygusundan yoksun olan insanların (psikopatlar, sosyopatlar, narsistler) sık sık 'kötü' işler yapmalarının nedeni budur."

Darwin vicdansızların diğer insanlara neden daha çekici geldiklerini açıkladı mı bilmiyoruz, ama sinema tarihindeki en karizmatik vicdansızların Orson Welles'in canlandırdığı karakterlerden çıktığı söylemek gerekir. Sözgelimi, Üçüncü Adam filminde Welles, II.Dünya Savaşı sırasında ticaretini yaptığı çakma penisilin yüzünden insanların ölmesine yol açan; bu yüzden de güvenlik kuvvetleri ve Viyana Filarmoni Orkestrası'ndan fellik fellik kaçmak zorunda kalan gizemli bir göt (Harry Lime) rolündedir. Cümle alem onun öldüğünü zannederken, Lime durumu çakozlayan eski bir arkadaşıyla (Martins) bir lunaparkta buluşur. Bindikleri dönmedolap yükseldikçe aşağıdaki insanlar daha küçük, ikilinin muhabbeti ise daha büyük görünmeye başlar.

Martins: Kurbanlarını hiç gördün mü?
Lime: Bu tür işlerde iyi olmadığımı bilirsin. Kurbanlar? Bu kadar arabesk olma! Aşağıya bak ve söyle bakalım, bu önemsiz noktalardan herhangi birinin sonsuza dek durmasına harbiden üzülür müydün? Duran her nokta için sana yirmi bin gayme önerseydim moruk, bak harbi ol, paramla seni satın alamayacağımı mı söylerdin, yoksa kaç noktayı harcayabileceğinin hesabını mı yapmaya başlardın? Gelir vergisinden muaf, moruk! Gelir vergisinden muaf -bugünlerde para biriktirmenin tek yolu da bu zaten!

KYH bir yazıya ilk kez video alıyor; hatta bununla da kalmıyor, İngilizcesi pek iyi olmayan ama İspanyolca öğrenmeye çalışan okurlar için, videoyu İspanyolca altyazılı yayınlıyor!; siz aşağıdaki videodan, meşhur 'guguk kuşu' tiradının da olduğu bu sahneyi izlerken, biz de yarım kaldığımız muhasebemize devam edelim.

[Youtube açamayanlar buradan da izleyebilirler. Film çok sararsa tamamı nah burada]




Nasıl iyi mi?

Dikkat buyurursanız; Harry Lime karakteri yaptıkları için hiçbir suçluluk duymayan, "Valla şeytana uydum abi!" yalanına sığınmayacak kadar kötülüğüyle barışık bir insandır. Bu sahnede göremediğiniz ise, Lime'in filmin esas kızına (Anna Schmidt) duyduğu ilgi yüzünden, yukarıda anılan kişilik bozukluklarının emaresi bir nümerolu olan hissizliği (apati) taşıyıp taşımadığı sorusudur. Ancak bu sorunun yanıtı ne olursa olsun, Lime karakteri süzgeçsizdir!

Bu gruplar dışında kalan insanlar ise deliklerin büyüklüğüne ve çay servisi yapma sıklığına göre, tıkanan ve temizlenmesi gereken süzgeçleri taşırlar ve arada bir vicdan muhasebesi yaparlar. Aranızda "İyi güzel de aga, vicdan muhasebesi nasıl yapılır bilmiyorum!" diyen kaçışlı bünyelere, bir muhasebe yapmak için öncelikle işletme sahibi olmak gerektiği söylenebilir. Neticede "Benim dükkanım yok, götürü usul çalışıyorum, denk geleni götürürüm!" türünden bayat bir espriyle karşılık verecekseniz, gelir - gider hesabı yapmanız mümkün değildir.

Bir maddeyi daha eda etmenin vicdanı rahatlığını yaşayan Kafa Yolları Haritası, siz değerli okuyucularına şokellalı top model kıvamında bir kıyak yapıyor: "Vicdan testisi, benlik yolunda kırılır" diyerek, size evde çözebileceğiniz ve kendi başınıza başka konularla ("Sıraya kaynak yapmak", "Eşinizi/sevgilinizi aldatmak", "Bir arkadaşınıza olan borcunuzu ödememek" vb.) çeşitlendirebileceğiz bir test sunuyor.


Vicdan Testisi

İsrail güçlerinin, Filistinliler'e yardım malzemesi götüren Mavi Marmara'ya yaptıkları saldırıyı ve 9 kişiyi öldürmelerini düşünün. Ardından denklemde küçük bir yer değişikliği yaparak Filistinlilerin Yahudi, İsrail'in de Müslüman olduğunu varsayın: Gazze'nin patronu, faşizan bir Müslüman devlet ve oraya sıkıştırılmış halk ise İsrailliler olsa...

1- Yine de böyle bir organizasyon düzenler miydiniz? O gemiye binip yardıma gider miydiniz? (Organizasyonlu Soru)

2- Bu eylemi hala terörist bir eylem olarak kınar mıydınız? (Mutedilli Soru)

3- Bölgede İslami örgütlerinin gerçekleştirdiği İsrailli sivillere yönelik saldırılardan ya da daha genel olarak İslam adına yapılan terörist eylemlerden elem duydunuz mu? (Polemikli Soru)

4- Bu ülkede son 60 yıldır belirli siyasi görüşlere sahip olan ya da belirli coğrafyada yaşayan insanlar işkenceden geçirilirken, kaza kurşunları ya da faili meçhullerle öldürülürken sesinizi çıkardınız mı? Yoksa insan hakları ve devlet terörü, konu sadece "sizinkiler" olunca mı aklınıza geliyor? (Darbeli Soru)

Yanıtların çoğu "Evet" ise: Şahane bir insansınız. Sizi görenlerde sarılma ve mıncırma hisleri uyandırıyorsunuz. (Yeminle!)

Yanıtların çoğu "Hayır" ise: Tebrikler, tam bir fanatiksiniz! Filistin'e gidecek gemilere sezonluk kombine biletinizi adresinize yolluyoruz.

"Evet" ve "Hayır" eşit ise: İkircikli eşek seni! Telafi sınavına iyi çalışırsan kanaat notuyla dersten geçebilirsin.

Din


Arapça. İsim

1- Türkçe Tengri adında toplanabilecek yaratıcılara (Tanrı, Allah, Yehova, Gaia, Dues, İşvara, Krişna, God, Eidur Gudjohnsen, Şeftali, vb.), doğanın üstünde ve altında olduğuna inanılan ama görülemeyen güçlere, çepçeşitli ve çetçetrefil kutsal varlıklara inanmayı ve tapınmayı sistemleştiren toplumsal kuruma, o kurumun kurum kurum kurularak dayattığı sembollerine, törelerine, ayinlerine ve adetlerine verilen isim, diyanet, dinayet. Örnek: "Bütün dinlerin ortak özelliği, aslında Mangal dininin çarpıtılmış yorumları olmalarıdır."

2- Hicaz mecazı. İnsan evladının çok inanıp bağlandığı, bir hezeyan dahilinde uğruna ormanlar ve tarlalar yaktığı kült, kültigin, inanç, ülkü. Örnek: "Sana din satmaya kalkanların derdini öte dünya zannetme; onların dini imanı bu dünyadır!"

3- Bir gram ağırlığındaki bir kütlenin hızını, saniyede 1 santimetre arttırmak için gerekli olan kuvvet, 1 g.cm/s2. Örnek: "Din konusunda karmaşık fikirlere sahip olan Newton'dan sonra din-dışı 'dyne'in anlamı o kadar çok değişti ki, Cemil Abi!"



İçinizde "Hacım, kırk yıllık dindarım Mangal dini diye bir şey duymadım" diyenlerın olmasının nedeni, Mangal dininin (Mangalizm ya da Mangalcılık) kutsal kitabı olan Biblia Sacra Barbequa'nın giriş ayetinde, "Her kim bu dinden başkalarına bahseder, işte o mangalın yedi kat dibinde soğanlarla beraber cayır cayır yanacaktır!" ifadesinin geçmesidir. Mangalın Kutsal Kitabı ilk ayetteki ilahi çelişkiyle (paradoxa divina) kendini imha eden nadir eserlerden birisidir.

Eminiz ki tek inananı, kitabın indiği peygamber olan bir din, kepçe kulaklarımıza tuhaf gelecektir. Çünkü, bildiğimiz anlamda antik bir markalaşma çabası olarak adlandırılabilen "din" (birkaç istisna dışında) PR çalışmasına bağlı olan açgözlü bir virüstür ve kitleye yayılma, onları kendine bağlama ihtiyacı duyar. Zaten böyle olmasa, Mangal dini imansız bir mangala düşmez; diğer dinlerin paranoid şizofren peygamberlerinin aksine, kendi peygamberini közlemez, onu Tanrı katına kadar yüceltirdi.

Oysa kendi dogmalarını çok ciddiye alan dinler, yayılma fikrine sıkı sıkıya bağlanmayı vazgeçilmez bir misyon olarak görürler. Ancak yayılma-dışlama arasındaki paradoksa dayanan bu görünüm tam anlamıyla doğru sayılmaz: Herkes "biz" olursa, "biz"in anlamı çökecektir. Bu yüzden cihada girmeye değecek sayıda kafire, zındığa, sapığa her zaman ihtiyaç vardır ve yekünde bu sayı korunacaktır.

Kendi tuzlarını kurutma derdini "Tanrı böyle emrediyor" diye çarpıtan ruhban sınıflarının çıkardıkları din savaşları yüzünden katledilenlerin, dışlananların, sürülenlerin çetelesini tutmaya kalktığımızda, karşımıza dinin insanlık tarihini anlama konusunda bize yönelteceği kaçınılmaz soruyla karşılaşırız: Dinler, Tanrı'nın kayıtsız şartsız hakimiyeti altında insanların kardeşliğini savunmalarına karşın, neden çağlar boyunca insanların birbirlerini boğazlamalarına yol açmışlardır?

Bu sorunun yanıtı, tüm kültürel kılıflar bir yana bırakıldığında, insan evladının tarih boyunca ne için kavga ettiğinde yatar. Beyni 1 'dyne'lik bir kuvvetle, dürüst ve insaflı çalışan bir insan, tüm kavgamızın aslında artı değeri kimin, hangi kriterler doğrultusunda paylaşacağına yönelik olduğunu itiraf edecektir. Adına insanlık dediğimiz hayvan cemaati, parsayı kırışmak için birilerine "Gözümsün!", diğerlerine "Götümsün!" demek zorundadır(!)

Din dediğimiz kurum, kabul edin etmeyin, bu dışlama mekanizmalarının en güçlülerinden biridir. Bu fanatizm reaktörü, en ufak ayrımları bile büyütmesi babında futbol taraftarlığı ve siyasi parti tutuculuğuna benzer. Bir kurumun fanatik bir dışlama mekanizması olup olmadığını anlamak için aşağıdaki kriterlere bakmak yeterlidir:

1- Bir kütlenin hızını, saniyede 1 santimetre arttırmak için gerekli olan kuvveti tanımlama; kısaca kitleyi gaza getirerek harekete geçirme. ("Allah Allah deyip geçti, Genç Osman hey hey!")

2- Organizasyonun döner sermayesinden doğan nemayı sömüren yöneticiler/ruhban sınıfı. (Cennet tapusu veya fahiş kombine bileti satışı)

3- Dönemsel şüphelerin ("CHP'ye inanmıyorum ama bir Atatürk var!") yenilmesi ve inancın bu süreçten daha güçlü çıkması.("Kılıçdaroğlu gelecek, CHP kurtulacak!").

4- "Doğru" ve "güzel"i korumak için "öteki" ile cihada tutuşma. ("Elimizde falçatalar, Kadıköy'e gelen Galatasaraylılar'ı arıyoruz!")


"Bizden olanlar" (Doğru yolu bulanlar) ve "bizden olmayanlar" (Sapkınlar) ayrımını berraklaştırma konusunda en geçerli kriterlerden biri olduğu için; dindar insanlar, sevdiklerini kendi dinlerinin dogmaları içine çekmeye çalışırlar. Çünkü bu 'zealot' hali, hem bu dünyadaki rezaleti, hem de öte dünyadaki zelaleti engelleyecektir. Bu misyonerlik faaliyeti, "Benim inandığım şey en bi' harbidir, en bi' doğrudur; geri kalanlar var ya, resmen sıçtı!" söylemi sayesinde, faşizmin tepesine dikilen tüydür!

İşte bu nokta, aslında kimi tasavvuf ehline göre, sofu dindarların kibre düştükleri anı gösterir. Zira asıl cihad insanın kendi nefsine karşı verdiğidir. Sen kendi şeytanınla kavgaya tutuşmuşsan, başkasının şeytanını recme kalkmaz; onları hata yaptıkları için yargılamazsın. Bu yüzden kendi inancını, kendi yaşayışını, kendi algılayışını, bunları paylaşmayan insanlarınkine göre üstün görmek, kudretini her an / her yerde olmasıyla tescil ettiğine inanılan Tanrı'nın (hakikatin) üstünü örtmek demektir. Bunun dini literatürdeki karşılığı ise, küfürdür!

Kendinden görmediğinin inancına "patates dini" dersen, Avrupalı senin dinine "vahşi ve çağ dışı" dediğinde ne yanıt vereceksin?

Bugün bir Galatasaraylı'ya "Size zamanında 6 tane takmıştık hacı!" dediğinde, adam seninle "Biz de UEFA Kupası'nı aldık, siz 30 yıldır Türkiye Kupası'nı göremiyorsunuz!" diye dalga geçerse hangi kovuğa saklanacaksın?

Behey şuursuz, insana sormazlar mı, "Hakikat dini budur diye tepeme çıkıyorsun; ama Japonya'da doğmuş olsan, "aklınla" Müslüman olmayı mı seçecektin, yoksa dedelerinin dinini mi sürdürecektin?" diye!

İşte fanatizmin düştüğü en büyük yanılgı, insanlığı bir bellemek yerine, farklılıklar arasında kademe icat etmeye çalışması; sonra da özünde çıkar kavgasına (kaynakların ve artı değerin paylaşımı için gruplaşma) dayanan bu ikiliği varoluşun vazgeçilmez özü olarak görmesidir. Bu kitlesel hezeyanda kaçınılmaz olarak biçem (tapınma adetleri ve söylem uslübu), içeriğin (tapılan) çanına ot tıkar; kardeşlik mesajları verdiği için "özünde iyi" olarak nitelenen kült, kendi çıkarlarına meşru bir kılıf bulmanın keyfiyle gevrek gevrek sırıtan, özel bir egemen sınıfın elinde künt bir bıçağa döner. İnsan türünün hala akıldan bu kadar uzak olması, dünyanın yönetimini duyguları sömürme ve manipüle etme konusunda yetkinleşmiş açgözlü kan emicilere bırakması ne kadar da ilginç, öyle değil mi pek aziz okuyucular?

Dindar insanların, inançlarını ultra beyazlatmak için kullandıkları "Dinimiz özünde iyi ama bunlar çarpıtıyorlar" mazereti, bütün ülküler için ortak bir sorunu anlatır: Bir makine yıllardır hatalı üretim yapıyorsa, makineyi kurcalamak yerine, suçu birbirlerinin halefi olan ustabaşılara atmak ne kadar doğrudur? İki futbol takımının başkanlarının ya da amigolarının tavırları, taraftarları ateşleme gücüne sahip olsa da, "ezeli rekabet" kavramını nasıl çöpe atabilirsiniz? Futbolu endüstriye, sahayı da savaş alanına döndüren, taraftarlar arasında derin bir nefret üreten bu zihniyetin; dini ticarete, dünyayı mezbahaya, insanları mücahite döndüren dinden farkı nedir? (Vice versa.)

Mangal dininin kafiri olup ateşte yanma riskini göze alarak, maddeyi bu gariban dinin kutsal kitabının ilk ayetleriyle bitirirken; taze bir din olan Kilgoreyenliğe de bu zorlu macerasında başarılar diliyor, dinler arasında bu sezonun Bursaspor'u olmasını ümit ettiğimizi ifade ediyoruz.


BIBLIA SACRA BARBEQUA

Genesis (Ateşe Düşen İlk Yağ Damlası)

Önce köz vardı!

Ortamda canı sıkılan Mangal Tanrısı döşten köfte yaptı. Sonra da kaburgayı mangal için marine etti. İlkine erkek, ikincisine kadın dedi. Tavuk kanadına ilk başta "Sen bir meleksin!" dese de, sonra hatasını fark etti. Mangal Tanrısı, kendini bağışlayandır.

Sonra onlara dedi ki; ister köfte ister kaburga ister tavuk kanadı olun, hepiniz nazarımda aynısınız, hepiniz 'bir'siniz! Aynı mangalın üstünde cozurdayan mezelersiniz. İşte bu yüzden akıllı olun oğlum, kavga etmeyin; mümkünse birbirinizi sevin! Çünkü gerçek sevgi köftenin köfteyi, kaburganın kaburgayı, kanadın kanadı sevmesi değildir!

Gerçek sevgi, kendi köfteliğini unutup, bir kaburga gibi hissedebilmektir! Gerçek sevgi, bir köfteye banılan ekmeği kendi üzerine bilmektir! Gerçek sevgi, mangal denilen ıssı metalin üzerine konulan ne olursa olsun onu yaktığını, olgunlaştırdığını sezebilmektir!

Düşün hele; o Mangalyapan, bu kadar çeşidi ateşe salmışsa, neden köfteyi kaburgaya ya da tavuk kanadına üstün tutsun? Sizin kıymetiniz, farklı olarak bir arada, odda yanmanızdır.

İşte bu yüzden Hakk'la, hakkıyla pişen bir parçanın, diğerinden bir üstünlüğü yoktur. Sen pişmesini bilirsen, senden olmayanın da pişmesini anlayabilirsin. Hakk öyle bir hardır ki; evrenin her köşesini, turbo fırın adaletiyle kavurur.

Kim kendi içinde, kendini yakan bir alevi reddedebilir ki? Bir başkasının hararetinin, senin alevinden başka bir kaynaktan geldiğine nasıl inanırsın? 'Bir'liğin delilini görmeme delaletini nasıl adalet diye savunursun?

Sen ham bir köfteysen, o mangaldaki kaburganın kızarmamasını sorgulamak senin neyine? Sen hangi delille, pişip olduğuna kanisin de, tavuk kanadının hamlığından dem vuruyorsun? Ya da hangi akla hizmet, aklığının hamlıktan geldiğini görmeden, ateşten nara dönmüşe kara çalışıyorsun?

İştiyakın çağrısı kulaklarını bulandırmışsa, bu demden bir hakikat nasiplenememişsin demektir. Çünkü etleri kavuran hakikatte budur. Bundan yoksunsan mangaldaki etlere laf etme de çayın demlenmesini bekle! Ya da dön de, pervaneyi yakıp hiçliğe karıştıran aleve bir daha bak! Zira iştiyak, ateştir!

Kalabalığın fitnesine kapılıp teşekküle gireceğine, mangalın harında tefekküre gir!

Her kim bu dinden başkalarına bahseder, işte o mangalın yedi kat dibinde soğanlarla beraber cayır cayır yanacaktır!

Ancak her kim ki bu sözün anlamını bilmez, mangal partisini kaçırıp brokoli salatasından medet umar hale gelsin!