Mutluluk

Türk malı. İsim

1- Bütün özlemlere eksiksiz ve sürekli olarak ulaşılmaktan duyulan kıvanç durumu, mut, kut, ongunluk, dolgunluk, saadet, bahtiyarlık, Mesudiye. Örnek: "Bebeğim, öyle mutlu olacağız ki komşu çiftlere mutluluk ihraç eder hale geleceğiz."

2- Okuyucu Katkısı. Mersin'in Mut ilçesinden olma durumu. Örnek: "Eğer yabancıysanız ve Türkiye'ye yolunuz düşerse, ya da bu ülkenin insanı iseniz ve yeni yerler görmek arzusundaysanız mutlaka Mut'a gelin. Selahattin Arslan. Mut Belediye Başkanı. http://www.mut.bel.tr/bsk_mesaj.htm"


Nâzım Hikmet "Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?" dizesinin şu gün döndüğü hâle şahit olsa o şiiri yazmaktan vazgeçer miydi bilinmez ama mutluluk gerçekten de ele avuca sığmayan, sığmadığı için kaçan, kaçarken arada uçan, uçarken yorulup kimi zaman at sikine konan bir kelebektir pek sevilesi, göbek adı Bahtiyar olan okuyucular.

Bundan dolayıdır ki mutluluğu arayanlar, nereye bakarsalar baksınlar, ne kurgular kurarlarsa kursunlar onu bir türlü bulamazlar. Mutluluğu bulanlarsa uyuz bir sütçü beygiri edasıyla (o kelebeğin konsa bile kısa bir süre sonra uçup gideceğini bilerek) kendi doğal hâllerini bozmadan duranlardır.

Martıboku'nda şöyle bir bahis geçmişti:

"...mutluluk bir andır adamım, sürekli bir durum değil!

Sevişme sonrası, kollarındaki insanın şefkatli bir bakışı mutlu ediverir.

Bir bahar öğleden sonrası rüzgârla oynaşan tüllerin, içeride çalan müzikle uyumlu olduğunun farkına varmak mutlu ediverir.

Harçlık verdiğin yeğeninin gözlerindeki “bakkala koşma heyecanı” mutlu ediverir.

Şiir okurken seni sekize katlayan bir sözle karşılaşmanın kıskançlığı mutlu ediverir.

Uzun süredir görüşmediğin bir dostunla içerken, biranın köpüğünün dudaklarına yapışması mutlu ediverir.

Vapur yolculuğu sırasında içine çektiğin sigaranın dumanını simit için bağrışan martılara üflemek mutlu ediverir.

Sıcak bir günde bir çam ağacının sırtını acıtan gövdesine yaslanıp Akdeniz’in anlamını değiştirmek mutlu ediverir…
"


Yukarıda yazanların doğru olup olmadığına dair hiçbir öngörümüz olamaz değil mi sayın seyirciler? Bence olamaz, zira bu yazanı bağlayan bir ifadedir. Bunları yazan mutluluğu durmadan tadan bir insan mıdır? Bence tüller oynaştığı sürece sorun yok!

"Mutluluğa karşı kayıtsız kalmak, daha fazla mutluluk çekmenin yegane yoludur; ama asıl mesele mutluluk dolu anların kıymetini bilmektir" desek, içinizden bir hırt çıkıp, güzel bir şarkı sözünü umarsızca taklit edercesine, "Hâppiness is a state of mind I guess" der mi diye merak içerisindeyiz. ("Umarsız" lafını Türk diline kazandıran şahsiyeti ailecek tebrik etmek, kandillerini kutlamak istiyoruz!) Ha, buradaki "hâppiness" ne midir? Bence bir dahaki doğum günüme herkesin bana değişik şapkalar almasıdır. Evet, bu olacak; postmodern tanrılar konsept doğum günü istiyorlar!

Mevzuya dönecek olursak; mutluluğun, zihnin içine girdiği bir hâl olduğu görüşü bilişsel psikolojiyle ilgili bir geyiktir, yeri geldiğinde serotonindir, hormondur, ottur boktur. Fazla karıştırmayın derim, zira şu aralar pek bir asabiyim sayın sözlükçüler. Korteksimde dolanan serotonin azalmış, o süper adrenalinim karneye bağlanmış, cebren ve hile ile aziz benliğimin bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün savunma mekanizmaları dağıtılmış ve varlığımın her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Ben de henüz bu konuda emin değilim, soruşturma sürecinde açıklamada bulunamam!

Muhterem mes'ud bünyeler! TDK "mutluluk çubuğu" denilen aygıtı, "İktidarsızlık sorunu bulunanlara sağlıklı cinsel yaşantı için özel olarak takılan yapay organ" diye açıklıyor.

Memleketin içinde bulunduğu ahval ve şeriatı (pardon şeraiti) pek de önemsemez görünen bu sözlük bile, size en kısa zamanda ya mutluluk çubuğu taktırmanızı ya da İsviçre'ye iltica etmenizi öneriyorsa; bilin ki mutluluk tüm bu geyiklerin ötesinde artık bir ütopyadır!

Zira memleket insanının beynelmilel araştırmalarda mutlu-dallama-milletler-sıralamasında en üst noktaları işgalinin nedeni "mutlulukta kendi kendine yeten bir ülkeyiz" iddiasi değil, "Ignorance iblis" saptamasıdır! (Tamam tamam atlamayın, onun bliss olduğunu cümle âlem biliyor, şurada ağız tadıyla kelime oyunu yapamayacak mıyız!)

Mutluluk iblisi cehalettir pek muhterem okur yazarlar! Mutlu olmak için beygir olamıyorsanız en azından meraya yayılmış, çayıra salınmış öküz olun, işe yaradığını göreceksiniz.

Bir de mutsuzluktan mutluluk üretenler var haliyle. Ancak mutluluk hakkında bu kadar laf ettikten sonra onları açıklamayıı ve hatta konuyla ilgili bir şiir eklemeyi gereksiz buluyoruz. Derdiniz varsa Kafayolları Müşteri İlişkileri Ailesi'ne başvurun! Hahaha!

Şimdi siktirin gidin bakalım!

Benlik

Türk malı. İsim

1- Bir kimsenin öz varlığı, kişiliği, onu diğerlerlerinden ayırt edip kendisi yaptığına inanılan özellikler, kendilik, şahsiyet. Örnek: "Sui generis, nevi şahsına münhasır demek ya Cemil abi, gerçekten bu mümkün mü yoksa her bir benlik farklı parçaların kombinasyonundan ortaya çıkan bir tür kolaj mı anlayamadım! Denek hayvanı gibi hissediyorum bazen Cemil abi, beni anlıyor musun?"

2- Kendi kişiliğine önem verme, kişiliğini üstün görme, kibir, gurur. Örnek: "Her daim benlik davasına kalkışanın cezası, ömür boyu o benliğe mahkum olmaktır."


3- Ben denilen çoğu doğuştan gelen, tende bulunan ufak, koyu renkli leke veya kabartıların gece uyumadan önce konulduğu kap. Örnek: "Hanım, benliğimi nereye koyduğumu hatırlamıyorum! / Orada bir yerdedir beeey! / Hay kadın daha benliğimin yerini bile bilmiyorsun ya!"


20.yüzyılda Batı dünyasının yetiştirdiği üç bilgeden biri olan Albert Einstein (diğer ikisi Carl G.Jung ve William S.Burroughs'tur) şöyle diyor: "Bir insan, ancak kendi dışında yaşamaya başladığında gerçekten yaşamaya başlamış demektir." Einstein'ın boşa sallayan bir insan olmadığı düşünülürse, bu söz dikkate alınması gereken bir ifade olarak insanlık tarihine (arılar kaybolduğunda ne olacağına dair öngörünün hemen yanına) yazılmalıdır.

"Einstein'ın bu sözü, modern hayatın içindeki örgütlenmelerin bir ürünü olarak kabul edilen modern benliğe aykırı bir yaklaşımı mı barındırır acaba?" diye kendi kendine soranlarınız olduğuna eminim. Açıkçası ben sordum ve pek bir faydasını görmedim. Neden? Çünkü "ben" sordum, kendimin dışına çıkıp, kavramlar arasında yüzerek yapmadım bunu. Gayet bencil bir şekilde, kendi geçmişimi ve geçmişimle beraber sırtıma yüklenen deneyimleri taşır haldeyken sordum. Oysa Batman Begins'te genç Wayne'i eğiten Ra's Al Ghul'ün sözünü dinlemiş olanlar, ancak kendinden çıkıp bir kavram olmayı başarınca evrenin daha iyi algılanabileceğini biliyorlar. (Ha, Al Ghul abi bunu ne kadar becermiş, orası muallakta.)

Batı uygarlığı benliğe dair her türlü olağandışı durumu, tedavi edilmesi gereken hastalıklar olarak görmüştür. Zira dinin tasvir ettiği erdem yolunda dogmatik bir iyi-kötü ayrımını yapamayan bünye, teolojinin toplumsal düzeni korumak adına kullandığı ceza-ödül, cennet-cehennem ekseninin meşruiyetini tehlikeye sokar. Kimi zaman muafiyete sokulan, kimi zaman "halihazırda günahkar" olduklarına inanılan, kimi zamansa iyileştirilip tanrısal ceza-ödül mekanizmasının içine çekilen hasarlı benlikler, daha ilkel dinlerce iyi ya da kötü doğadışı varlıklarca ele geçirilen -kimi zaman kutsal oldukları için yüceltilen- ruhlar olarak görülürler.

Algılama ya da yaptırım ne olursa olsun her toplumsal düzen, kendi işleyişini sürdürmek için benlik üzerinde hakimiyet kurmak zorundadır. Bu hakimiyet tesis edilirken de, normal benlik kriterlerine uygun olmayanlar dışlanır, hırpalanır, çekiştirilir, elektroşoklanır, düzeltilir, düzelmezse yok sayılır, istatistiksel olarak eğrinin "anlamlı" alanının dışında bırakılır.

Benlikle ilgili hasarların en kötüsü ise şüphesiz benlik yitimidir ki, TDK bu kavramı şöyle açıklıyor: "Kişilik duygusunun ve benlik bilincinin yitirilmesi ile beliren ruh hastalığı." Wikipedia'nın sağladığı bilgiye göre; "Benlik yitimi, insanın kendini benliğinden sıyrılmış olarak görmesi, duymasıdır. Çeşitli şekilleri vardır: kendini yabancı sayma duygusu, bedensel veya ruhsal kişiliğin yitimi ve gitgide tüm şahsiyetin değişmesi. Bu hastalık bir şizofreni belirtisidir. Bazı hallerde bunu psikasteni hastalarının kendini noksan görme duygusundan ayırd etmek güçtür.Benlik bireyin kendini algılaması, değerlendirmesi ve yorumlamasıdır."

Aranızda benliğini yitirince ne yapacağını bilmeyenler olabilir. Öncelikle telaşa kapılmayın. Sonra, benliğinizle en son dolaştığınız yerleri bir daha gezin, kapı arkalarına ve sehpa altlarına bakın. Yine bulamazsanız eşe dosta benliğinizi yitirdiğinizi söyleyin, sizi ciddiye alırlarsa beraber arayabilir ve bulma şansınızı arttırabilirsiniz. Bu çabaya rağmen benliğinizi bulamamışsanız en yakın karakola uğrayıp bildirimde bulunun. Öte yandan benliğiniz çalınmışsa işiniz zor demektir. Zira benlik mafyası genelde çaldığı benlikleri parçalayıp yedek parça olarak kullanmasıyla ünlüdür. Fakat şanslıysanız benliğiniz, biraz hor kullanılmış olsa da, şehir çöplüğüne atılmış şekilde bulunabilir. Biraz kaporta işi, biraz da rektifiyeyle yeniden cillop gibi bir benliğe kavuşabilirsiniz.

Tüm bunların yanında tasavvufa göre, aynen Einstein'in vurguladığı gibi, benlik insanı evreni algılamaktan alıkoyan at gözlüğüdür. Burada kastedilen benlik yitimindeki gibi geri dönüşsüz bir kaybediş değil, "Ne akilem ne divane" dizesinde olduğu gibi bir tür vecd, kendinden geçme (ekstasis) ve tanrının kişinin içine dolması (enthusiasmos) halidir. Zira benlik, daha önce de bahsini ettiğimiz kesret (ikilik) algısını yaratmak suretiyle, hakikat olan vahdeti (birlik) örten bir kandırmacadır. O örtüyü kaldırıp hakikati görmek ve yaşamak (fenafillah mertebesine ulaşmak) için, nefs olarak adlandırılan benliğin sınırlamalarından kurtulmak gerekir. Bunun için de tek yol aşktır!

Şeyh Edebâli, Osmanlı İmparatorluğunun kurucusu olacak gence şunu öğütlemişti: "Öfke benliğin yemi, en lezzetli gıdasıdır. Benlik semirdi mi irade yok olur gider. İradesi zayıflayanın ruhu intihar eder. Posalaşmış bir beden taşımak ne ağır zillet, ötelere kapalı bir ruh taşımak ne büyük ihanet." Velhasıl-ı kelam, hangi dünya görüşüne mensup olursanız olun, insanların başlarına gelen pek çok belanın kökeninde benlik davası yatar. Öyle ki kitlelerin sefaletinin sürmesinde, hepimizin kendi benliğini kurtarma derdi yok mu aziz konformistler?

Benlik nedense bu sözlüğün ana temalarından birisi gibi durduğundan, tek maddeyle eritemeyeceğimiz kadar kallavi bir konudur. Bundan dolayı zaman zaman benlik mevzuna dönmemiz kaçınılmazdır. Bu minvalde, maddemize en bir uygun dadaist bir şiirle göz önünden yitiyoruz:

Tavşan!
Şeftali!
Asfalt!
Tretuar!
KGS!
İGS!
Hop!

Müşteri

I
Arapça muşter. Özel isim, Gökbilimi.

- Jüpiter.

II
Arapça. İsim.

1- Hizmet, mal, mülk vb. alan ve karşılığında ücret ödeyen, kimi zaman malın önde gideni olan kimse. Örnek: "Müşteki müşteriler kadar müşkül bir varlık yoktur şu âlemde desem inanır mısın Cemil abi!"

2- Alıcı, kazıklanabilir kişi, cillop. Örnek: "Müşteri misin yavrum?"


Efendim, müşteri berbat bir hadisedir: Durmadan zırlayıp dururlar, durduklarında da durduk yere hır çıkarırlar. Ama ve lâkin, yeryüzündeki bütün şerefsiz satıcılar kendilerini, "müşteri veli&nimettir" diyerekten eyyam yapmak zorunda hissederler. Şu ana kadar müşterisinden memnun olan bir satıcı gördünüz mü sayın ammasıktınlopetli okuyucuları?

Satıcı ile müşteri arasındaki ilişki, karşılıklı olarak, en çok girdi ile en az çıktıyı sağlamak üzerinedir. İki taraf da birbirlerini düdüklemenin yollarını ararlar, kim kimi nasıl denk getirirse düdükler demek istiyorum. (Ayrıca düdüklemek ne enteresan bir ifadedir, hiç üzerine düşündünüz mü? Düşününce anlamı iyice saçmalaşıyor!)

Bir malı, hak ettiğinden daha değerli olduğuna ikna etmek için enformal ikna yöntemlerini kullanan geleneksel satıcılar bir yana, günümüzün kapitalist düdükleme sistemindeki her şirket bu ikna işini kurumsallaştırmışlardır. Konunun uzmanları buna Kurumsal Düdükleme Mekanizması (Ecnebice Consumer Relationship Management) diyorlar.

Bu sistem sizin şikayetlerinizi, dertlerinizi dinler; kimi zaman Güzin Abla kimi zaman Marko Paşa kılığına bürünerek sizin o şirket hakkında kötü düşüncelere kapılmanızı engelleyip müşteriye dair krizleri yönetir.Ama bu delikanlılık mıdır? Kanımızca (Kafa Yolları Haritası Ailesi olarak) değildir. CRM, sizi tatlı dille ikna ederek, yediğiniz kazığı kuzu kuzu kabullenmenizi sağlayan aşağılık bir mekanizmadır, hatta denyoluktur, edepsizliktir.

Ancak yine de gelişen çağa ayak uydurma adına, kurumsallaşarrrak bir Müşteri İlişkileri Departmanı kurduk. Hayırlara vesile olsun aziz okuyucular!

Bu maddeyi düdüklerken aşağıdaki ilk müşteri şikayeti ve ona verilen yüreğe su serpme yanıtıyla sizleri başbaşa bırakıyoruz.

Maruzat:

"Öncelikle pek takipçi sözlükçü olmak suretiyle sözlüğe gereken ehemmiyetin verilmesini talep eder hemen ardından tefekkür maddesini Tunceli'de askerliğini yapmakta olan eniştem Tefek için isteyebilir miyim?

İncitmemek ve incinmemek dileğiyle.

Takipçi sözlükçü Mehmet
"


Yanıt:

"Sayın Mehmet Bey,

Sözlüğümüze göstermiş olduğunuz ilgiden dolayı size teşekkürlerimizi sunuyoruz.

Yazarımız yıllık alkolizminin ve depresyonunun bir bölümünü kullanmakta olduğundan yazılarına kısa bir süre ara vermiştir.Kendisini dürtükleyip, 'Hıştt hacı galk la, halk seni istiyor' demek suretiyle yeniden yazmaya kışkırtacağız.

İyi günler

Kafayolları Haritası Müşteri İlişkileri Ailesi
"

Müptelâ

Arapça. Sıfat

1- Kötü alışkanlıklara düşkün, kötü alışkanlıkların kucağına oturmuş, merakında helak olmuş, tiryaki. Örnek: " Bizim oğlan kumara, esrara, alkole, bir de karı kıza müptelâdır. Başka da kötü huyu yoktur şükür!"

2- Tutulmuş, tutkun, cezbe kapılmış, anaforun göbeğine düşmüş, anasınınkini görmüş. Örnek: " Vereme müptelâ olanların benizleri susuz kalmış bir gül tarhı gibi solar, ta ki yüzdeki insani pembelik kesif bir kızıl olarak dışarı çıkıncaya kadar..."

3- Âşık, vurgun, meczup. Örnek: "Mecazi aşka müptelâ olmanın son kertesi, kamu nazarında müptezel hâle gelmektir."


Türkçe'de "düşkünlük"ün karşılığı olan iptila kelimesinden türeyen müptelâ, bir insan evlâdının herhangi bir kişiden, nesneden ya da durumdan kopmayı başaramayıp müptezel olma yolunda ilerlerken aldığı sıfattır.

Bu düşkünlük kimi zaman hafif bir şekilde seyrederken, kimi zamansa cezbeye, yüce bir duyguya kapılıp kendinden geçmeye kadar gidebilir. Yol ne olursa olsun, müptelânın varacağı yer aynıdır: Benliğinin başka hiçbir şeyden almadığı keyfi tekrar tekrar ona sunmak üzere, o şeyin yörüngesine oturmak!

Hayal kırıklıkları ile dolu bir dünya bu! Yanlış anlaşılmalarla, hiç anlaşılamamalarla, zorunlu tercihlerle, bütün bir hayatı kaplayan sessiz köleliklerle, 9-6'larla, "elâlem ne der"lerle...

İşte iptila (düşkünlük), çoğu zaman doğduğumuz an kendimizi içinde bulduğumuz bütün köleliklerimize karşı verilen en sessiz yanıttır! Kendini içinde bulduğu ve yaptığı tercihlerle daha da derinlerine gömüldüğü zindandan bir isyan çıkararak kaçma cesaretini bulamayan bir kölenin, zindanın en dibine gömülüp hamamböceklerinden bir mikro dünya yaratması ve oranın tanrısı olma rolünü sürdürmesidir.

Samimi bir müptelâ, siz ne derseniz deyin adam olmaz. Zira zindanındaki hamamböceği ordusunu ondan bırakmasını istediğinizde, yarattığı dünyanın kölesi olmayı bıraktığı an gerçek köleliliğini hatırlayacağını bilir.

Her ne haltsa pek bir süper okuyucular, çok elemli bir madde oldu kanımca. Bu maddeyi bir köşeye atıp kendimizi şarkılara, türkülere vurmaya ne dersiniz?

Şimdiki hicâz şarkımızın güftesi Enderûni Vasıf Bey, bestesi Dede Efendi'ye ait:

Ey bût-i nev edâ
Olmuşum müptelâ
Âşıkım ben sana
İltifât et bana yar yar

Gördüğümden beri
Olmuşum serseri
Bendenem ey peri
Âşıkım ben sana yar yar

Hâsılı bunca dem
Ben senin bendenem
Gel gel ey gonca fem
İltifât et bana yar yar