Kimlik





Sapına kadar Türk malı. İsim

1- TDK'dan kelimesine dokunmadan.Toplumsal bir varlık olarak insana özgü olan belirti, nitelik ve özelliklerle, birinin belirli bir kimse olmasını sağlayan şartların bütünü. Örnek: "Gençler, kimlik görelim!"

2- Bir insan evladının ne menem bir halt olduğunu başkalarına tanıtan, onu afişe eden, yerin dibine maymunun kıçına sokan belge, tanıtma kartı, hüviyet. Örnek: "Hüviyetin olduğu yerde hürriyet yoktur!"



KYH Ailesi olarak en irrasyonel kimlik aracı olan "ırk" kavramından tiksinmemiz, bir üyemizin üniversitede aldığı Calculus dersinde Sıtkı Irk isimli bir hocayla dalaşmasına dayanır. İçerikten sıkıldığı için amfinin üst kapısından sıvışmaya çalışan genç arkadaşımız, durumu fark edip alt kapıdan fırlayan Bay Irk tarafından yakalanmış, bir ton laf yemiş, sonra da hocanın odasındaki gemi maketlerine baka baka, "Rahatsızlandım için çıkmak zorunda kaldım, yoksa dersiniz, eee nasıl desem, mutmuhteşem!" yalanı atmak zorunda kalmıştır. İşte o günden bu yana, hem matematiği hem de ırk kavramını güvenli sürüş mesafesinden takip ediyoruz.

İnsanlar ilk çağlardan beri şu cibilliyetini sevdiğiminin dünyasında varolabilmek için başkalarına ihtiyaç duymuştur. Çünkü Maslow'un İhtiyaç Hiyerarşisi Kuramı'yla ortaya koyduğu (daha sonra ERG, ÖGGH kuramlarıyla düzeltilen) amaçlara tek başımıza erişemeyiz, sevgili homo sapyiyenler!

Peki insan evladı sınırlı kaynakları ve içindeki açgözlülüğü neresine sokacak?

İşte bu gerçek bizi, kaynakları ele geçirme kumpasında işbirliği yapacağımız başka insanlar bulmada ortak bir paydanın gerekliliğine getirir. Bu ortaklık çerçevesinde değişik ebatta gruplar oluşturup, diğerlerini dışlar; kaynaklara ulaşmak için onları etkisiz hale getirmeye çalışırız. Böyle bir çaba örgütlenme gerektirdiğinden, grup içinde ikinci bir güç dengesinin ortaya çıkmasını ve oligarşik bir alt-grubun, beraber kaynattığımız sütün tüm kaymağını yemesini ve bize de sus payı olarak iki lokma fırlatmasını sineye çekeriz.

İnsanlığın ilk zamanlarında bu gruplaşma, klan adını alan küçük gruplar üzerine inşa edilirdi. Fakat tür olarak tavşandan beter ürediğimiz için sayımız ilerleyen yıllarda geometrik olarak arttı ve baz alınan ölçü ümmete, millete ve ırka kadar genişledi. [Matematiğin yaptığı pisliği görüyorsunuz değil mi?]

Adı, çapı ve grup üyesi seçim kriterleri değişse de, kimlik denilen zamazingonun içeriği ve amacı değişmez: Başkalarını dışlama ilkesi ile kendini tanımlamak. Bu tanımlama süreci için kullandığı araç ise -sıkı durun- OKEK'tir! [Bu da matematiğin yaptığı ikinci pisliktir.]

Ortak Katların En Küçüğü, birbirinden farklı sayıların aynı paydaya ulaşmak için çarpıldıkları bir süreç sonucunda elde edilir. Toplama işlemi sırasında paydayı denkleştirmek için gerekli olan OKEK, en aklı başında sayılardan kabul edilen rasyonel sayılarda bile ütopik bir "Ahanda lan ortak bir paydamız var, ne hoş!" yanılsaması yaratır. [Bu matematik denilen çirkefin rasyonel sayıları böyleyse, irrasyonel olanlarının ruh halini varın artık siz düşünün!]

Bu hıyarto durumu bir işlemle açıklayalım:

1/5 ve 3/4 sayılarını toplamamız için 5 ve 4'ün OKEK'ini bulmamız gerekir -ki bu da 20'dir. Buna ulaşmak için rasyonel sayılarımızın altını da üstünü de 20 ulaştıracak şekilde çarpmamız gerekir. Neticede ilk sayıyı 4 ile 2. sayıyı 5 ile çarparız ve sayılarımız daha da şişkin hale gelir; 4/20 ve 15/20 olurlar. Sonra da bunlar toplayıp, 19/20 sonucuna ulaşırız! Görüldüğü gibi iki rasyonel sayı hala 1 etmemektedir! Yani ne kadar çarparsanız çarpın, ortak payda sizi 1 yapmaz, bütünlemez, adamdan sayılmanızı sağlamaz!

Şimdi OKEK ne yapmıştır? "Siz aslında çok farklısınız ortak bir payda lazım" deyip sayıları şişirmiş, nihayetinde de onları 1'e bile tamamlayamadan, piç gibi ortada bırakıvermiştir. Böylelikle rasyonel diye anılan en aklı başında sayıları bile salaklaştırma başarını göstermiştir. (Bunun suç ortağı, işbirlikçisi OBEB, ayrı bir maddenin konusudur.)

İşte kimlik denilen, bu oyunun matematik yerine toplumsallık tarafından oynanmasıdır: Ortak payda oluşturma adına birileriyle toplanmanız için önce çarpılmanız gerekir! Tanım itibariyle, hem diğerlerinden farklı olanı göstermesi hem de ortaklık iddiasında bulunmasındaki tutarsızlığın nedeni de, bu oyunun külliyen yalan dolandan, iskambil kağıtlarıyla yapılan bir kurgudan, osuruktan bir eyyamdan ibaret oluşudur.

Bu yüzdendir ki hiçbir kimlik tarih boyunca önemini sabit tutamamış, bir vakit yerini bir başka kimliğe devretmiştir. Klan dine yenilmiş, ümmet yerini millete bırakmış, kapitalizmin besleyip büyüttüğü tüketim kültürünün inkişafıyla beraber meta kullanımına dayanan, şipşak küresel kimlikler ortaya çıkmıştır.

Ancak sevgili kimliğimi-evde-unutmuşum-abiciler, doğumla kazanılan fabrika ayarı kimlikler yerine, kullanıcının (arada "insan" da deniyor) kendi belirlediği kişiselleştirilmiş kimlikler'in revaçta oluşu; kimlik denilen nanenin içeriği ciddi derecede örtmesini engellemez. Çünkü kimliği oluşturan her etiket (sanal alemdeki popüler adıyla tag) aslında bir ya da birkaç deneyimden yola çıkan bayağı genelleştirmelerdir. Birisi için "akıllı" dediğimizde onun bizdeki yansımasını, genel bir akıl kavramına saplanarak ifade ediyoruz demektir; o kişinin kendine özgü yetisini ya da o kişiyi değil!

Sahip olduğumuz alt-üst-sağ-sol-hopidik kimlikler, bir kütüphane katalogu işlevini görürler. Farklı boyutlardaki toplumsal gruplar içinde, hangi rafa konmamız gerektiğini, indirgemeciliğin tereddütsüz yavanlığıyla, gösterirler. O an için -siz istemeseniz de- üzerinize yapışacak olan yafta, muhakkak farklılıklar üzerinden ilerleyecektir. Başka insanların Toplumsal Konumlama Sistemi'nde yerinizi tayin etmeleri, büyükten küçüğe kadar pek çok değişik çarpma işleminin toplamından çıkan sonuçla bulunur. Muhatap olduğunuz kişi/kişilerle ortak olan kimlikleriniz (eşitliğin iki tarafı birbirini götüreceğinden) düşüldüğünde, GPS daha detaya inen alt-kimlikçiklerle çalışır ve tam (!) noktanızı bulur. Karşınızdaki Türk ise, bu sefer dininiz ya da memleketiniz önem kazanır; üniversite mezunuysanız, hangi üniversite olduğu öne çıkar. (Muhatap ilkokul mezunuysa, bu detaya gerek yoktur.) Bunlar da yetmezse, yaş, baş ve bilcümle tüketim alışkanlıkları gündeme gelecektir. Bu konuda insanların yeni gelinin kocasına sarıldığı gibi kimliklere abandıkları gözlemlenebilir: "Ferdi de iyidir, kalbimizde yeri vardır ama ben Orhancıyım!" (Ya da "Facebook çok amele doldu ya, ben Twittercıyım!")

Tekrardan kelimenin 2.anlamına dönecek olursak; matematik dersi macerasında bahsi geçen öküz arkadaşımız, mühendislikten ayrılıp sosyal bilimler okuduktan sonra bir üniversitede araştırma görevlisi kadrosunda çalışmaya başladı. Zaman içinde, konuyla ilgili ipilginç bir olguya şahit oldu: Bir vakit fakülteye (dapdallama) bir hoca geldi. Yoklama alma işini her ders, koskoca anfideki kimlikleri toplayıp bunları barkod okutucuyla bilgisayara Excel dosyası aktararak yapan bir şahsiyetti bu. İlk başka kaçakları engelleyen makul bir yöntem gibi gözükse de, aslında ortada tekno-faşizan bir sorun vardı: Kimliğini unutmuş öğrenci derste yok sayılmaktaydı! (Kısaca herifin derdi o öğrenim kurumunun asıl amacı olan, öğrencinin bilgiyi alması ve bilgi üretimine katılmasını sağlamak değil, kimlik kontrolü yapmaktı.)

Düşünsenize; fiziken ve zihnen orada olsanız bile, kimliğiniz yanınızda değilse, yok sayılıyorsunuz. İşte bugünümüz ve geleceğimizle ilgili asıl ürkütücü gelişme de budur, sevgili vatandaşlarım: Üç kuruşluk bir kart kadar bile değerinizin olmadığı bir çağda yaşıyorsunuz ve bunu feodal dönemden iyi olduğuna inanıyorsunuz!

Bu kadar maykılmuurluk yeter, bu maddemizi biraz da nasreddin olarak kapatalım:

Bir gün Nasreddin Hoca büyük bir şirketin kokteyline davet edilir. "Oh ne ala, beleş yemek artı içki" diye sevine sevine davete gider. Fakat kapıdaki korumalar, "Smokinsiz alamıyoruz beyefendi!" diyerek bunu geri çevirirler. Buna içerleyen Nasreddin Hoca eve gidip kürkünü ve yumurta topuğu ayakkabılarını giyer, $ sembollü 24 ayar altından kolyelerini ve tek tüylü beyaz şapkasını takıp mekana gider. Kapıdaki görevliler bu sefer, "İçeri smokinsiz kimseyi almıyoruz, pezevenk gibi giyinmiş birini hiç alamayız!" derler. Nasreddin Hoca bunun üzerine korumalara, "Yu'mada'faka'kak'saka'sanovebiç" deyip Aksaray'daki bir pavyonun yolunu tutar.

Söbü


Türk malı. Sıfat

- Yamuk, eğri, basık, çarpık, sivri, oval, kaba. Örnek: "Okumalılar yerine resimli blogları tercih eden arkadaşlar için, söbü maddesine bir görselle başladık."


TDK'mızın Türkiye Türkçesi Ağızları Sözlüğü'nde nah şöyle yer verdiği söbü, güzide memeleketimizin taş gibi taşralarında dil üstünde kaydırılan, basenlerde yaydırılan cillopesk bir kelimedir. Şekil olarak 'yuvarlak'a yakın durur. Ancak teknik olarak söbü, bir dairenin (birbirlerine paralel olacak şekilde teğet geçen iki noktadan bastırılarak) yamultulması sonucu oluşturulur. Neticede, bu teğet çizgileriyle dik açı yaparak kesişen iki noktada, yuvarlağı bozan anarşik sivrileşmeler görülür.

Fabrikada üretilirken makinenin anlık dangozluğu sonucu -ya da bir ihtimal toptancı kamyonuyla mahalle bakkalına gelirken en altta kaldığı için- yamulan plastik toplar söbünün en güzel kullanımlarından biridir. Bu söbü toplar, sen düzgün vurduğunu zannetsen de, ayağını çoklu odak noktalarının tam ortasına denk getiremezsen, kendi kafalarına göre bir yerelere uçar giderler. Fakat, zayıf bir malzemeden yapıldıklarından, her gece balkonda habara hobara okey oynamalarına kıl olduğun İğrenç Ayşe Teyzegiller'in camını bile kıramazlar!

Bir de söbü kafalar vardır ki, genelde acemi babaların o buruşuk, mor varlıkla ilk karşılaşmalarında ecel terleri dökerek; "Bu arkadaş hep böyle mi kalacak?" türünden salak sorular sormalarına yol açar. Oysa her kafa aslında söbüdür, söbü kalacaktır! Yeni doğmuş bebeklerin dünyadışı bir uygarlıktan postalandıkları hissini uyandıran aşırı söbülükleri, genellikle dış dünyaya uyum sağlayıp, anyayı konyayı anlamaya başlamalarıyla azalır.

Yukarıdaki iki örnekten de anlaşılacağı üzere, söbü hoşa giden bir şekilde değildir. Bu geometriye haiz bir nesne gördüğümüzde, sanki işler bir yerde ters gitmiş de, olması gereken mükemmel durumdan sapılmış duygusuna kapılırız.

Söbü, yusyuvarlacık bir idealden sapma; sözde bombastik bir diyardaki hödölödür!

Bu yüzden bakkaldan plastik top seçilirken önce havada döndürülür, dengesizse alınmaz; basık kafalı çocuklar okulda Cilalı Sivilce Devri'nin öznefretiyle donatılmış arkadaşlarının testis oğlanı olurlar; Rıza'nın muz ortası kıvamındaki memeler "Oh schön!" olsun diye sorgusuz estetik cerrahlara teslim edilirler. [Sadece Kırkağaç kavunu sözkonusu olduğunda (kelimenin düz anlamıyla kavun), "İlla ki yuvarlağını alalım!" denmez.]

Peki hal böyleyken "en büyük söbü"nün üzerinde yaşıyor olmamıza ne diyeceğiz, pek muhterem Galileoseverler?

Hepimize liseye kadar, "Dünya yuvarlaktır" yalanının atılmasını, Kafa Yolları Haritası Ailesi olarak içimize sindiremiyoruz! Çünkü biliyoruz ki; bize bu yalanı sıkan zihniyet, "Elmanın öteki yarısını aramalısın", "Altın oran vardır", "Göğüslerine silikon taktırırsan daha seksi olursun", "Çok istersen olur", "Bu hayatta sömürülmeye ses çıkarmazsan, karma sana oral seks yapacak", yalanlarını atanla aynı zihniyettir! Bir tür hakikati saklama, eğrileri düzgün gösterme, sündürerek uzatma, sünmüşleri gerdirme taktiği; bizi bu söbü dünya üzerindeki yanlışların aslında var olmadığına ikna etmeye çalışır.

Bu gerçeğe aymadığımız sürece de, bütün bir hayatımız, neden-sonuç ilişkisini "by-pass" ederek (her anlatı gibi suni olan) bir üst-anlatının içinde geçip gider. "Dünya söbü dostlar, ben söbü olmuşum çok mu?" felsefesinin iç huzurunu yakalamış insan evladı bulunsa da; çoğumuz evrenin varlığımıza (hislerimize, düşüncelerimize ve bunlardan türeyen oluşlarımıza) kayıtsız olduğu gerçeğini kabullenmek istemeyiz; tutarlı olmasa da filintamsı, ultrasütbeyazı anlamlara ihtiyaç duyarız. Neticede de, fabrikasyon ya da ev imalatı fark etmez, bunları elde edip içselleştiririz.(Senin sosyalleşmen bir melekti yavrucuğum!)

Bu söylemleri reddetmeyi denersek ne mi olur? Bakalım:

Elmanın öteki yarısı palavradır! İnsanların beklentileri ve arzuları zamanla değişir. Bundan dolayı aşk denilen yanılsama, beraber ihtiyarlamış nadir çiftler dışında kırılma eğilimindedir. Belki de insan doğası gereği çokeşlidir ha?

Altın oran yoktur! Evrenin fiziksel ve kimyasal dinamikleri, ancak rastlantısallıkla şekillenen neden-sonuç ilişkisiyle belirlenir. Matematik delisi bir yaratıcı, pekala insanların kuruntusu olabilir.

Göğüslerine silikon taktırmakla daha seksi olmayacaksın! En fazla daha şişkin olursunuz. Bir kadının seksepalitesini belirleyen, süt dönemi takıntısı olan erkekler dışında, göğüslerinin şekli ya da onları ne kadar gösterdiği değildir.

Çok istesen de olmaz! Bir şeyi elde etmek istemekle değil, insanı o amaca götürecek araçları edinip kullanmakla ilgilidir. Toplumsal ve ekonomik ilişkilerin külliyen asimetrik olduğu bir dünyada, muhtemelen başkalarının çıkarlarıyla çelişen o isteği (en masumane haliyle bile olsa) koşulları kontrol etmeye yönelik bir takım oyunlar tertiplemeden erişebileceğini iddia eden varsa, seve seve pisti ona bırakabiliriz.

Bu hayatta sömürülmeye ses çıkarmazsan, karma sana oral seks filan yapmayacak! İçinde büyüdüğün oligarşik toplum daha da semirecek, zengin daha da zengin olacak. Evren neden değişik hayatlardaki (-)'lerle (+)'ları toplayıp nihayetinde sıfıra ulaşmaya gayret etsin ki?

Dünya üzerinde düzeltmeye çaba sarf etmemiz gereken (olumsuz anlamda kullanılmayı hak eden) en büyük söbülüğü, kendiliğinden yuvarlanması için bir sonraki hayata bırakarak bu maddeden dağılıyoruz sevgili okurlar.

Söbülükle kalın, söbü kalın!

Kıtipiyoz

Rumca. Sıfat

- Uyduruk, değersis, kıytırık, kıçıkırık, bibokayaramas, bayağı, kötü, itoğluit, hiç, mınakoduğumununbilgisayarı.

Ösgün hali kıtipiyos olan bu kelime (ki artık hepimis Rumca kelimelerin -s ile bittiğine adımıs gibi eminis), o şahane argomusun unutulmaya yüs tutan güside kelimelerinden biridir. Dikkatli bünyelerden şu iki nokta kaçmamıştır: Rumca olmasa ne argo olurdu, ne de bu kadar çok balık adı!

Türkçe'de elektronik alet edevat isimlerinin Amerikanyalılar'dan yüklendiğini, hukuk terimlerinin Araplar'dan apartıldığı, felsefi kavramların Fransıslar'dan enspire edildiğini biliyorus. Hadi bunlar neyse ne de, üç tarafı denislerle çevrili olan şu cillop memlekete bin yıl önce gelmiş olan ahalinin (ki DNA babında ataları Orta Asya'dan çok, Avrupa ve Ortadoğu kökenlidir) deniscilik terimlerini İtalyanlar'dan cebellesione etmeyi, balık isimlerini Rumlar'dan lüplemeyi, denisanası türlerini İskitler'den öğrenmeyi becermelerine ne demeli?

Yahu,ne biçim insanlarsınıs lan sis? İl arak, dil arak; in arak, din arak! (Hayır, kıymetini bilsen yine bir şey demeyeceğim! [Ama öyle şahane çürüyorsun ki bokunu çıkardın! Her gün daha da cahilleşiyorsun.] Sen kıymetini bilmessen bilen bulunur elbet!) Sonra da çık ortaya, "Orta Asya'dan geldim, bir arkadaşa bakıp çıkacağım!" ayağıyla kurmaca bir kimliği milyonlara dayat, yemeyene de fitil olarak dayayıp, adına da (copun 1 rakamına benzemesinden dolayı) "Milli Birlik" de!

Memlekete sirayet etmiş böyle bir atmosfer içinde, sosyalleşme süreci 4M (Milli Tarih, Milli Coğrafya, Milli Güvenlik, Milli Vanilli) ile geçmiş insanların kıtipiyos gibi güsel bir kelimeyi bilmelerini bekleyemeyis. 80'de büyüyen gençlik 'kıtipiyos'u otus yaşından sonra öğreniyorsa, 3G cep telefonlarının ağına düşmüş, bedbaht, yeni nesil bu kelimeyi nasıl bilsin? (4M > 3G)

Efendim, kıtipiyos, şu üç günlük, sefil yaşantılarımısda karşımısa çıkan, bisden daha sefil şeylere verdiğimis isimdir. Bu öselliğiyle de fisik ilminde bahsi geçen göre(ce)lilik kavramının sosyal ayağını oluşturur. Einstein, bilimselnasreddinhoca olarak, atomik seviyede "dünyanın merkesi"nin göslem(leyi)cinin (obsööörvııır, liki bom bom davn) durduğu yere tekabül ettiğini öğretmişti. Şu atomları boş, adamları nahoş dünyada her göslemcinin merkesinin kendi kişiliği/ egosu / görgüsü olduğu düşünülürse; kıtipiyos, her daim o insanın kendi beğenisinden aşağı gördüğü, ona göre bir basamak altta kalana verdiği sıfat olacaktır! Mesela, senin yılda bir de olsa gitmeye can attığın restoran, ondan daha iyilerini gitmeyi alışkanlık edinen bir başkası için kıtipiyostur. Senin kıtipiyos dediğin ise, bir başkasının açlıktan camına yapıştığı bir lokantadır.

Nöronları arasındaki ilişki limoni olmayan bir insan evladı, bu noktada şu soruyu soracaktır: "Eee, hal böyle iken değerli ile kıtipiyos arasındaki ayrım hangi kıstaslara dayanır?"

Bu konuda bir tek kavrama güvenmemis yeterlidir: Uslaşma!

Uslaşma, farklı bünyelerde barınan 'us'ların bir konu üstünde ortak bir anlayış geliştirmeleridir. Kimi zaman doğal bir aynılık, kimi zaman orta noktada buluşma, kimi zaman da bir 'us'un diğerine teslimiyetiyle gerçekleşen uslaşma, "değer" kavramının ösünde yatan mihenk taşıdır. Çoğu saman, elde edeceğimis "fayda"nın, pek çok bağımsıs değişkene bağlı gerçek etkisini sorgulamadan, uslaşma ile bir karara varırıs. Kaldı ki o "fayda"nın içeriği bile uslaşmaya dayanır.

Kıtipiyal uslaşma; Çukurova yerine Boğaziçi'nde okumayı istemek, göttenbacaklı Fatma/Mehmet yerine tayımsı Ayşe/Ali ile yatağa girmeyi düşlemek, tosbağa model bir Volkswagen yerine otomatik vitesli Volvo'yu tercih etmek, yas tatilinde duvarları soyulan bir pansiyonda uyumak yerine beş yıldıslı bir tatil köyüne gömülmektir. İnsanlar arasındaki temel eğilim, mantıklı bir tercih gibi görünen bir öngörüde yatar: Kıtipiyoz olana karşı değerli/kaliteli olanı benimsemek hayata tat, bünyeye neşe, benliğe parıltı getirecektir!

İnsanlar, Çukurova Üniversitesi'nde tanışacakları Fatma/Mehmet ile tosbağa model bir Volkswagen'e atlayıp, duvarları soyulan bir pansiyonda nasıl muhteşem bir zaman geçireceklerini düşünmesler. Hiç mi hiç akıllarına gelmes, o göttenbacaklının tayımsıdan daha iyi sevişen, aşk dolu bir mahlukat olarak onları daha iyi saracağı! Pansiyonun sağlayacağı hareket ösgürlüğüyle gittikleri beldeyi köşe bucak dolaşacakları ve Fatma/Mehmet ile olan aşklarının daha da pekişeceğini de hesaba katmaslar! Volkswagen su kaynattığı için girmek zorunda oldukları üçüncü sınıf benzin istasyonunda yerel bir feylosofun biricik namelerine muhatap olacaklarını da kestiremesler.

Boğaziçi'nden mesun olup, balayını Ayşe/Ali ile beş yıldızlı tatil köyünde geçirmiş, Volvolu o kadar nevrotik insan var ki; kıtipiyosun tarifini, uslaşmaya dayalı bir mutluluk kavramı üserinden yapmanın güdümlü güdüklüğü, nöronları arasındaki ilişki enseyetokatgöteparmak olan bir varlık nazarında, gün gibi aşikardır.

Mutluluk bir andır adamım, uslaşmaya dayalı bir fayda hayali değil! Hayat -yeminle- güsel sürprislerle dolu lan, akıllı olun! Fakat illa ki, "Ben bu esmerbomba kelimeyi aptalsarışın nedenlerle kullanacağım" diyorsanıs, kıtipiyos bir muhite çöreklenmiş olan KYH Ailesi, sise edecek laf bulamas!

Hadi, bu maddeyi anektodumsu, ösyaşamsalımsı, duygusalımsı bir kısa hikaye ile bitirelim:

"İlk bilgisayarımın markası, Atari 800 XL idi. Hiç unutmam; tuhaf bir 1988 yılıydı, tuhaf bir şekilde 14 yaşındaydım. Çocukluğu bir köyde davar güderek geçmiş olan babamın -güya bir arsayla takas etme derdiyle satın aldığı- Beta kasetli videoyla tanışmamı sağlamasından üç yıl sonraydı. Alaman pornoları ve dublelajlı Amerikan filmleriyle geçen son bir yılın ardından, tüm yalvarmalarım karşılık bulmuş; nihayetinde bir bilgisayara kavuşmuştum. Her ne kadar Atari dergisinden gördüklerimle Basic dilinde program atraksiyonları yapsam da, benim Atarim, gönlüme yer etmiş olan, Commodore 64 kadar iyi değildi! Commodore'da oyunlar hem çok çeşitliydi, hem de daha çabuk yükleniyordu. Üstüne üstlük Atari'nin oyun yükleyen kasetçaları çok çabuk hata veriyordu. Sayaç 200'e (tam da oyunu yüklemeyi bitirmeye) geldiğinde tuhaf bir ses çıkıyor, ekranda "Boot Error" yazısı beliriyordu. İşte o zaman, "Mınakoduğumununbilgisayarı!" diye hiddetleniyordum. Oysa mahalle arkadaşlarım bana gelip, sırf, o Commodore'unkinden aşağı olan, kötü oyunları oynamak için türlü yalakalıklar yapıyorlardı. Eve 1990 yılında, 286 işlemcili, monokrom ekranlı ilk PC girene kadar Atari'yle takıldım. O yıl Atari yüklüğe kaldırıldı. Ancak derdim bitmemişti; monokrom ekran kartı pek çok oyunu açmıyordu. "VGA Emulator" denilen bir programı çalıştırdığımda, sınırlı da olsa oyunları oynayabiliyordum. Emülatörle geçen iki yılın ardından üniversiteye gittim ve bir daha bilgisayarı 1995 yılında -bir yurt laboratuarında, UNIX'te "chat" yapmak için- görebildim. Fakat durum çok da acıklı değildi tabii; 1999'da yeniden bilgisayarım oldu. Devir, 4 KB'lık internet devriydi; bilgisayarım ICQ'yu açsa da yeni oyunları takılarak oynatıyordu. Çalıkmaya yeni başladığım iş yerimdeki bilgisayar ise içler acısıydı. 2003'te işten ayrılmadan önce aldığım son maaşla topladığım bilgisayar sadece bir yıl güncel kalsa da, masterı bitirmek için çalışmak yerine oyun oynamama olanak tanıdı. Şu an elimde olan ise, 2003'te aldığım nane mortu çekince iş yerinden bana verilen, eski bir bilgisayar: Oyunları da, 'browser'ı da açarken bin defa düşünüyor, hergele! Kısaca, şu ana kadar sahip olduğum tüm bilgisayarlar, mınakoduğumununbilgisayarı oldu. Oyunları çalıştırmadılari hep sorun çıkardılar. Fakat, şimdi, düşününce anlıyorum ki hepsi de farklı bilgisayar dillerini öğrenmek ve meseleyi derinlemesine çalışmak için yeterliydi. İnsan bir şeyi değiştirmek istesin, bir yeniliği öğrenmek ve ileri götürmek istesin; ona ne engel olabilir ki? İşte bundan dolayı mınakoduğumununbilgisayarları mı kıtipiyostu, yoksa ben mi kıtipiyosum, bilemiyorum..."

Blog

Anglo-Sanalca. İsim

- Bir ya da bir grup insanın, edebi bir tekniğe veya bilimsel bir yapıya gereksinim olmaksızın, belirli bir tema etrafında ya da kafalarına estiği şekilde yazdıkları yazıların, yaptıkları resimlerin ya da sağdan soldan devşirdikleri malzemelerin, bir internet sitesi üzerinden yayınlaması işi, ağ günlüğü. Spoiler Örnek: "Blog dediğin nane bülügtür, Savaş ve Barış ise babafingo!"


Son yazıya gelen yorumlar (Bkz. nüans maddesi), KYH Ailesi olarak bizi yaptığımız işi düşünmeye, nerede hata yaptığımızı sorgulamaya itti pek sevgili okuyucular. Neticede insanın kendi eylemleri hakkında, fiilleri çoğul eki kullanarak çekmesinin megalomaninin bir göstergesi olduğunu, dini deneyimlerimiz ve Fatih Terim'den dolayı biliyorduk. Öte yandan hiç kimsenin, çoklu kişilik bozukluğu hastalığımız konusunda klinik bir bulguya sahip olmadığını bilmenin güvenini de taşıyorduk.

Peki nasıl olmuştu da, bu kadar insan geceli gündüzlü (3 vardiya, ayıptır söylemesi) yazı mesaisi yaptığımız halde bir avuç okuyucuyu memnun edememiştik? (Ki bu blogun okuyucu sayısının, KYH Ailesi'ndeki fert sayısından düşük olduğu gösteren istatistiki verilere sahibiz.)

Sorunun kökenini bulmak için kanepeye uzanıp çocukluğumuza inmemiz gerekti. Karşımıza ne çıksa beğenirsiniz: Bülüg! (Evet, bülüg!) Bu yeni bilgi karşısında şaşkınlığımız uzun sürmedi ve yaptığımız bülüg fırtınası sonucunda, bülüg ile blog arasında daha önce kurulmamış ilginç bir bağlantının olduğunu keşfettik.

Resmi kurumlar tarafından "Küçük erkek çocukların cinsiyet organı" olarak tanımlanan bülüg, sukünetin tatlı kollarına uzandığınız bir kumsalda, sizi yerinizden sıçratacak bir çığlıkla denize doğru koşan ve büyüyünce fırlama olacakları izlenimi veren erkek bebeklerin bacaklarının arasından sarkan uzantıya verilen isimdir.

Bu uzantı işemek kadar, akran komşu kızlara gösteri yapmaya da yarar. Yan etkileri ise, sünnet edilmesi ve o kızların babası olan amcalara da gösterilmesidir.(Bazı psikanaliz çevrelerince bu insanların kendi penislerinin büyüklüğüne ikna olmak için bülüg görmeye ihtiyaç duydukları iddia edilmektedir.) Bir çocuk, bülüğünün büyülü olduğuna inandırılmışsa, büyüdüğünde bile, hangi ortamda olduğunu umursamadan o uzantısını sürekli yokla-yarak refresh etmeyi sürdürecektir. Nitekim Kutadgu Bülüg'ünün hala yerinde olduğunu görünce de haplanmış şebekler kadar mutlu olacaktır. (Bilig [Bilgi]. İsim. Türk malı - Türk'ün malı meydandadır. Bir insanın zekâsı sayesinde elde ettiği; öğrenme, araştırma ve gözlem yoluyla kurduğu; akılda oluşan olgu, gerçek ve ilkelerin bütününe verilen isim.)

Şu anda 'blog' denilen nanenin, en temel okuma yazma becerisine sahip olan insanların sanal alemde tuttukları günlükler olduğunu bilenler, "Bu ikisi arasında ne alaka var ki!" diye serzenişte bulunabilirler. Aradaki bağlantıyı daha net anlamak için hikayeyi biraz geri sarmamız lazım. İnsanların günlüklerini ifşa etmek bir yana, kilitli defterlerde yatak altlarında sakladıkları günlere...

Efendim, her şey 80'li yıllarda 'karaoke' çılgınlığının patlamasıyla başladı! 20.yy'ın başlarında kültür endüstrisinin boy vermesiyle beraber herkes bir yıldız, bir şambali şöhret olmayı istemeye başlamıştı. Ne var ki (yetenek mevzu bir yana), herkesi 'film artizi' ya da 'sanat güneşi' yapacak tesis yoktu. İşte karaoke teknolojisi o vakit devreye girdi: İnsanlar artık barlarda ve evlerinde 5 dakikalığına da olsa popüler bir şarkıcı olma fantazisinin tatminini yaşayabiliyorlardı. Ardından kitlelerin internete sürülmesiyle, süper şahane bir malumat orjisinin dibine düştük. Gazete, dergi, radyo, TV, sinema gibi geleneksel kitle iletişim mecralarının yapısal ve ticari engellerine karşın bu yeni mecra, internet bağlantısı olan herkese (yazım kurallarını bilmeyi gerektirmeksizin) seslerini duyurabilme, kendilerini ifşa edebilme, küçük de olsa etraflarında bir hayran grubu yaratabilme şansı verdi.

Bu gelişmenin medyanın yanı sıra hayatın pek çok alanında 'postmodern' diye tabir edilen, fütursuz bir esnekliğe haiz nüfuz etme yetisini yanında getirmesi şaşılacak bir durum değildi. Zira geçen süre zarfında terörist örgütlenmeler bile, tek başlı bir emir-komuta zincirinden (Haşhaşiler - Hasan Sabbah); eylem planı konusunda otonom hücre yapısına (El Kaide - Usame Bin Ladin) döndüler. Devir, artık viral (bir virüs gibi yayılan) araçların devriydi!

Sosyal medya namıyla arz-ı endam eden bu yeni medya, her türlü ifşayı/kimlik fantazisini belirli ölçüde kitlelere yaymayı başardı. Malumat ve iletişim teknolojilerindeki bu değişimler yepyeni bir epistemoloji yarattı: Wiki kültürü! Türkiye'de bunun ilk örneklerinin Ekşi Sözlük (binlerce yazarlı kollektif ansiklopedi) ve İtiraf.com (herkesin 'mea', herkesin 'kulpa' olduğu iç dökme sitesi) olduğu bu yeni 'oyun alanı', sosyalleşme kadar kitle iletişimini de yeni bir bağlama oturttu. Üniversite öğrencisi/mezunu gençler arasında Ekşi Sözlük yazarı olmak, prestijli bir kimliğe tekabül etmeye başlamıştı. Yeni mezunlar özgeçmişlerine gönül rahatlığıyla " .... yılından beri Ekşi Sözlük yazarı" ifadesini ekliyorlardı. (Harbiden var mıdır böyle bir ana kuzusu?)

Artık YouTube'da yönetmen, Blogger'da yazar, Twitter'da gazeteci, deviantART'ta ressam, Flickr'da fotoğrafçı, Delicious'ta kütüphaneci olabiliyoruz. Hatta dileyen Digg'de asil, Friendfeed'de tutumlu, Sosyomat'ta da fahişe olabilir! (Esprinin açıklaması için burayı tıklayın. Ancak misafir umduğunu değil bulduğunu yer.)

Sözün özü; egonun küçük ifşaatları olarak blog, aslında bülügle aynı özellikleri göstermektedir: Rahatlıkla sergilenir ve sergilenmeye teşvik edilirler. Evrende az yer kaplarlar. Kişisel anlamda değerli olmalarına rağmen insanlık tarihi için önem arz etmezler. Eyyam dolu övgülere açıktırlar. Sürekli update halindedirler. Sahipleri takıntılı ise normalden fazla refresh edilirler.

KYH elemanları olarak, naçizane görüşümüz, blogların varlığından yanadır: Herkes derdini, beğenisini döksün; başından geçenleri paylaşsın, gönlü ferahlasın! Bununla beraber insanların sosyalleşme sitelerinde yazışmalarını, birbirlerini tanımalarını, fulkontakt kaynaşmalarını, tematik cemaatler inşa etmelerini, istiyorlarsa orji yapmalarını da destekliyoruz. Fakat, "İki blog yazdım, kırk kişi de beğenmiş" diye kurum kurum kurulan, Posta gazetesinde şiiri yayınlanan memleket şairleri modeli, son sürüm sanal yazarları da burada anmadan geçemeyeceğiz: Hasta mısınız lan siz?

Bu fallik maddeyi Californication dizisinin baş karakteri, gönül adamı, güzel insan, sevgi pıtırcığı Hank Moody'nin ailecek pek sevdiğimiz bir tiradının (Sezon 1 Bölüm 5) çevirisiyle tamamlamak istiyoruz.


"Güya internet bizi özgürleştirecek, demokratikleştirecekti. Gel gör ki bize tüm sunduğu magazin haberleri ve çocuk pornosu oldu!

Millet artık yazmıyor, blog tutuyor! İnsanlar konuşmak yerine, noktalama işaretlerini ya da yazım kurallarını takmadan, birbirlerine mesaj çekiyorlar: Bebeem, LOL, hehe, nabyon, ii, :sev...

Bir avuç hödüğün, zengin ve zarif bir dil yerine, mağara adamlarının konuştuklarına benzeyen uyduruk bir dille, diğer hödüklerle koftiden iletişim kurmalarından başka bir şey değil bu!
"


[Blogları ve sanal iletişimi böyle aşağılayan ifadelerin bir blogta yer alması da alenen yüzsüzlük ve hatta hödüklük tabii ki!]

Nüans

Frenk icadı.İsim

- Birbirine benzer görünen durumlar ve kavramlar arasındaki miniminnacık fark, ince ayrım, ayırım, ayırırım!.. Örnek: "Doğup büyüdüğü taşrada her zaman farklı görülen ve bu yüzden -sahip olduğu matematik dehasına rağmen itilip kakılan- Göktürk, birincilikle girdiği Bilkent Bilgisayar Mühendisliği Bölümü'nün ilk sınıfında, 'Bu bir nüans farkıdır' sözüne alaycı bir iştahla dadanan sözde seçkin çocuklara duyduğu öfkeyle derslerine daha sıkı asıldı. Öyle ki şu anda nerede olduğunu kimse bilmiyor!"


Kapitülasyonlarla beraber başlayan Frankofoni dönemlerinden (ki 'kapitülasyon' bunun ilk kelimesidir) kalma bir kavram olarak zihnimize yerleşen nüans, Fransızca nuance'tan gelmektedir. Tam olarak ne bok olduğunu kestiremediğiz bu cümleyi, Wikipedia şöyle açıklıyor:

1- En solfège, indication d'un changement d'intensité sur une partition.
2- En physique ou en peinture, chacun des degrés par lesquels peut passer une couleur — par exemple, l'indigo est une nuance du bleu.

Elhamdüllilah, şimdi Anglofonuz da yenecek halta benzemeyen Frenk diliyle uğraşmak zorunda kalmıyoruz. Öyle ki Frenkçe'ye Mağripli insanlar olarak, bu ifadeleri Google Translation'a aktarmak zorunda kaldık:

1- Teoride bir bölüme yoğunluğunu bir değişimin bir göstergesi.
2- Fizik veya resim: her bir derecelik bir renk - örneğin geçirebiliriz, çivit mavi bir gölge olduğunu.

Şimdi nüansın tam anlamıyla ne olduğunu kavradığınızı umuyoruz sevgili Kafa Yolları Haritası okuyucuları! Yukarıdaki açıklama, nüansın anlatmaktan ziyade, Dadaist Çevirmenler Birliği'nin dile yaptığı bir gerilla saldırısı gibi gözükse de, 'özünde gayet iyi niyetli bir yorum'dur. Ancak kelimelerin dizilimindeki yer değiştirme, kaçınılmaz olarak, garip bir farklılık yaratıyor.

Bunun nedeni, 'şey'lerin, aynı kategorizasyonun içinde yer alsalar da, birbirlerinden ayrılmalarını sağlayacak ufak farklılıklara sahip olmalarıdır. Bu ayrımların 'doğru' ve 'eksiksiz' yapılmasını isteyen müşkülpesent insanlara halk arasında, bölgesine göre, 'obsesif kompulsif', 'manyaaak', 'entel' ve 'göt' denir. Ancak bu nüans delilerine soracak olsanız, size, "Şeytan ayrıntıda gizlidir" derler ve "Sanat zevki, damak tadı ve felsefe gibi güzellikleri yaratanın nüanslar olduğunu" söylerler.

İşin enteresan yanı, pek sevilesi KYH okuyucuları, nüans denilen kavram bir önceki maddede yer alan Hintergedanke'yi tespit etmek için gerekli olan önemli araçlardan birisi haline dönüşebilir. Aklınızın tavan arasında bıraktığınız bir takım düşünce ve hislerin, sizin çivit mavisi fikriyatınızın üzerine sızıp onu turkuaza çevirmesinde kuşkusuz şaşılacak bir durum yoktur.

Asıl ilgi çekici olan, sizin bu tupturkuaz lafları, insanlara hala çivit mavisi diye satmaya çalışmanızdır! İşin doğrusu, karşınızda, sözlerin tonlarından ortaya çıkan ayrıntının, şeytanın gizlendiği sığınak olduğunu iddia eden, ayrımcık ağızlı bir nüans delisi yoksa, zokayı çok güzel yutturabilirsiniz. Üç tarafı denizlerle çevrili, şu şapşahane memleketimizde, deniz çipurası ile çiftlik çipurası arasındaki tat farkını kaçımız alabiliyoruz ki, pek muhterem sözde rakı-balık düşkünleri?

Nüans, bir kavram/nesne/durum hakkındaki algılama becerisi derinleştikçe anlamlı hale gelir. "Dil, aklın evidir" düşüncesini takip edersek, günlük hayatlarını 100 kelimeyle idame ettiren insanlar için kelimeler arasında ayrımların önemsiz olduğunu görürüz. Aynen beslenme alışkanlığı et ve bakliyat üzerine kurulu insanlar için deniz veya çiftlik çipurası arasında, hatta bütün balıklar arasında, farkın olmaması gibi.

Oysa derinleşmiş algılama becerisi, şu üç günlük yaşantılarımızdan alacağımız tatların zenginliğini ve kalitesini belirler. Ne yazık ki bu, tarih boyunca, istisnai yetenekler dışında,belirli bir eğitimi alma şansına sahip olmuş zümrelerin tekelinde kalmıştır. (Alın size, devrimci olmak için bir neden daha!) Kendi zihinsel damaklarını değişik tatlarla beslemeyi sürdüren egemen zümreler, kitlelerin bayağı, değersiz ve sıradan tatlarla yaşamlarına devam etmelerini sağlarlar. Böylece hem sahip oldukları tatlarla kendi kimliklerini ayrıştırırlar, hem de yüzyıllar boyunca sömürdükleri kitlelerin aydınlanmasını engellerler.

Hal böyle iken böyle sevgili okurlar. Canımız sıkıldı şimdi bunları yazınca. Durumu rakı içerek telafi etmeyi umuyoruz. Bu maddeyi, Cemil Abi'nin anlatacağı bir fıkrayla bitirmenin gururunu yaşarken, hepinizi en içten duygularla selamlıyoruz. Cemil Abi, geğirerek vi vil rak yu söylemeyi bırak da, gel okuyuculara şu fıkrayı anlat!


Bir gün Nasreddin Hoca'nın komşusuna ip lazım olmuş.Hoca'ya varmış, kapıyı çalmış. Hoca kapıyı açınca, "Selamun aleyküm, hocam!" demiş.
Hoca, "Eyyamı bırak da, ne istiyorsun onu söyle sik kafalı!" diye karşılık vermiş.
Yüzsüz komşusu "Eki eki" diye sırıtıp, konuya girmiş:
"Hocam bana ip lazım oldu sendekini ödünç verir misin?"
Hoca:
"Verirdim komşu, ama bizim hatun ipe nüans serdi." demiş.
"Aman hocam, ipe nüans serilir mi hiç?" diye şaşırmış komşusu.
Hoca onu öfkeyle yanıtlamış:
"Bre kapçık ağızlı, ipincecik nüansı başka nereye sereceğidik?"

Hintergedanke

Almanca. İsim

- Art düşünce. Düşüncenin ardında, arkasında tutulan, söze ya da dile getirilmeyen, söylenmeyen, itiraf edilmeyen. Art niyet. Örnek: "Lan sendeki hintergedankeye kalsak 'tüm insanlık şerefsizlik üzerine kurulu' dememiz gerekir Yaman Abi!"

"...Hintergedanke, an apprehension lying tacitly in the back of our minds which we cannot easily admit, even to ourselves." diyor Alan Watts, The Book on the Taboo Against Knowing Who You Are adlı muhteşem eserinde. Yani "Hintergedanke, düşüncelerimizin ardında yatan -bırakın başkalarını- kendimize bile kolaylıkla itiraf edemediğimiz 'tacitly' bir 'apprehension'dır."

Bu ifadenin tüm şairane olduğu kadar cillopsss güzelliği Türkçe'ye çevrilmemiş iki kelimede yatar: Tacitly ve apprehension!

Tacit, Arapça zımni'ye karşılık gelir ki, bunun Türkçe'de sahibinden dubleks villa karşılığı vardır: "Kapalı olarak yapılan veya söylenen, dolayısıyla anlatılan, kapalı, gizli" ve mantık terimi olarak "içerik"

Apprehension ise daha çetrefilli bir anlam dünyası yaratır, çünkü Türk evladının o billur zihnindeki karşılıkları çeşitlidir: "Kavrayış, tevkif, korku, endişe, kuruntu, akıl, zihin, zan, anlayış."

Şimdi bu çeviriyi yeniden ve yeniden ve yeniden (Oh yeah!) okumaya kalkarsak, Hintergedanke karşımıza şu anlamlarla çıkar:

1- Düşüncelerimizin ardında yatan -bırakın başkalarını- kendimize bile kolaylıkla itiraf edemediğimiz, üstü kapatılan bir kavrayış.

2- Düşüncelerimizin ardında yatan -bırakın başkalarını- kendimize bile kolaylıkla itiraf edemediğimiz, üstü kapatılan bir korku.

3- Düşüncelerimizin ardında yatan -bırakın başkalarını- kendimize bile kolaylıkla itiraf edemediğimiz, üstü kapatılan bir kuruntu.

4- Düşüncelerimizin ardında yatan -bırakın başkalarını- kendimize bile kolaylıkla itiraf edemediğimiz, belirli bir içeriğe sahip bir akıl.

(Bu zeki okuyucu, muhakkak geri kalan kombinasyonları kafasında üretecektir.)

Bunların toplamından da , aslında içimizde bir yerlerde ne anlama geldiğini bildiğimiz ama anlamını -kimi zaman kendimize bile- itiraf edemedimiz düşünceler çıkar. Ki Alan Watts (Batılı bir misittik olarak) bu tabiri, (Batılı bir maddeci şerefsiz olan) Freud'un bilinçaltı / ID kavramını çok indirgemeci bulduğu için kullanmıştır. Çünkü Freud insanların eylemlerinin ve bu eylemlere yol açan motivasyonlarının altında gayet hayvani bir yaşamsal güdünün yattığını düşünüyordu. Ona göre tüm mesele; doğurucu bir enerji olan Eros (evet, erotik lafının kökeni) ile insanın öleceğini bilen tek varlık oluşundan duyduğu korkunun, Thanatos, yarattığı çatışmadan kaynaklanıyordu.

Ancak onun bu açıklaması, sık sık duygusallaşan (harbiden hisseden ama, koftiler değil), ara sıra tuhaf bir şekilde tekil bir varlık olmaktansa bu dünyayla BİR olduğunu hisseden insanlar için yeterli değildi. Önce kendi çekirgesi C.G. Jung karşı çıktı bu fikre, ardından da beat kuşağını belirli bir derecede etkileyen A. Watts.

Fakat, kaynağı ve nereden gelip nereye gittiği konusunda uzlaşamasalar da, insanların zihinlerinin ardında, kendilerine ve başkalarına itiraf ettiklerinin dışında, bir seziş olduğunda hemfikirlerdi. Bu sezgi alanı, modernlikle beraber makuliyet sınırlarına çekildiği zannedilen insanın mantık-dışı (irrational) kısmını oluşturuyordu ve hislerimizin / eylemlerimizin hangi yöne gideceğini belirlemede -belki de- mantıktan daha fazla etkiliydi. Yani, yediğin yine pilav ama pirinç değil, belki de bulgur pilavı hacım!

Bu noktada Hintergedanke, insanın gündelik hayat içinde karşısına çıkan bir takım toplumsal durumlar karşısında hissettiklerinin, başka toplumsal nedenler yüzünden aklının arka tarafına atılması, reddedilmesi ve yadsınmasıdır. Bu, bir başkasına kendisi / ne düşündüğü / ne hissettiği hakkında yalan atmaktan farklı olarak, kişinin kendisine dair gerçekle yüzleşmeme isteğidir. Eylemlerini ve onların doğurdukları / doğuracakları sonuçları bildiği halde, öz-imgesini (kişinin bilinç düzeyinde kendisinin nasıl bir olduğuna dair yargısı) ya da başka toplumsal bağlantıları (tam anlamıyla 'ilişikte olma'ları, angajmanları) zedelememek adına bunlar yokmuş gibi davranır. Bu yadsıma, çoğu kez, varoluşu rahatlatan bir sübap, bir emniyet terbitatı hissi uyandırsa da, insanın kendi içindeki canavarları görmezden gelmesinden başka bir işe yaramaz. O canavarların dönüşü de muhteşem olur, pek sevimli artniyetli okurlar! ("Herkesin içinde kendi Gulyabani’si yaşıyor. Herkesin içinde, tek gözüne ok atması gereken bir Tepegöz var!")

Uzun yıllar boyunca, ciddi ciddi nevrozdan muzdarip hastaları tedavi etmiş olan C.G. Jung, yukarıda Watts vesilesiyle anılan Hintergedanke kavramını egonun gölgesi olarak anmıştır. Freudyen psikoanalizde bu gölgenin eylem düzeyinde ortaya çıkışına bastırılanın geri dönüşü (return of the repressed) denir.

Sosyalleşme denilen süreç (aile terbiyesi, okul eğitimi, arkadaş grubu, evlilik vb.) sayesinde toplum denilen kurguyu oluşturduğu söylenen kurumların ve faillerin bize öğrettiği kuralların, içimizde bulunan istek / güdü / düşünce ile çelişmesi durumlarında (ki genellikle çelişir) o içte olanları gömer, başkalarına karşı onlar yokmuş gibi davranırız. Ancak her kasıtlı oyunun kuralı olarak, bir süre sonra attığımız yalana kendimiz de inanmaya başlarız. (Baudrillard'ın simulation kuramı burada devreye girer. Ancak bu ayrı bir tartışma konusudur. Şimdi size, "ben" dediğinizin gerçek istek ve arzularınızın oluşturduğu bir bütün yerine, toplumsal bir simulasyon olduğunu nasıl anlatayım!?)

Her ne kadar, "O" karşımıza ara sıra çıksa da, oraya gömdüğümüzün olmadığını tahayyül ederiz. Çok sevdiği bir insan öldüğünde onu yatağında ya da buzla dolu küvette saklayan insanların hikayeleri size çok hastalıklı geliyorsa, bir an durun ve kendi hayatınıza bakın! O insanların tek suçlarının, sizin sembolik anlamda, bütün hayatınız boyunca her gün yaptığınız işi, ete kemiğe büründürmek olduğunu göreceksiniz! (Ya da görmezden geleceksiniz.) Çünkü işin doğrusu, onların yaptrığı, sizin hintergerankenize yaptığınızdan farklı değildir: Yaşamsal bir gerçeği kabullenmemek, görmezden gelmek, olmamış gibi davranarak meşrulaştırmak!

Kendi hintergedankesi ile yüzleşmeye yanaşmayan insan kendini sevemez! Kamusal alanda gösterdiği tüm kendini sevme ayinleri koskoca bir yalandır. Çünkü ne kadar başkalarından ve -çoğu zaman- kendinden saklamaya çabalasa da o gömü aslında orada durmaktadır, muhterem mezarkazıcılar! Kendini kazmaktan karşısına çıkacak gerçeklerden dolayı korkan ve bu yüzden kendini sevemeyen bir insanın da başkalarını sevebileceğini hangi vicdansız iddia edebilir? Yüzleşeceklerinden korkmayı bırakıp kendini keşfetmek adına kazmıyorsan, mücadeleye girmiyorsan, terlemiyorsan, kusmuyorsan, kendinle kavga etmiyorsan, başkalarıyla nasıl barış halinde olabilirsin? Bir başkasının hintergedankesini kabul ettiğini iddia etsen de onu nasıl içselleştirebilirsin?

İşte ahali, bu korkaklık en kallavi toplumsal yalanlardan biridir!

"Sen şahanesin", "Sen cicisin" ,"Sen süpersin", "Sen çok güzelsin" deyip duran dostların / arkadaşların / ahbapların / sevgililerin / eşlerin bu lafları kendi keyifleri ve çıkarları için ettiklerinden emin olun! Çünkü, birbirimizle geçinmek ve iyi-kötü idare etmek üzerine kurulu olan ve adına toplumsallık denilen kavram bir eyyam uzlaşmasıdır! Bu uzlaşmaya çok kapılmış olanlar, onları didikleyen, eleştiren, hintergedankeleriyle yüzleştiren insanlardan kaçarlar. Ve bu kaçışı da, nasılsa asla yüzleşmeyeceklerine emin oldukları hintergedankelerine bir günah olarak eklerler. (Ödemeyeceğin hesaba bir şampanya daha ekletmekte mahsur var mı?) Bu yüzden, naçizane, beni didikleyen, tokat atan, sarsan insanları daha çok sevme eğilimindeyim. Ve -bazen naçar yere- bunu yaptığım insanlarından da beni daha çok seveceklerini umuyorum belki!

Velhasılı kelam, bu Almanca kavram üzerine çok konuştuk, o zaman Bavyera dolaylarından bir türküyle bitirelim bu maddeyi:

Oy hintergedanke, hintergedanke
Oh! Ja, ja richtig, ich komme!
Oy hintergedanke, hintergedanke
Sprechen sie Deutch? Ja, danke

Hıdırellez

Arapça. İsim

- Hızır ve İlyas peygamberlerin her yıl buluştuklarına inanılan 6 Mayıs günü kutlanan bayram. Örnek: "Arkadaşlarla beraber hızlı bir şekilde 'Hızır-İlyas-Hızır-İlyas' deyip durmamıza rağmen bir türlü Hıdırellez kelimesine ulaşamayınca, hatayı kendimizde aramaya başladık."


Rivayet odur ki Hızır, İlyas ve Zülkarneyn ab-ı hayat'ı (ölümsüzlük suyu) bulmak için yola düşerler. Zat-ı şahaneler, o diyar senin bu diyar benim sürterlerken yolları karanlıklar ülkesine düşer. Zülkarneyn (bazı İslam bilginleri bu kişinin Büyük İskender olduğunu söylerken, bazıları buna karşı çıkar), "Hacı ben kafama göre takılacağım" der ve büyük bir hata yapar. Zira Hızır ve İlyas ölümsüzlük suyunu bulurlar, içerler ve her mükemmel dostun yapacağı gibi bunu Zülkarneyn'e söylemezler. (Who wants to live foreveeer!) Üstelik Hızır, Zülkarneyn'in ordusunda komutan ve aynı zamanda da teyzesinin oğludur. (O derece dost yani!)

Neticede, ölümsüzlüğe kavuşan Hızır ve İlyas, yılda bir gün buluşup eski günleri anarlar. ("İskender'i nasıl ekmiştik ama abi?") Karada bolluk, bereket, şifa dağıtan Hızır ile aynı iyilikleri denizde yapan İlyas'ın bu buluşma gecesi de -pek çok kültürde- Hıdırellez Bayramı olarak kutlanır. Bazıları içip içip göbecik atarlar, bazıları gül ağacının dallarına çaput bağlar, bazıları ne istiyorlarsa bir kağıda çizip ağaç altına gömerler ya da denize atarlar. Bu tür ayinleri çeşitlendirmek mümkündür. Ortodokslar bu günü Aya Yorgi, Katoliklerse Aziz Corc Günü olarak kutlarlar.

İşin doğrusu şu ki; Hıdırellez, söylenceleri oluşturan öğelerin birbirlerine nasıl karıştığını anlamak açısından eşsiz bir antropolojik örnektir. Mezopotamya kökenli olan bu kutlamanın tüm Doğu Akdeniz'de, Balkanlar'da ve Orta Asya'da, farklı kültürlerde rastlanması şaşılası bir durum değildir, pek muhterem gelenekçiler. Ama ve lakin, karakterlerin bu kadar birbirlerine karıştıkları bir öyküye nadir rastlanır.

Hızır'dan başlayalım. Arapça yeşil kişi anlamına gelen "El-Khidr"ın Türkleşmiş hali olan Hızır, Kuran'daki Kehf suresinde ve bazı hadislerde anılmaktadır. Getirdiği bereketten ve oturduğu yeri yeşillendirmesinden dolayı bu adla anılır. Bir hikayeye göre Musa'dan akıllı olduğunu iddia eden Hızır, akla sığmayacak işlerle Musa'yı atraksiyondan atraksiyona gark eder. Musa'ya, "Beni sorgulama!" dese de Musa dayanamaz ve Hızır'a yaptığı tuhaf işleri sorar. Hızır da onları açıklar ama Musa'yı terk eder. (Ayrıntılı bilgi için ahanda)

Aynı hikayenin bir başka versiyonu ise Elijah ve Rabbi Jochanan arasında geçer. Burada Hızır'ın rolünü Elijah, Musa'nın rolünü haham Jochanan üstlenir. Bazı kaynaklarda Elias olarak geçen Elijah'ın Arapça karışılığı İlyas'tır. Tabii ki burada anılan, Hıdırellez'de bahsi geçen İlyas değildir; ancak hikayelerin ve isimlerin bu karışıklığı ilginçtir.

Öte yandan Hızır anlatısı, Haçlı Seferleri sayesinde, Avrupa'ya sıçramış ve pek çok öyküde Yeşil Şövalye olarak kendine yer bulmuştur. Bu anlatıların en ünlülerinden olan, Kral Arthur'un Yuvarlak Masa Şövalyeleri'nden Gawain'ın başından geçenlerin anlatıldığı Sir Gawain and the Green Knight isimli Ortaçağ masalında, tehlikeli ama bilge bir karakter olarak anılır. Ancak Hızır'ın Anglo-Sakson kültürüyle asıl çakışması, May Day olarak anılan 1 Mayıs'ta yapılan Jack in the green (Jack-in-the-green, Jack i' the Green, Jack o' the Green) kutlamalarıdır. Köken itibariyle, bahar zamanı doğadaki canlanışı sağlayan ruhun temsil edildiği bu Kelt bayramında, yapraklara bürünen bir adam, Green Man (Kelimenin düz anlamıyla, Hızır), kasabayı dolaşır. Eh doğal olarak da insanlar onunla beraber dans ederler.

Ha, bunların yanında yukarıda anıldığı üzere Hızır, aynı zamanda, Zülkarneyn olarak anılan Büyük İskender'in komutanlarından birisidir. Zülkarneyn, Arapça "boynuzlu" anlamına gelir ve İskender'e bu adın koç boynuzlarına sahip bir miğfer takmasından dolayı verildiği rivayet edilmektedir. Peki "Doğu'nun ve Batı'nın hükümdarı" olan İskender, neden böyle bir miğfer takar? Çünkü, kendisinin Mısır tanrılarının kralı olan Amon soyundan geldiğini göstermek ister. (Amon-Amen-Amin: Aynı kökenden geldiğine dair kuvvetli iddialar vardır. Mısırlılar dua ettikten sonra baştanrının adını söylerlermiş) Bu adam aynı zamanda, İslamiyet'e göre, peygamberdir! Oh la la!

Kısaca muhterem okuyucular, Hıdırellez hikayesi gördüğünüz gibi, düğüm içinde düğüm derecesinde karışıktır! Ticaret ve savaşlar sayesinde iç içe geçmiş pek çok karakter ve olaydan oluşan bu anlatının kökeni ise aslında pagandır. Tarih denilen külliyat bize, ister İskoçya'da olsun ister İran'da, tarımla uğraşan bütün insanların baharın gelişini kutladıklarını göstermektedir. Bundan dolayı, Hıdırellez de (gündönümü bayramı olan Nevruz gibi) aynı kültürel motifin farklı isimler altında
kutlanmasıdır. Mayıs ayıyla beraber havanın ısınması, nehirlerin coşması, doğanın yeşermesi, yiyeceklerin artması, kısacası bereketli günlerin gelişi, Paganizmin sembolik yapısında kişileştirilmiş; Hızırlar, 'Jack-in-the-green'ler, Yeşil Persil Adamlar saklandıkları mağaralardan ortama akmaya başlamışlardır. Zira,"nisan mayıs ayları, gevşer gönül yayları", a sevgili pagan-olduğundan-bihaber-paganlar!

İstanbul'da gelenekleşmeye başlayan Ahırkapı Hıdırellez Şenliği'nin bu gece yapılacağını hatırlattıktan sonra konuyla ilgili bir şarkıyı bir kuple mırıldanarak huzurunuzdan ayrılıyor, nice Hıdırellezlere diyoruz bebek!


Cennete merdiven mi kuracan be abla! - Led Zeppelin

Aynı türküyü söylersek,
Zurnacı bizi coşturacak,
Sittin senedir bekleyenler için
Yepyeni bir gün doğacak.
Ve ormanlar makara kukarayla
İnim inim inleyecek (yeminle!)

Bahçede bir telaş, gürültü filan varsa
Boşa panik yapma hacım;
Hızır Aleyhisselam için bahar temizliğidir o!
Evet, yol burada çatallanıyor;
Fakat uzun vadede
Seçtiğin yoldan cayabilirsin!
Meraklandım bak şimdi.

Kafan uğulduyor ve
Neden olduğunu bilmiyorsun,
Zurnalar "türküye katıl da coşalım" diyor lan!
Hışşit hanım abla, rüzgarı duyuyomun?
Ahanda senin cennete merdivenin var ya,
İşte o rüzgarın uğultusundadır, bildin mi?

Möble

Fransızca. İsim

-Oturulan, yemek yenilen, çalışılan, yatılan yerlerin döşenmesine yarayan taşınabilir eşyaya verilen genel ad. Örnek: "İçimizden bir arkadaşın yazdığı Möbleli Kiralik Daire şiirini blogun sonunda bulacaksınız. Sakın kaçırmayın!"


Fransızca maskülen meuble (hareket edebilir) gelen möble aynı zamanda -bu dilde- gevşek toprak, yumuşak kaya anlamlarına da geliyor. Fakat bu kelimeye İtalyanlar feminen mobilia ile yanıt veriyorlar. Onun da kökeni aslında Latince mobilis'ten (hareketli, değişken, aktif, hızlı)geliyor.

Oysa İngilizler, Fransızca fournir kökünden(sağlamak, üretmek, donatmak) gelen fourniture kelimesini; faydalı ve işe yarar araç (arkaik kullanımda süslü koşum takımı) olarak domaltarak elde ettikleri furniture, furnishing ifadelerini kullanırlar. Bunlar, Arapça meşrufat'ın karşılıklarıdır. Türkçe'de döşeme sözcüğüne denk düşerler ki döşemenin de döşek ile bağlantısı çok açıktır.

Şimdi bu karışık dizilimi özetleyecek olursak: Möble, Latince hareket etmek fiilinden türemiştir. Kullanımı neolitik döneme kadar gitse de, Romalıların buna hareket edebilen demesindeki hikmet, ahalide sürekli cırcıra yol açan, koskoca taş kütlelerin yerini taşınabilir biçimlerin almasıdır. Ardından Fransızların elinde şekillenen möbleye Britanya Kraliyet Ailesi de 16.yy'dan sonra katkıda bulunmuşlar ama halk, süslü koşum takımı sözünü duyunca kütüklerin üstünde oturmakta ısrar etmiştir. Bundan dolayı dünyada İtalyan ve Fransız möble akımları hala revaçtadır ve İngilizler hala kütüklerin üstünde otururlar. Bu esnada İsveçliler, zincir mobilya mağazaları kurup buralarda İsveç sosuna bulanmış köfte satmanın hain planlarını yapıyorlardı.

Bizim taraflara gelince karşılaştığımız, Arap kültürünün etkisiyle uzun süreler kullanılan mefruşat kelimesidir ki çöl çadırda yaşayan Arapların, möbleden anladıklarının perde ve cibinlik olması kaçınılmazdır. 70'li ve 80'li yılları bilenler, etraf Zırtapoz Home Design mağazalarıyla dolmadan önce perde, yorgan, yastık kumaşları satan Kanaat Mefruşat tabelalı dükkanların ne kadar fazla olduğunu hatırlayacaklardır.
Zaten 80'lerden sonra Arap etkinlik alanının yerine İngilizcecilik furyasının nasıl geldiğine hepimiz tanıklık ettik.

Türklerin möble anlayışının ise döşek ile sınırlı olması anlaşılırdır. Ancak bünyemizin kavramakta zorlanacağı gerçek, Ortaasya bozkırlarından yola çıkan bu insanların, imparatorluk kıvamına gelip Türk rokokosunu yaratırken gazozlarına hangi hainin ilaç attığıdır!

Eski Türkçe'de töşek olarak geçen sözcüğün kökenine dair süper şahane bir arama tarama yapmış olmamıza karşın ikna edici bir çözüm bulamadık. KYH'deki bütün çalışanlar olarak her çarşamba akşamı yaptığımız, "Döşeğin muhtemel kökeni döş olabilir mi?" toplantıları genellikle herkesin sarhoş olup birbirine girmesiyle bittiğinden net bir sonuca ulaşamadık. Ancak tartışmaları kısaca aktarmak gerekirse aramızda 4 ana fraksiyon ortaya çıktı. Ortada bir uzlaşma olmadığından hepsinin görüşlerini burada sergilemek istiyoruz, karar size kalmış.


1) Döş kelimesi Farsça olup omuz anlamına gelir ve döşekle uzaktan yakından ilgisi yoktur. Döşek, Eski Türkçe töşemek fiilinden türemiştir.Sevanyan'ın Etimoloji Sözlüğü bu konuyu açıklar.

Ancak bunlar da sonra ikiye ayrıldılar:

a) Döşemek aynen düzmek (Örn. "Oğlum Sıtkı için son zamanlarda epeyce temiz ev eşyası düzdü diyorlar."- M. Ş. Esendal.) gibi çift anlamdan yola çıkar.

b)
'Töşemek aslında fiil değil, isimdir (Ekmek gibi). Göktürkler, tasarladıkları ilk möble kreasyonuna töşemekadını vermişlerdir. Bunun delili de Orhun Yazıtları'ndaki "Türük Oguz begleri, budun eşiding. Üze tengri basmasar, asra töşemek kırılmasar, Türük budun, ilingin törüngin kim artatı udaçı erti?" ifadesidir. (Günümüz Türkçesi ile: "Türk Oğuz beyleri, ulusu işitin; üstte gök basmasa, altta möble delinmese, Türk ulusu, ilini töreni kim bozabilecekti ?")

2) Döşeme sözcüğünün kökeni olan döş, özbeöz Türkçe'dir. Zira Anadolu'nun Türkmen ve Yörük yerleşimlerinin yoğun olduğu bölgelerde sıklıkla kullanıldığı gibi, Türki dillerin konuşulduğu Ortaasya'da hala töş ifadesi göğüs, karın anlamlarına gelir. Kısaca çıkardığımız sonuç; Türklerin yüzüstü uyumayı tercih ettikleri ve bu yüzden döşlerini koydukları yere döşek dedikleridir. Bundan dolayı ki üzerine döşümüzü koyup döşekte uyuduğumuz gördüğümüz imgelere düş deriz.


Yukarıdaki birbirinden tutarlı ve bilimsel iddiaların hangisine inanırsınız bilmiyoruz. Ancak şu haberin (nah burada) bize gösterdiği üzere Türk insanının möbleyle kurduğu ilişki öyle ya da böyle döşek düzleminde devam etme eğilimdedir.

Bu yazıyı da tamamlarken size içimizden bir arkadaşın (yukarıda anmadığımız 4.fraksiyonun tek üyesi) şiiriyle veda etmek istiyoruz.


Möbleli Kiralık Daire

Etiler'de
Güvenlikli sitede
Kaloriferli balkonlu
Möbleli daire
Çok temiz!
Fakat mimarisi dikdörtgen olduğu halde
Ona neden daire deriz?

Tahterevalli


Farsça (Bir ihtimal). İsim

TDK’dan, noktasına virgülüne dokunmadan.

- İki ucuna birer kişi oturup karşılıklı olarak havada yükselip inerek eğlenmeyi sağlayan, ortasından bir yere dayalı tahta veya metal araç, çöğüncek: "Küçükken tahterevalliye binmişsinizdir. İki ucundan biri inince öbürü kalkan bu nesne yalnız tahtadan olmaz."- N. Hikmet.


Şu ana kadar olan çalışmalarımızda ilk kez TDK'nın bir kelimenin kökenine dair açıklama yapamadığını görüyoruz pek sayın götütahterevallidedayereçarpmışzedeler!

Hakkı Devrim'e göre, tahterevalli kelimesinin Farsça taht-ı revan'dan (yürüyen taht) geldiği söylenmektedir. Ancak nu bizi yanıltmasın, zira naçizane bünyemizde bu kelimenin kökeninin taht-ı revalli olduğu hissi uyanabilir. Hikaye şöyledir: Bir İtalyan öyle ya da böyle (bu arada möble ne enteresan bir kelime değil mi!) Osmanlı sarayına gelir ve "Ahanda süper bir icadım var. Nah şu tahtayı tam ortasından şu demire koyuyorsunuz. İki ucunda da şehzadeler sallanıyor, kim kimi göt üstü oturtursa o padişah oluyor!" der. Saray erkanı da "Süper icat hacı! Bunun adı taht-ı revalli olsun sana da bundan sonra Revalli Paşa diyelim. Geç bakalım Donizetti Paşa'nın yanına!" diyerekten bu şahsı taltif etmişler, şerefsizin yüreğine su serpmişlerdir.

Aranızda, "Tahterevalli, sadece parklarda rastladığımız, iki ucuna iki veledin oturduğu bir eğlence aracıdır" diyecek kadar şuursuz insanlar var mıdır bilmiyorum, ama KYH olarak bizim yaptığımız araştırmaya göre tahterevalli bundan çok daha öte bir anlam taşıyor. Zira keşfimiz odur ki; tahterevallinin semiyotik analizi, onun gerçek işlevselliği hakkında ne sahih bilgiyi sunmaktadır. (Yeminle konu üzerinde çok çalıştık!)

Tam ortada dengeyi sağlayan bir metalin üstüne bindirilmiş bir kalasın iki ucuna oturan insanlar -bu işlemi cidden benimsemişlerse- gerçek karakterlerini, çatışmalarını, güvensizliklerini bu basit aygıt aracılığıyla, rahat bir rahatsızlık içinde açığa çıkarırlar. Şahsi tahterevalli deneyimleri, "Ulan, bu şerefsiz şimdi kalkarsa şak diye kıç üstü otururum, acaba ben mi önce kalksam?!" ile sınırlı olan insanların gündelik hayatlarında, korkularından dolayı götlük yapmaya eğilimli insanlar olduğu tespit edilmiştir. Zira başkalarına kazık atanların büyük kısmının (%86.4) hayattaki en büyük korkularının kazık yemek olması sizce de şahanemsi değil mi? Gelin görün ki tahterevallinin şüphe koltuğuna -bir kez olsun- oturmuş insandan hayır gelmez! Eti mekruh, ruhu metruk olur. Her karşılaştığı insana, "Ahanda ha kalktı kalkacak ve ben de o kıç acısını yine yaşayacağım!" diye bakar.

Tahterevalli, masum olmayan bir güven oyununun masum bir aracıdır: Kimi zaman sade ve dingin ilerleyen bir süreç vardır, kimi zamansa bombastik bir hezeyan fırtınasının yarattığı dalgalar... Neticede bu aygıt, iki kişi arasındaki ilişkinin, bize ta çocukluğumuzda bahşedilen, en temize ve net metaforudur!

İşin özü odur ki Revalli Paşa, rüyalarımıza gulyabani olarak girmeye yeltenmeden, en görünür ve ayık haliyle, bizi korkutmayı başarmıştır! Bu şahsiyet (şu dünya üzerinde bir nebze nefes almamış bir insan olarak) bize, toplumsal ilişkilerde diplomasinin önemini anlatmaya çalışmış ve bunu da taht-ı revalli metaforuyla becermiştir.

Peki bu korkudan muaf olmak mümkün değil midir? Böyle mi gider her daim, bu kaypak düzen? Bir ihtimal daha yok mudur?

Belki de vardır be hacı!

Hakikatliğini bilemeyiz ama bu yazıyı okumaya başlarken gördüğünüz resim, tahterevallideki yegane güzel ihtimaldir! "Tahterevallinin tam ortasına oturmakta ne eğlence olabilir ki?" diye soran olursa, KYH ailesinin ezici bir çoğunlukla (%92.1) "Bu eğlence anlayışınıza göre değişir" yanıtını verme konusunda uzlaştığını belirtmemiz gerekiyor.

Velhasıl-ı kelam siz muhteşem okuyucularımızı, Romen karikatürist Mihai Ignat'a 1999'da Aydın Doğan Karikatür Yarışması Birinciliğini kazandıran çalışma işe başbaşa bırakırken, bloga ilk kez bir resim almanın gururunu yaşıyoruz. (Teşekkürler Nes!)

Öte yanda da, hepinize, "Ne güzel abimizdin sen İlhan İrem" demeden de geçemiyoruz:

Tahterevallinin bir ucunda sen, bir ucunda ben
İkimizde şikayetçiyiz dengelerden
Ölgün bir ışık hep yanıp sönen
Bir fener sanki hep sularda ben
Tahterevallinin bir ucunda sen, bir ucunda ben
İkimizde şikayetçiyiz dengelerden
Baharlar bitti, çocuklar gitti
Aşağı yukarı kaç sene geçti
Baharlar bitti, çocuklar gitti
Aşağı yukarı kaç zaman geçti
Tahterevalli yali balli, tahterevalli yali balli
Tahterevalli yali balli, tahterevalli yali balli
Tahterevalli yali balli, tahterevalli yali balli
Tahterevalli yali balli, tahterevalli yali balli
Tahterevallinin bir ucunda sen, bir ucunda ben
İkimizde şikayetçiyiz dengelerden
Başımda bulut, doymadan unut
Hangimiz ağır, hep yükselen ben
Sonsuz med-cezir, sevgimiz esir
Sen kumlardasın, uçup giden ben
Baharlar bitti, çocuklar gitti
Aşağı yukarı kaç sene geçti
Baharlar bitti, çocuklar gitti
Aşağı yukarı kaç zaman geçti
Tahterevalli yali balli, tahterevalli yali balli
Tahterevalli yali balli, tahterevalli yali balli
Tahterevalli yali balli, tahterevalli yali balli
Tahterevalli yali balli, tahterevalli yali balli

Film

Fransızca. İsim

TDK’dan, noktasına virgülüne dokunmadan.

1- Fotoğrafçılıkta, radyografide, sinemacılıkta resim çekmek için kullanılan, selülozdan, saydam, bükülebilir şerit.

2- sinema. Bir oyunun bütününü taşıyan şerit veya şeritlerin bütünü.

3- sinema. Sinemalarda gösterilen eser.

4- Camlara yapıştırılarak içerinin görünmesini engelleyen bir tür ince yaprak.


TDK’nın yukarıda güpgüzelce yaptığı tanımlara istinaden filmin, sinemalarda gösterilirken bükülebilen, bütünün bütünü ince bir yaprak olduğu sonucuna varabiliriz, pek muhterem nurlar! TDK'yı bu muhteşem yaklaşımından ötürü kutluyoruz. (Hatta araya amatör bir filmden parça atmak bile isteriz: "Senden ötürü mü, benden ötürü mü? Cevap versene gız TDK, kimden ötürü?")

Film kelimesinin "ayak tabanı" anlamına gelen Yunanca pelma'dan, ince ve düz tabaka benzeşmesine istinaden türediğine dair iddialar mevcuttur. Bu da bize insan evlâdının başı sıkıştığında, çağrışım zincirini ne kadar saçma bir şekilde kullanabildiğini gösterir. Sen düztaban modelinden yola çıkıp filmi ayaklar altına al iyi mi! Selülit, asetat ve polyester malzeme üstüne ışığa hassas kimyasalların sürülmesinden oluşan teknolojik bir malzemenin adının ayak tabanından gelmesi, sizde de bir kumsalda yürürken geriye dönüp bıraktığınız izlere bakarak, "Lan bu kumsalda ne filimler çevirdim be! Hayatım filim olur" lafını söyleme ihtiyacı doğurmuyor mu?

İşin teknik kısmını bir yana bırakacak olursak, sinema sanatının özünü oluşturan filmler modern zamanların masalları olarak görülmektedirler. Hani köy meydanında hikaye anlatan gezginler, meddahlar, orta oyunu kumpanyaları vardır ya, işte film de özünde başka bir halt değildir. Binlerce yıllık kadim geleneklerden doğan anlatıların, teknolojinin parlak ışığı altında işlenmiş halidir. Hatta, Marshall McLuhan'a kalsa, köyde ateşin başında izlenen ve dinlenen masalların -Gutenberg Galaksisi denilen kitapların hakimiyetiyle geçen 400 küsur yıldan sonra- yeniden canlanmasıdır.

Osman F. Seden adına! Açın TV'yi, herhangi bir dizi filmi izlemeye başlayın! Anneannelerimizin yaptığı mahalle dedikodularının daha organize halinden başka bir hikaye göremezsiniz. Sadece Binbir Gece, Yaprak Dökümü vb. gibi dizilerden bahsettiğimi de sanmayın. Mesela Lost'u ele alalım. Dizideki tek fantastik öğe olan adayı çıkarınca geriye ne mi kalıyor? Aynı kadın için kavga eden adamlar, başkalarına istediğini yaptıran kurnazlar, bebek hırsızlığı, zina, entrika, yalan dolan... Mahalleye yerleştirmeye kalksanız; Hugo'dan paranoyaya sarmış Şen Kasap, Sawyer'dan mahallenin bıçkın delikanlısı, Jack'ten Aysel Teyze'nin dotor çıkan oğlu, Kathy'den evde kaneviçe işleyip kısmet bekleyen ama bir yandan da gizli gizli oynaş içinde olan bir mahalle kızı, Locke'tan durmadan hikaye sıkan taksi şoförü çıkarabiliriz.

Bundan dolayı, filmler hakkında konuşmaktansa, "Filmin ne menem bir halt olduğunu hepimiz biliyoruz da peki nasıl yapılır?" sorusuna yanıt aramak daha faydalı olacaktır. Kafa Yolları Haritası, büyük bir kültür hizmetine imza atıp evde nasıl kendi kısa filminizi yapacağınızı açıklıyor!

Fırında Kısa Film Mercimeği

Malzemeler:

Senaryo (3-5 sayfa)
Oyuncular (en az 2 adet)
Kamera (filmli kamera olmasın)
Işık (bildiğin ampül)
Stanley Kubrick posteri (1 adet)
Şokella (1 kavanoz)

Malzemeleri İnceleyelim!

Senaryo, bir filmin en önemli öğesi olup, bir dramatik çelişki (otomatik işkillenme üretim mekanizması) üzerine kuruludur. Yani, filmde bir kötü bir de iyi karakteriniz olmalıdır. Kötü adam götün tekidir, iyi adam da taharet musluğu! Kısaca, iyi bir film bir bok üzerine kurulu olmalıdır. Bu saçmalığı inandırıcı yapan malzeme (prop) ise oyunculardır.

Örnek olması açısından size bir kuple senaryoyu oyuncularıyla sunuyoruz. Örnekteki dramatik çelişkiyi ve karakterleri dikkatlice takip edin.

Jane'in ihtiraslı bedeni Tarzan'ın (Rocco) kaslı kolları arasında hummaya tutulmuş makak maymunu gibi titrer. Jane, Tarzan'a sarılır.

Jane (Gözlerini kapatır):
Ohhh! Mmmmmm

Tarzan (Umarsız bir şempanze gibi):
Ooh! Aaaaaaaaa

Ağaçların arasına saklanan Çita onları kıskanç bakışlarla izler. Eline bir taş alır. Yavaşça Jane'in arkasından yaklaşır ve taşı Jane'in kafasına vurur.


Bir filmin olmazsa olmazı - hatta senaryodan bile daha önemli öğesi- kameradır. Çünkü kameranız yoksa çektiğiniz şeye tiyatro, oyuncuların bundan haberinin olmadığı durumlarda da röntgencilik (voyeurism), denir. "Kameram var, gizli çekim yapıyorum" diyorsanız da, camera obscura'yı yanlış anlamışsınız demektir ve TCK hükümlerince alacağınız cezadan indirim yapılmaz.

Hazırlanışı:

Salonun ışığını açın. Kamerayı, Kubrick posterinin tam karşısına yerleştirin. REC tuşuna basmadan önce oyuncu(lar)ınızı motive etmek için "Aslansın kaplansın" deyin. Art direktörle görüntü yönetmeninin kapışması bitince (her iki görevde sizde ise bir tür sanatsal iç kavga demektir bu) REC tuşuna basabilirsiniz. Burada unutulmaması gereken, her oyuncunun kendi adının yazdığı repliği söylemesidir. Gerisi senaryo gereği akacaktır. (Arada doğaçlamalara izin verin.)

Bir konuyu da böylece işlemiş olmanın gururunu yaşıyoruz sayın sinefiller. Huzurlarınızdan ayrılırken sizi, Yüzüklerin Efendisi serisinin soundtrack'iyle başbaşa bırakıyoruz.

Rı rınım
Rı rınım
Rı rı rııı rııı
Rı rınım
Rı rınım
Rı rı rııı rııı

Yangın

Türk malı. İsim.

1- Hastalıkla sağlıkta, evde ormanda okulda, götte gönülde basurda zarara yol açan büyük ateş; yanma ve yan tutma hâli. Örnek: "Ali, mahallede yangın var! Yangın izle Ali, yangın izle!"

2- Mecaz. Coşkunluk, insanın akası kabarasının gelmesi ve hatta içinin menteşelerinin tutuşması, ateşin bacayı ve bacağı sarması. Örnek: "Alo Yangın İhbar mı? İki Viagra çaktım, çok acayip yangınım ulan! "

3- Sıfat, mecazi. Müptelâ, düşkün, âşık, yanık. Örnek: "Bir yıldır dostu olduğu Piç Rıza'nın pavyonlarda fink atıp, iş kurma ayağına kendisinden çarptığı paraları altın dişli Azeri konsomatrislerle yediğini öğrenen Yangın Ayla, bir hışımla kaptığı 'emanet'i çantasına saklama lüzumu bile görmeden, soysuzun sıklıkla demlendiği, Dolapdere'nin kuytularında zulalanmış araba tamir atölyesinde aldı soluğu."


Yangın, kötüdür! Hele hele bir cuma akşamı yorgun argın evinize dönüyorken, daracık sokağınıza girdiğinizde, apartmanınızın tam karşısına denk gelen evin yandığına şahit oluyorsanız daha kötüdür. Bundan daha kötüsü tek durum ise, yangının apartmanınızın tam karşısına denk gelen evin tam karşısında çıkmış olmasıdır.

Çocukken bir kez daha böyle bir yangına şahit olmuştum. Yanı başımızdaki iki katlı müstakil ev cayır cayır tutuşmuştu da, girişine kocaman harflerle çakılmış "Maşallah!" yazısından geriye sadece "Maşa" kısmı kalmıştı. Bizim apartmanın ahalisi, yan komşumuzun balkonundan binanın üstüne naçar kovalarla su dökerken, o büyük yokedici gücü hayranlıkla izledim. (Handbook for Launching Pyromaniac Inside, Chapter 1: Beginnings.)

Fazlaca idealist ve iddialı olmayan iki uskumru ve onların asıl alınma nedeni olan rakıyla sokağa döndüğünde aklıma ilk gelen, o çocukluk günlerimden kalma görüntü oldu. İnsanların tüm hayatları boyunca biriktirdiklerini çok kısa bir sürede yeryüzünden silebilecek derecede kötücül bir güçtü yangın. Onları çaresizce sağa sola koşturuyor, o travma senin bu travma benim saç yoldurtuyordu. Tabii ki bu deneyim, ilerleyen yıllarda sobayı kurcalamak suretiyle evi bir kaç kez yanmanın eşiğine getirmeme; mukavvadan yaptığım evlerin içini sigara paketi folyosuyla döşedikten sonra bir parmak kadar kolonya doldurup patlatmama ya da güçsüze yönelik sadistik bir iştahla evlerine ekmek götürme derdin olan karıncaları kolonya yıkadıktan sonra onları ateşe vermeme engel olmadı. (Handbook for Liberating Pyromaniac Inside, Chapter 1: Why is destruction so enchanting?)

Her çocuğun başından geçebilecek bu küçük deneyimleri (Hadi canım, itiraf edin hepiniz böyle muzırlıklar yapmışsınızdır! Şu yeryüzünde civcivlere şırıngayla kolonya zerk eden ya da hamamböceklerini fare kapanına bağlayıp kafalarını uçuran tek insan ben değilimdir!) bir kenera bırakacak olursak; yangının "kötü" olmasının nedeni, alevin büyüleyiciliğine karşın, yangının sahip olduğu kontrolsüz, geri döndürülemez yıkıcı güçte gizlidir. Yırtılan bir kağıdın uğradığı fiziksel değişimi, onu bantlayıp giderebilirken; yangının yol açtığı kimyasal bir değişimi geri döndüremeyiz. Kağıttan geriye sadece rüzgarda savrulup gidecek bir tutam kül kalır. Bunu 22 yaşında, o ona kadar yazdığım bir koli dolusu öykü, şiir ve denemeyi Ankara 100.Yıl Sitesi'nde, boş bir alanda yakarken bilmiyor muydum? Biliyordum tabii ki, daha önce karıncalar üstünde deneme yaptım dedim ya!

Ateşin bu yoketme gücü Paganizm'in bütün formlarından Hinduizm'e kadar pek çok inancı derinden etkilemiştir. Yunan mitolojisine göre ateş dünyaya ilk olarak Prometheus.com adresinden download edilerek yayılmış, ama daha sonra bu webmaster'ın programı çokuluslu bir şirketi hack ederek dağıttığı anlaşılmıştır. Prometheus, tüm kanallardan ban edilmiştir.

Slavların güneş tanrısı Svarog, ateşin ruhunu simgelermiş. 17.yy'da Rusya'da ortaya çıkan dinsel krizde, Raskol denilen bir hareketin takipçileri kıyametin yaklaştığını iddia edip kendilerini "ateşle vaftiz" etmeye kalkmışlar. Hindular ölülerini yakmakla kalmaz, Sati denilen törenle kocası ölen kadınları kendilerini yakmaya zorlarlarmış. Ortaçağ'da şeytana uşaklık ettikleri gerekçesiyle yakılan cadıları hepimiz duymuşuzdur. Plutark gibi antik Yunan döneminin ciddi tarihçileri Kartacalıların çocuklarını tanrılara kurban ettiklerini söylerler. Budist rahiplerin protesto gösterilerinde de kendini yakıp gıklarını çıkarmadan kül oluşlarına dair videoları Internet'te rahatlıkla bulabilirsiniz.

Ha bir de Zerdüştlük meselesi vardır ki ateşi ve suyu (aynen yin yang gibi) ruhsal arınmanın iki kolu olarak gören bu dinin mensupları için, "ister mecusi ister putperest" olarak kabul edilsinler, ateşin ne anlama geldiğini anlatan tonlarca kitap bulunmaktadır. (Ancak insan yine de bu arkadaşların evleri yanarken nasıl tepki verdiklerini merak etmeden duramıyor.) Nevruz'da ateşin üstünden atlama geleneğinin, aynen pek çok Pagan inanışının Hıristiyanlığa sızması gibi, Zerdüştlerden miras kaldığını varsaymak çok da akıldışı değil. (İslamiyet'teki abdestin, Hıristiyanlık'taki vaftizten; onun ise kendinden önceki Pagan uygulamalarından esinlendiğini varsaymak gibi.)

Ancak orta harlı bir ateşin üstünden atlamak başka bir mevzudur, cehennemde yanmak bambaşkadır sevgili cadıyakıcılar! Yahudi -Hıristiyan geleneğindeki dinlerin hem kıyamet gününü hem de cehennemi tasvir ederken Tanrı tarafından yönetilen bir "yangın"ı anlatıyor olmaları rastlantı değildir. Bu tarif, Paganizm'in aksine olumsuz bir anlamda da olsa, ateşin karşı konulmaz dönüştürücülüğüne atıfta bulunarak bir korkutma draması yaratır: "Yanacaksın ama yokolmayacaksın hacım." İşte cehennemi yan tutmak tam da buna denir! (Karıncalar, hamamböcekleri ve civcivler için kaç yıl veriyorlardır acaba?)

Uzun bir aradan sonra yeniden okuştuğumuz bu maddede, yangın konusunu ele aldık sevgili cehennemate ahali! Hadi bu bahsi de öğrendiklerimizin özetini yaparak bitirelim, ne dersiniz?


Bu derste öğrendiklerimiz:

1) Yangın kötüdür!
2) a- Cehennem varsa yangından daha kötüdür ama Rabbim affedicidir. b- Eğer yoksa 1.madde geçerlidir ve Hedonizm güzeldir, cilloptur, ohşştur.
3) Prometheus.com sitesi, birbirlerine durmadan "ateşin var mı babuş?" diyen otlakçı halkı kin ve nefret yoluyla bölmeye çalıştığı için Digor 1.Sulh Ceza Mahkemesi'nin kararıyla kapatılmıştır. Digor'da Sulh Ceza Mahkemesinin, hatta Internet'in bulunmaması konu dışıdır.
4) Komşunun yanan evine kovayla ya da hortumla su dökmek külliyen eyyamdır. Çünkü bu işlem bir boka yaramaz!
5) Karınca ve hamamböceklerini mukavvadan yaptığımız maket evlere doluşturup yakmamalıyız. (2.maddenin (a) bendi uyarınca)
6) Deniz Feneri ile cukkayı sıyırırken "Karagümrük yanıyor!" diye ortalığı velveleye vererek kız tavlamak delikanlılığın raconuna uymaz.
7) Türk insanının cehenneme gittiğinde bile "Zebanileri feci kafaladım hacım! Ondan sonra paso araziydim, ense yaptım!" geyiği yapmasına hiçbir din engel olamaz.



(Şu anda su satarak geçimini sağlayan komşumun evi üzerinde devasa bir naylon branda var. İki katlı binanın üst katı ve çatısı yandığı için, sanırım ev ahalisinin bir kısmı alt katta, bir kısmı da dükkanda yatıp kalkıyor.)

Kalender

Farsça. İsim

1- Tasavvuf. Gösterişe tekâbül edecek her türlü süsten arınmış, sap ve sade yaşamaktan yana olan, alçak (-gönüllü) kimse (ve hatta ehl-i dil, ehl-i dem, ehl-i bîşeref, ehl-i eeeh). Örnek: "Birilerinin iyi olarak gördüğünü, başkalarının sapkın olarak adlandırmasının en belirgin örneklerinden birisini Kalenderler hakkındaki yorumlar oluşturur değil mi Cemil abi? Sen kaşlarını neden kazıdın abi?"

2- Üstüne başına dikkat etmeyen, özensiz giyinen, tabiri caizse pejmürde dolaşan, kılıksız mı kılıksız, paçoz mu paçoz insan evlâdı. Örnek: "İnan düğünümüze kalender gibi giyinip gelmemin, seninle evlenmek istemememle alâkası yok Nebahat!"

3- Yalnız birisi hareketli, üst üste konulmuş belirli sayıda silindirden meydana gelen ve düzgün yüzeyli kâğıt üretmek için kullanılan bir makine. Örnek: "Ben Kalender meşrebim güzel çirkin aramam, denk geleni sentezlerim"

4- Zarf atma şeklinde. Özensiz, dağınık, perişan ve kılıksız bir biçimde, mal gibi, sap gibi, dağ gibi, taş gibi. Örnek: "İnsanın kalender gezmesinin en büyük rahatlığı, 'şuracığa oturursam pantolonum kirlenir mi acep?' derdinden azat olması; en büyük belâsı da, oraya oturduğunda kıçının üşümesidir."



12-15.yüzyıllar arasında Ortadoğu coğrafyası çok şenlikliydi. Haçlı Seferleri taze bitmişti. Moğollar cesaret hapı almışçasına Orta Asya'nın düzlüklerinden Horasan, İran, Irak, Anadolu demeden bölgenin anasını belliyorlar, siyasal ve toplumsal düzenleri hallac pamuğu gibi attırıyorlar, yani coğrafyanın yorganına hava aldırıyorlardı.

Dünyanın herhangi bir yerindeki herhangi bir kaos ortamında olduğu gibi, bu dönemde de yukarıda bahsi geçen bölgelerde hem dinî hem de felsefi açıdan köktenci denilebilecek akımlar doğdu. Budist ve Hindu öğretileri Ortadoğu'ya taşınıp halihazırda Eski Mısır kökenli ezoterik anlayışla kaynaşmaya başladı. (Ki bu kavramsal zenginleşmenin Pakistan ve Hindistan'a geri dönüşü de oldu şüphesiz.) Kısaca, Moğolların yol açtığı göç hareketleri, arıların polenleri toprağa saçması gibi, farklı düşüncelerin karşılaşmalarına ve melezlenmelerine olanak verdi. Yoksa aslen Horasanlı olan Mevlâna'nın babasının, "Kalk hanım bir Anadolu yapalım, Konya'nın etli ekmeğini özledim" diyerek yollara düştüğünü sanmamız, kelimenin en hafif hâliyle zıbıklık olur!

İşte bu dönemlerde ortaya çıkan "uç" görüşlerden olan Melametiyye (Bkz. Melamet maddesi), kendi içinde dallanıp Kalenderilik, Cevlakilik, Haydarilik, Mevlevilik ve Bektaşilik gibi yollara olanak vermişti. Bunlardan sadece Mevlevilik ve Bektaşilik kurumsallaşabilmişti. Mevlevilik, Mevlâna Celâleddin Rumi'den sonra onun oğlu Sultan Veled ve şurekası tarafından bir tarikata dönüştü. Bektaşilik ise, Osmanlı tarafından devşirilen Hıristiyan çocuklarını kolay yoldan Müslüman yapmak ve Müslüman tutmak için, bir tür light İslam formülü olarak ihtiyaç duyulduğu için yüzlerce yıl varlığını korudu.

Oysa Melâmilik, Kalenderilik, Cevlâkilik ve Haydarilik gezgin dervişlerin üstünden ilerliyordu ve temel ilkeleri belirleyen bir kaç üstadın söyledikleri ve yazdıkları dışında kurumsallaşmadılar. Kaldı ki toplumsal düzene ve hâkim din anlayışına karşı olan bu görüşlerin kurumsallaşması, kurum kültürünün getirdiği gereksiz ayinlere boğulma ihtimalinden dolayı, ironik olurdu sayın okuyucular! (Hışşt, okuyor musunuz lan? Sıkılmadınız değil mi! Tabii alışmışsınız geyiğe güyüğe, iki satır ciddi laf okuyunca bu ne diyorsunuz. Akıllı olun, kırdırmayın kafanızı!)

İşte bunlardan biri olan Kalenderiyye, 12. yy.da Şeyh Cemaleddin-î Sâvî tarafından kurulsa da, bu tarihten önceki pek çok metinde Kalender kavramına rastlanılmaktadır. Bu gezgin dervişlerin en belirgin özellikleri; üzerlerinde sadece bir hırka olduğu halde köyden köye dolaşmaları, mal ve mülk sahibi olmayı reddetmeleri, karınlarını insanlara güzel ya da sivri sözler söyleyerek onlardan aldıklarıyla doyurmaları, çâr darb (dört vuruş) adı verilen bir prensip gereği saç, sakal, bıyık ve kaşlarını tıraş etmeleriydi. Toplumsal her kurumun ve geleneklerin karşısında olan bu dervişler, düzenli bir hayatı oluşturan yerleşme, çalışma, evlenme ve çocuk yapma gibi her türlü pratiği reddediyorlardı. Bu insanlara genel olarak (dünyadan yüz çevirmek anlamına gelen zühd kelimesinden türetilerek) zahid deniyordu. (16.yy'dan sonra, Divan Edebiyatı'nda bu kavrama sofu ve göstermelik dindar anlamı yüklenmiş olsa da, Kutadgu Bilig gibi erken dönem eserlerde kelime olumlu anlamda kullanılmaktadır.)

13.yy'da yaşamış önemli mutasavvıflardan Sühreverdi, Kalenderlere ilişkin şunları söyler:

"Kalenderiyye, adetleri tahrip etme ve toplumsal ilişki bağlarını atarak kalplerinin dinginliğini yaşama esrikliğine tutulmuş insanları ifade eder. Zahid, oruççu ve sofuların ibadetlerine uymaz, kalplerinin Tanrı'yla barışıklığıyla yetinir. Melâmetçi ve Kalender arasındaki ayrım, birincisinin tapınma eylemlerini saklamaya, ikincisinin ise töre yıkmaya çabalamasındadır. Kalender dış görünüşle ilgili olmayıp başkalarının kendi durumu hakkında bildikleri ya da bilmedikleri ile de ilgilenmez. Tek varlığı ola kalbinin dinginliğinden başka hiç bir şeye bağlı değildir."

Zahid, aşağılanmanın ve hakir görülmenin kendi benliklerine ket vuracağına ve bunu da onu fenafillah yolunda ilerleteceğine inanırdı. Her ne çâr darb denilen tıraşın, insan yüzünün Allah'ın suretinin en belirgin alanı olduğu ve kılların onu örttüğü inancıyla gerçekleştirildiği iddia edilse de, bunun o dönemler sahip sembolik anlam, güzel görünmekten vazgeçmektir. Zira erkekliğin emaresinin sakal olduğu dönemlerde bu Kalenderlerin sakallarını kesmelerinin Mevlâna'ya, "Şu Kalender dervişlerine imreniyorum!" dedirttiği rivayet edilir.

Ancak toplumsallığa böylesine saldıran insanların, o yapının kurumlarına inanan ya da onlardan geçinen insanlarca hoş görülmesi beklenemez. Çünkü Kalenderlikteki miskinlik, hırssızlık, toplumsal kurallara olan itaatsizlik hakim sınıfın faydalandığı düzenin sürmesi açısından, az da olsa tehdit oluşturur. Bundan dolayı pek çok Şeyhülislam tarafından zındık olmakla suçlanan Kalenderler (Doğu ve Batı'daki bütün Batınî tarikatlerin başına geldiği üzere) hapse atılmış, sürülmüş, infaz edilmiştir. Osmanlı'da da Kanunî Sultan Süleyman tarafından İstanbul'dan sürülmüşlerdir.

Ahmet T. Karamustafaoğlu'nun Tanrının Kuraltanımaz Kulları isimli kitabı, Osmanlı'da derviş gruplarını inceleyen Theodoro Spandugino'nun 1510-1519 yılları arasında yazdığı Türk tarihinde, Kalenderleri Torlacchi (bildiğimiz torlak -tüysüz-) olarak andığı ve haklarında şunları yazdığını aktarır:

"Torlacchi... en büyük sayıdadır. [Bu dinin] kurucusu, İsa Mesih'in doğası bakımından Tanrısal olduğunu ve canlı olarak yandığını söyleyen biri idi. Torlacchi çıplaktır, omuzlarına da ya koyun ya da birtakım başka deriler giyer. Sakal ve bıyıklarını kazırlar ve çok kötü tabiatlı adamlardır. Keşişler gibi manastırlarda kalmazlar, hırsız, alçak ve katildirler... Başlarında kanatlı bir börk taşır; Hıristiyan, Yahudi ve Türklerden büyük bir ısrarla sadaka isterler. Her biri uzun saplı bir ayna taşır ve herkese doğru tutarak 'Bak ve ne kadar kısa bir sürede, şimdi olduğundan başka olacağını düşün, öyleyse alçakgönüllü ve dindar ol, ruhunun iyiliğini düşün' der. Böyle konuştuktan sonda [dinleyiciye] bir elma ya da portakal verir, bu da kişiyi karşılığında ona bir akçe sadaka vermeye zorlar. Gündüzün Tanrı adına dilenirken eşeğe binerler, geceleyin de bu [aynı eşeklerle] kadınmışlarcasına çiftleşirler."

Kalenderlerin bu tavırları, durumu anlatan Levantenimizde her ne kadar şaşkınlık yaratır gözükse de, bu sadece Batı'ya özgü bir riyakârlıkta başka birşey değildir. Zira Rönesans döneminde bile köy köy dolaşıp ahaliden dilenen ve kendilerini aşağılatmak yoluyla yücelmeyi umut eden keşişler (ve hatta soylular)mevcuttu. Bu yanlarıyla Kalenderiler, olumsuz görünen özellikleriyle Rönenans dönemi ve ertesinde ortaya çıkan, Marquis de Sade, John Wilmot, II. Earl of Rochester gibi örneklerle parlayan libertine'lerin öncülleriydi. Ancak bunların Hedonist bakış açışlarından farklı olarak, dini otoriterini fetvalarından ve dini emirlerden bağımsız olma anlamına gelen ibâha (Mübah olan, günah olmayan anlamında. Batı'daki en yakın tabiri, tam olarak karşılamasa da, antinomianism'dir.) kavramının uygulayıcılarıydılar. Kısaca, şeriatı siklemiyorlardı ve vahdet-i vücud gereği her yol Tanrı olduğundan bî'şer olarak anılıyorlardı. Bu arada şeriat lafı ne kadar da çok şerr kokuyor!

İçinizden, "Lan bu ne kadar sıkıcı madde amına koyayım! Para vermeden iki gram bir şeyler okuyup gülelim diye girdik beynimizi siktin!" diyenleriniz çıkabilir muhterem okuyucular. Onları, "Desiktringidinlan!" diye savdıktan sonra; siz müdavimlere aslında hepimizin korkak olduğunu söylemek istiyorum. Çünkü şu yaşımıza kadar çabaladığımız şeylere ve elimizde olanlara bakacak olursak, salakça işlerin peşinde koştuğumuzu göreceğiz.

Nerede kendinle barışmak! Nerede kalbin huzuru! Bunları görmek istemediğimiz için -kimi zaman şerefsiz de olsalar- Kalenderlerin cesaretine sahip değiliz ve sıradan köleler olarak "Evet efendim, sepet efendim" demeye ve bu düzeni beslemeye devam ediyoruz.

Bu maddeyi, son dönemlerinde her halinden tasavvufla ilgilendiği belli olan Cem Karaca'nın Kalender adlı şarkısının sözleriyle bitiriyor ve huzurlarınızdan huşuyla ayrılıyoruz, muhterem gizli mutasavvıflar.


Soğuk demir gölgesi
Parmakların
Düşer malta taşlarına
Ağır demir kapılar
Acımasız kapanır
Mapushane akşamlarına

Aldırma be Kalender
Bu da geçer
Geçer ama birader
Deler de geçer

Delikanlı kanımız
En oynak havaları
Çalar damarlarımızda
Gözlerine yaş bürür
Yüreğin alaz alaz
Yanar tutsaklığında

Aldırma be Kalender
Bu da geçer
Geçer ama birader
Deler de geçer

Yalancı dostlukların
Çatal çatal dilleri
Kuşkular yüreğimiz
O özgür günlerimin
Pempe yeşil sevgisi
Bir yas olur kapkara

Aldırma be Kalender
Bu da geçer
Geçer ama birader
Deler de geçer