Ironi







'Hint' nire 'Avrupa' nire. İsim


- Bir sözü tersini kastederek söylemek suretiyle kişi, kurum, olgu ve olaylar ile alay etme; sağ gösterip sol vurup
halk içinde muteber bir nesnenin genç kızlık duygularıyla oynayarak bünyedetiirzonmaypilov hezeyanları yaratma; dallama gibi görünüp fucka bastırma sanatı. Örnek: "Hıştt Sokrat! N'aber lan ironik!"


Medeniyet denilen tek dişi kalmış canavarın yirmilik diş çıkarma dönemine denk gelen Antik Yunan uygarlığının sanat eserleri iki temel anlatım biçimi üzerine kurulmuştu: Trajedi (öldürü)ve komedi (güldürü). Fakat bu ayrım, türler arasında melezlenmelerin olmadığı anlamına gelmiyordu. İnsanları gülmekten ağlatan, ağlata ağlata sinirlerini bozup güldüren eserlere de rastlanıyordu. Türler arası geçişkenliğin yarattığı bu tutarsızlığın başlı başına bir mesaja dönüşmesinde ise büyük bir ironi gizliydi.

Bizatihi kendi tanımı içine gizlenebilme becerisini gösterebilecek kaç kavram sayabilirsiniz?

İroni, trajedi ile komedi arasındaki muğlak alan; iki düşman ülke arasındaki sınırda rastlanan, mayınlı "no-man's land" (sahipsiz) bölgedir. Kadın gibi hisseden kaslı bir erkeğin ya da erkek gibi hisseden zarif görünümlü bir kadının yol açacağı her türlü kafa karışıklığı, ironi ile muhatap olan 'ya-o-a-bu'cu kitlede gözlenebilir.

Kafa Yolları Haritası'nın karanlık çağlarında yayınlanan Alay maddesinde ironiye ucundan dokunulmuş; kurban rahatsız olunca da duracak düğmesine basılıp ortamdan sıvışılmıştı.

Ancak alay ve hiciv, dallamaya bumerang sallamadan yapılabilen taşlama sanatlarındandır. İroni ise kıçını (bu kavramlara göre) daha dar bir anlam aralığına yerleştirir; zira ironi, içinde sersemletici dozda 'kinaye'yi barındırır. Zaten ironinin anlaşılamama rizikosu barındırmasının nedeni de budur. Beyninin kıvrımları jilet ütülü insanların kuramadıkları nöron bağlantıları, en çok böyle anlarda eksikliklerini hissettirirler. Bundan dolayı, anlayamadıkları her şeye olduğu gibi, ironiye de kem gözle bakarlar.

Mevzu bu minvalde ilerlemese, kelimenin kökeni Eski Yunanca 'duygularını gizleyen, içten pazarlıklı insan evladı' anlamına gelen eirōn'dan türer miydi hiç?

Bu sinsi insanı, içinde bulunduğu bir tartışmada muhatabını yemlerken görebilirsiniz. Sokratik tartışma yöntemi, bunun en güzel örneğini oluşturur. Mahsuscuktan mevzuyu bilmiyormuş gibi yapar, muhatabın tezindeki zayıf ve eksik noktaları keşfeder, ardından da voleyi çakarsınız. Neticede karşınızdaki kendi kurduğu tuzağa düşen bir avcının mahsun haletiruhiyesine saplanıp, kendi aklından şüphe etmeye başlar. Tabii ki tartışmayı kazanırsınız, ama o zamanlar bile "içten pazarlıklı götoş" anlamına gelen ironik küfrünün yemekten kurtulamazsınız.

Gerçekten de ironi yapanlar, içten pazarlıklılardır. Akıllarına geleni, geldiği gibi söylemez; eğip büker; gerçekliğin ne olduğuyla oynarlar. Kendilerini şiddetle kınıyor; onlara "Bu yaptığınız delikanlılığa sığmaz lan!" diye hönkürüyor ve hatta tavır koyuyoruz: Aranızda ironik olan varsa bu bloga bir daha gelmesin oğlum, yeminle kırarız beyninizin loblarını!

Hayır mesele o değil de, içten pazarlığı nasıl yapıyorsunuz? Alıcı kim, satıcı kim? İçinizde nasıl el sıkışıyorsunuz?

Kendi kendine, "Kayseriliye sormuşlar, bu ironi kaç lira eder diye. Alacez mi satacez mi?" esprileri yapan insandan şu hayatta bir cacık olmaz sevgili okurlar. Bu insanları tedavi ettirmek ve topluma kazandırmak gerekiyor. Pek muhterem yetkililer çok yakında İroni ve İstihza Bağımlılığı Tedavi Merkezi'ni (İRİSTEM) kurduklarında saklanacak delik arayacaksınız.

Durum böyleyken, bu maddeyi delikanlı bir sanatçının, Bob Marley'in, bir şarkısıyla bitirelim isteriz. (Sözlerin orijinali burada. Klip de burada. Şarkının sözleriyle klipteki top oynayan, neşeli Marley arasındaki ironi, Marley'in suçu değil; takipçiler özgünlüğü kaçınılmaz olarak bozarlar.)


Bob Marley- İronik Aslan Siyon

Başım belada, zulayı unutmuşum helada
Ama kaçmak zorundayım, Narkotik Şube kapıda

Merhaba, ben ironik aslan Siyon (Tekrar et)
İronik aslan Siyon

Pırrr tabanları yağladım, emaneti çöpe salladım
Bak nasıl da yıldız olmaya çalışıyor piç
Aşiret için, töre için cana kıyılır mı hiç

Merhaba, ben ironik aslan Siyon (Tekrar et)
İronik aslan Siyon
(Bizim Siyonizmimiz başka abicim, ben aslen Jamaikalıyım)




Kofti





Rumca.
İsim.

- Bir duyguyu, düşünceyi, hayali, metayı, niceliksel ve/veya niteliksel anlamda olmadığı bir hâle büründürerek satmaya çalışan sahtekâr, yalançııı, bacanakbacağı, dolandırıcı, kolpa insan evlâdı. Örnek: "Hıştt Cemil Abi, 'Yalandan ve yalancıdan nefret ederim kadar büyük bir yalan yoktur!' Nasıl, iyi mi? Koftilere ayar veren bir aforizma oldu di mi? / Ne bileyim Danyal? Ben burada mıyım ki?"



Eski çaycımız Ramiz'in büyük büyük dedelerinden olan Petronyus'un, "Mundus vult decipii ergo decipiatur" lafını boşuna telâffuz ettiğini düşünüyorsanız; Ramiz'in sülâlesinden bir fertle rakı içmemişsiniz demektir.

Ramiz'in çevirisiyle, "Âlem iyice mala sarmış be ya, sallayasın kuyruklu yalanı emencecik inanıverirler! Ee madem öyle, bırak da inansınlar kızanım!" anlamına gelen bu söz, herkesin, siyasetin 'koftileme sanatı' olduğunu bildiği halde, ne halt yemeye siyasilerin peşinden sürüklendiklerini, kısmen alaycı kısmen fırsatçı bir ima ile gösterir. Çünkü düzenli şekilde yalan atan/üçkâğıt bağlayan koftiler, onlara inanmaya hevesliler olmadan bu işi başaramazlar.

Yukarıdaki sözün büyüklüğü ise, binlerce yıldır, pek çok farklı alanda süregelen sahtekârlıkların neden sürdüğünü ve neden süreceğini tespit etmiş olmasında yatar. Kıçınakazıkkaçanların ipliklerini (her ne kadar onlar kendilerini aklamaya gayret etseler de) pazara çıkaran 'inanmayı istemek' fiili, aslında büyük bir küfür olan kurbanlaştırmayı saf dışı bırakır; masumâne bir saf dilliliğin arkasına saklanıp vicdanımızı sömürmeye çalışan budalaların gerçek yüzlerini ortaya koyar. Her türlü uyarıya kulaklarını tıkadıktan sonra dolandırılır; ardından da böğüre böğüre bağrışırlar. Bu kulak tıkama, gerçeği sezdikleri halde, tatlı yanılsamanın bitmesinden duydukları korkudan kaynaklanır.

Petronyus'un önermesinin ardında iki ihtimal vardır: Gündelik olarak, bir hayalden gerçek değerinin üstünde kâr bekleniyordur; genel olarak, evrenin kayıtsızlığına karşı bir tür var olma stratejisi babında, 'umut, ölümlünün ekmeği' faydası alınıyordur. Her iki ihtimalde de kofti, karşısındakini kendi isteği doğrultusunda yönlendirmeye çalışan, bunu da kasıtlı olarak yalanlarla yürüten kişidir.

Mevzunun can damarına bakacak olursak; iki şerefsiz insan müsveddesinin dünyayı kandırmaya çalıştıkları görürüz: Koftiler ve sanatçılar. Bunlardan ilki en çiğ yalanı kavruk bir gerçek gibi satar; ötekisi ise helâtıkayan kadar gerçek olanı bile yalan attığını söyleyerek sunar. Zaten iyi sanatçıdan iyi politikacı çıkmazken; iyi politikacıdan ise her şey olabilmesinin nedeni de budur. (Bir istisna: Sitesine Kofti adını vermiş, çok yetenekli bir çizeri keşfetmek için www.kofti.com'u ziyaret edebilirsiniz. Özellikle çizgi hikayelerine göz atmanız tavsiye edilir.)

Sanatçı da kofti de, size (öyle ya da böyle) bir yanılsama sunarlar. Bu tatlı yanılsama sizi gündelik hayatınızın sıradanlığından çıkarır; sizi, renkli ve eğlenceli olasılıkların oynaştığı Sınırsız Rüyalar Diyarı'na mülteci olarak götürme sözü verir. Ancak sanatçı, sizi gerçekten İsveç'e götürse bile, her zaman Kapıkule yakınlarında boş bir araziye indireceğini vurgulayıp durandır; sunduğu hayalin gerçeklik iddiası taşıdığını söylemeye asla cüret etmez. Kofti ise tavşanların gerçekten şapkasında olduğunu, hatta fırsattan istifade orada üreyip koloni kurduklarını söyleyecek kadar yüzsüzdür.

Bu iki durum arasındaki farkı en net şekilde anlatan kişi olarak Orson Welles'in adını verebiliriz. Çocukluğunda Harika Çocuk mahlasıyla ilüzyon gösterileri yapan Welles, yanılsama ile sanat arasındaki bağı tüm hayatına taşıdı ve büyüdüğünde sinemacı oldu. (Büyük derken, henüz 26 yaşında Yurttaş Kane'i çekti. ) Ona göre ilüzyon gösterisi ile sinema gösterisi arasında bir fark yoktu: İkisi de insanların dikkatini, "Bak şimdi ne yapacağım ve sen de bunu yiyeceksin" diye diye, başka yöne çekme becerisiydi. Bu çemada koftiliğin yerini ise 1938 yılında bir radyo aracılığıyla gösterdi. H.G.Wells'in, dünyanın Marslılar tarafından işgalini tasvir eden Dünyalar Savaşı romanını, bunun bir drama olduğunu söylemeden radyoda okudu. Sonuç, anlatılanı gerçek zanneden insanların paniğe kapılmaları ve sokağa dökülüp büyük bir kargaşa yaratmaları oldu.

İmdi, sözgelimi, siyasetçi dediğiniz insan, Welles'in radyodan bir kez yaptığını her gün yapan insan değil midir? Kimi zaman ortada sebep yokken tansiyonu arttıran, kimi zamansa tüm ülke büyük belâlarla karşı karşıya iken sakin olunmasını telkin eden ve cebini böyle dolduran insanları an be an izlemiyor muyuz?

Bunlar ortaklaşa inandığımız yalanlar olmasa, belki de vicdanı kuvvetli bir analist çıkıp, bize şu borsa ve küresel kriz çalkantısının, koftilerin şişirdiği küresel ekonominin canımıza okuması olduğunu söyleyebilirdi. Birisi size bir rezervde tutulan altınlara karşılık olması gereken banknotların değersizliğini anlatsa; bırakın altını gümüşü, ortada banknot bile olmadan banka hesaplarınızla Internet şubesi üzerinden yaptığınız işlemlerin tarihin gördüğü en büyük üçkâğıt operasyonu olduğunu söylese; banka hesap PIN'lerimizi uç uca ekleyip onu kovalarız. Çünkü içinde olduğunuz yanılsama, küresel krizlerde mavi ekran gösterse bile, varlığını sürdürmektedir. Emeklerimizi cebellezi eden spekülatörlerin, en bilgili ve akıllı koftilerden oldukları su götürmez bir gerçektir!

Hazır Internet demişken; bir başka koftilikten bahsedebiliriz: Internetin yaygınlaşmasıyla beraber güneş gözlüğüyle webcam fotoğrafı çektiren, evrenin bir numaralı erkeği pozlarındaki primat koftilere; en dip layer'ına kadar fotoşoklanmış benlikleriyle arzıendam ederek, 'bana güzel avrat' deyin diye çırpınan cinsilatif koftilere ve aforizma üfürücü, kafa bükücü sözde-feylesof koftilere rastlamaya başladık.

Şimdi bir densiz çıkıp, primat koftilere, "Koçum güya havalısın, en bi' şahane erkeksin ama her gün tuvalette iki posta gidiyorsun, bu ne iş?!" dese; şoklu hatun taifesine, "Böyle profil fotoları yapıp duruyor, sonra da şu bana asıldı, bu hayvan bilmem ne dedi diye hayıflanıyorsun; koy bakalım ot böcek böyle oluyor mu?" diye ayar verse; derin ve afili sözde-feylesoflara, "Yahu hacı, her erkeğin her kadına asılma hakkı vardır da, gözlerin alalade bir kadın gördüğünde bile fıldır fıldır sörf yaparken; sen neyin felsefesini, neyin devrimini satıyorsun? Hatuna aforizmik, ere mikmiksin!" dese; primatın gözlerini ağlamaktan kan bürümez, şoklunun hue'su kaymaz, sanal asinin delişmen aforizmaları utancından Nietzsche'nin bıyıklarının altına saklanmaz mı? Hal bu noktaya geldiğinde; glow'lu uzuvlarını, matrak mı matrak vudiellınımtrak iletilerini ya da 'isyan vakti gelmiş bir şehrin kırılgan huzursuzluğunu anlatan'' ağlak şiirlerini nerene enstele edeceksin?

Hadi bunlar belirli bir cins diyelim; peki durmadan sevgi böcüklüğü ruhunun üstünden ayrılmadığı kofti vulgaris ile nasıl baş edeceğiz? Yahu bir insan evlâdı durmadan sanal sevgi dağıtabilir mi? (Kafa Yolları Haritası'nın arkasından 'şöyledir böyledir' diye konuştuğunuzu bilmiyor muyuz biz?) Tamam, dükkâna geliş fiyatı, vergisi, stopajı filan yok da; az önce 'Çok güzel çıkmışsın Burcucum' diye yağ yaktığın hatunun arkasından 'Ondaki yağla balina ısınır' deyip durmaktan da mı yorulmazsın, bre kofti Lâle! (Ancak maddenin ta en başında bahsi geçmişti; suç sadece Lâle'de değil, Burcu da bu konuda beğğnce yalnnnış yaptıea! Lâle'nin kendisi hakkındağ öle dediğini bilmio muki?)

Neticede, alan memnun satan memnun değil mi, sevgili sanal âlem mukileri? Internet'i de -kaçınılmaz olarak- gündelik hayatımıza çevirip, ardına sığındığımız ikiyüzlülüğün, attığımız yalanların can bulacağı yeni bir mecra yapmadık mı? Koftilik, hepimizin öyle ya da böyle bir ucundan tuttuğu, edepsizce çığırtkanlık yaparak yükselen yeni bir yeni çağın 'ahlâk'ı değilse; biriktirdiğimiz millerle kaçacak neresi kaldı, pek bi' şirin 'very big cat'ler? Sözünde vaat çok, özünde ad hoc bu yeni ilişki düzlemi külliyen eyyam üzerine inşa edilmiş bir gecekondu değildir de nedir, a bağrı obruk memleketimin sevgi fakiri kelebekleri?

Bazılarınızın, her daim olduğu üzere, bu uzun yazıdan sıkıldığını, kulaklarını tıkayıp gözlerini bantladığını tahmin etmek için müneccim olmak gerekmiyor. Madem öyle, bu kavramların içini boşaltma ve iletişimi ortada iletişecek bir şey kalmayana kadar arttırma sürecini basit bir örnekle titreştirelim.

Bunun için kan kardeşi kavramına bakmamız yeterlidir. Bir zamanlar kan kardeşi, kör bir çakıyla kanatılan parmakların buluşmasını ve (tamamen gerçekleştirilmeyecek olsa da) ömür boyunca birbirinin götünü kollamayı simgeliyordu. Kısaca ortada iki insanın biribirine AIDS bulaştırmasına yetecek kadar kan vardı. Sonra bu lafı uzun bulduk ve kanka olarak kısalttık. Bu da kesmedi, yaratıcı gençlerin havadar beyin kıvrımlarından süzülen panpa lafı meseleye dühul etti. Çok da iyi etti; yoksa Hilâl Cebeci'nin 'online striptease' gösterilerinin ardından, onu her yalamak isteyen adama, 'Bn de sni sevyrm panpişim' yazışını okuyamazdık. (Tabii ki bu yorumu kabul etmeyip, "Biz Hilâl'le farklı bir yöntemle kan kardeşi olmak istiyoruz" deme kudretiniz, damarlarınızda akan panpişte mevcuttur!)

Şimdi bunu okuyup "Kafa Yolları Haritası ağzından tükürükler saça saça, sağa sola sataşıyor ayol!" deyü düşünürseniz üzülürüz. Şu mevzuyu hoplatmak gerekir ki; bu ucuz koftilik türü aslında hepimizde farklı konularda farklı dozlarda ikamet etmektedir. İnsanların gerçeği sıkıcı bulduklarını ve onu olduğu gibi satın almayacaklarınız öğrendik. Bundandır ki hepimiz kof'uz, hepimiz ti'yiz! Meselâ, en basitinden, şu satırı yazan hergelenin Facebook profilinde (beni buradan listenize ekleyebilirsiniz.), din hanesinde Kofti Kalenderi yazıyor. Hakiki Kalenderliğe göt yetmeyince, zikren Hanya'da fikren Konya'da olmak kaçınılmaz! (Neyse ki; şerefsizlik imdadımıza yetişiyor da tutarsızlıklarımızı sümen altı edebiliyoruz.)

Koftiden uzayan bu maddeyi de Kofti Türleri üzerine yıllardır yapmakta olduğumuz esaslı bir çalışmanın sonuçlarını yayınlayarak kapatalım mı, sayın Zeytinburunlular?

Fakat önce teşekkür etmek istiyorum. Şimdi siz bunu donuna kadar değil sonuna kadar okudunuz ya; hepinizin yüreğine sağlık, canlarım benim! <3



-Kofti Türleri-


Cızbız Kofti: Yalanını yemesi en zevkli olan koftidir. Muhatabını zayıf yerinden yakalayıp, onu iştahını güzel vaatlerin kokusuyla harekete geçirir. Onu bir başkasının hayallerini ayıklarken gördüğünüzde bile, ortada bir 'tezgah' olduğunu bilmenize rağmen, canınız çeker; yemek istersiniz. (Yersiniz de!)

Islama Kofti: Zengin içerikli bir kofti türüdür. Özünde 'bayat'lık olsa da; farklı kaynaklarla beslendiği için ilgi çekici görünür. 'Bol jöle kullanan koftiler', kıskanç keller tarafından bu türe dahil edilseler de; bu sınıflandırma aslında doğru değildir. (Buradan tüm kellere, 'Peruğunuzu denk alın, bir sonraki madde siz olabilirsiniz!' demek istiyoruz.

Mantarlı Kofti: İş dünyasında sıkça görülürler. Sizden çok şahane bir iş için para aldıktan ya da emeğinizi emdikten sonra, "Kardeş, o iş mantara bağladı ya; her şey de boşa gitti!" diye karşınıza çıkarlar. Bunun ertesinde Facebook'ta Şeyseller'de yaptıkları tatilin fotoğraflarını görürsünüz. Mantarın lezzetine göre, fotoğrafları 'beğen'ebilirsiniz bile!

Dalyan Kofti: Kadın ya da erkek fark etmeksizin dış görünüm itibariyle dalyandırlar, ama yürek dersen tısss! Zoru görünce kaçarlar; kaçamazlarsa tek darbede yere inip zırlamaya başlarlar. Güçlü ve becerikli görünüp, büzüklerinin ötesinde vaatlerde bulunurlar; sonra da toz olurlar.

Çiğ Kofti: Çoğunlukla sonradan görme, ham meşrepli sahtekarlardır. Yaptıklarını bire bin katarak, sırf kendilerini övmek için anlatırlar. Yalanları keyifle yense de, bünyeden atılırken ciddi bir yanma yapabilir.

Kadın Budu Kofti: Karı kız peşinde koşan erkek koftilerdir. Yok efendim, "Ben entelim, ben ezilenin yanındayım"; yok efendim, "Ben yazarım, senaristim, müzisyenim, art direktörüm", yok efendim, "Benimki 25 santim, ayrıca dışarı çıkmadan prezervatif de değiştirebilirim" diye dolanıp duran türdür. Web sitesi kurup, kendini bin bir meslekle tanımlayanlara rastlansa da; 25 santimci olanları, mevzuatı belgeleme konusunda utangaç davranmaktadırlar.

Ekşili Kofti: Koftilerin en suratsız, en can sıkıcı türüdür. İnsan yalan atar ama tatlı tatlı atar di mi? Bunlar durmadan sağa sola laf sokarlar, ama kendileri de aynı yoldan giderler. Sürekli depresyonda olan, özgüvensiz kadınlar bu türe girerler.

Terbiyeli Ekşili Kofti: Yukarıdaki grubun aile terbiyesi almış olanıdır. Bundan dolayı pasif agresiftirler.

Kuru Kofti: Minimum seviyede bile üçkağıt açacak kadar donanımları yoktur. Kuru kuruya sallayıp dururlar. Tehlikeli yanları, sıvısız alındıklarında boğaza taklabilmeleridir.

Yalancı Kofti: Koftilerin arasında en salağıdır. Lan, insan niyetini bu kadar belli eder mi!

Yalancı İçli Kofti: İşte büyük oksimoron! Yalancı mısın, içli misin, yalanı mı içli atıyorsun, yoksa yalan attıktan sonra içlenip üzülüyor musun, bilemedik!

Tekirdağ Koftisi: Çaycı Ramiz Ağa! (Şaka lan şaka, en az sizin kadar benim kadar harbi bir insandır. Bu arada Ramiz'i yeniden işe aldık; artık 'eski' değil.)

Ana





Türkçe. İsim.

1- Yavrusu olan ve yavrusunu (-larını) besleyip büyütmeyi, bağışlamayı ve esirgemeyi şiar edinmiş dişi hayvan, anne, valide, mader. Örnek: "Şimdi bizden Freud'un Odipus Kompleksi'ni, kadınlara 'anam' diye laf atan adamları görmeden mi ortaya attığına inanmamızı istiyorsunuz?"

2- Temel, öz, esas, asıl; bir alacağın ya da borcun, faiz dışında kalan esas bölümü. Örnek: "Çocuk, bir ananın faizidir!"

3- İnsan(lar)a iyilik yapan, esirgeyen , hürmet edilesi orta yaş üstü kadın; cadı panzehiri. Örnek: "Sanat eserlerinde çok yaşlı adamları bilge olarak görmemize karşın, çok yaşlı kadınları hem iyi niyetli dert anası hem de kötücül cadı olarak görmemizin altında; erkeklerin belli bir yaştan muzdarip oldukları prostat sorunlarının kötülük yapma potansiyellerini azaltması mı yatıyor Cemil Abi?"



"Anamız, analarımız... Anadolu'nun çilekeş, cefakar anaları..." diye başlayan bir yazının fazla eyyamlı olacağını ve Kafa Yolları Haritası gibi harbiden romantik bir bloga yakışmayacağını düşündük.(- Spoiler- Ben ve Anna.) Bu yüzden mevzuya, "Yahudiliğin ve Hıristiyanlığın Zeusvari babacıl bir tanrısı varsa; Müslümanlığın da, en önemli iki adı, analığa / kadınlığa atfedilmiş bir kavramla aynı kökten (rahman ve rahim / r-h-m) türeyen anacıl bir tanrısı var sayılmaz mı?" diye sorarak başlıyoruz.

Peki ana nedir, sevgili okur?

Önce büyük bir yanlış anlamayı düzeltelim:

Türkçe dublajlı yabancı filmlerde geçen Ben adı çocuklar için ne kadar arazlı bir portre çizme potansiyeline sahipse (-Selam Ben! / -Sen beni nereden biliyorsun? / - Sen, Ben değil misin? / -Hey, sen beni Sen Nehri'nde yaşayan Ben'le karıştırdın ahbap!), An(n)a adı da o adı taşıyan her karakteri hızlıca validehanım kıvamına getirme özelliğini barındırır.

Bir filmi izlerken, "Ulan bu eşek kadar adam bu küçücük kızın oğlu mu?" diyen anneannenizi görünce; keh keh diye gülüp, yavşak bir ses tonuyla, "Yahu anneanne, Anna kızın ismi!" diye ukalalık taslarsınız. Peki binlerce yıllık hayat deneyimine sahip o anneanneler haksız madır pek sevgili okur?

Ana, Anna, Anne gibi isimler, İbranice Hannah'tan türemiştir. Hannah ise İsmail'in anasıdır ve kelimenin kökeni, "Tanrı tarafından (bir çocukla) lütufta bulunulmuş olan"dır. Hannah, uzun yıllar boyunca bir çocuk için dua etmiş, en sonunda da kendisine İsmail ('Tanrı işitir') bahşedilmiştir. Sözün özü, Anna anadır. (Bu da melek yüzlü, keçi sakallı, parçalı nöronlu anneanneleriyle dalga geçenlere kapak olsun, bir daha böyle edepsizlikler yapmayın!)

İngilizce'de "mother", Almanca'da "mutter" , İtalyanca ve İspanyolca'da "madre" olarak geçen ananın dibi, etimolojik olarak Eski Yunanca "meter" ; Latince "mater"e kadar iner. Asıl şıpşıkımtrak tesadüf odur ki; yukarıda anırılan tüm dillerde anayla "madde" aynı rahimden çıkmıştır. 'Matter' ve 'material''in, Latince 'bir cismi meydana getiren öz' anlamına gelen 'materia'dan türemesi bir yana, 'matrix' (E.Yu."metra") kelimesinin aslında 'rahim' anlamına gelmesi bile, başlı başına manidardır. (Aranızda The Matrix filminde toplu bir rüyayı yaşayan insanların neden sıvı dolu bir rahimde, bedenlerinin dört bir yanına girmiş kordonlarla Matrix'e bağlı olduğuna kafasında soru işareti olanlar varsa, artık rahatlayabilirler.)

Öte yandan Swahili dilinden Çekçe'ye, Çince'den Rusça'ya ve hatta Farsça ve Endonezya diline kadar ananın gündelik kullanım ifadesi "mama"dır. Latince "meme"ye denk düşen bu tabir (mamma > mamal > mammalian - memeli), Anadolu coğrafyasının semiz bebekleri için de "yemek"e denk düşmektedir. (Bunun muhtemel nedenine Baba maddesinde değinilmişti. Oysa 8 Mayıs'ta yazılmaya başlanan "Ana" başlığı tembelliğe kurban gitmese ve hemen bitirilse idi; bu nedenleri, babadan önce bu maddede görebilecektik. Ancak kısaca bir hatırlatma yapalım; tüm mevzu beslenme üzerine dönüyor.)

Bu kadar etimolojik gargaradan sonra ulaştığımız nokta nedir; pek muhterem analı, madara olmaz, faka basmaz okurlar? Elimizde sadece bir rahim ve iki memeden oluşan bir üretim ve besleme makinesi mi; yoksa tüm maddeyi ortaya çıkaran, onu çevreleyen ve varoluşunu sürdürmesini sağlayan uhrevi bir kaynak mı var?

İnsanlık tarihinde meme(li)lerin akıllanması dönemine denk düşen zamanlardan bu yana, ana doğa ile baba ise kültür ile özdeşleştirilmiştir. Bu ikilikçi zihniyetin dayanak noktası; analığın hayvani ve içgüdüsel bir yapısının olduğuna duyulan inançtır. Pek çok dallama babanın çocuklarıyla ilgilenmekten imtina etmesi ve huzuru evlerinin dışında bulmaları da, babalık içgüdüsü denilen bir hissiyatın olmadığı, bu uyduruk kurumun temelinde kültürel zorlamaların yattığı görüşünü kuvvetlendirir. Toprak (dünya), saf, doğal ve yalın haliyle anadır; uygarlık (devlet) ise sofistike, sonradan olma ve karmaşık haliyle babadır.

Bunun yansımalarından birisi; Antik Yunan'da tanrıça Gaia ile başlayan ve günümüzün "new age" dinlerine kadar uzanan, özünde panteistik bir bütünlük düşüncesidir. Neticede hepimiz doğa ananın bir parçası olarak, farkında olsak da olmasak da, ondan beslenir ve onunla olan bağımız sayesinde varolmayı sürdürürüz. Tüm insanlık için doğadan farklılaştığımızı algıladığımız nokta, sembollerin dünyasın girip dile, kültüre, ideolojiye bulandığımız bir kirlenme anıydı. Dünya Ana'nın aracısız, akışkan, doğal, 'zevk'e dayalı kucağından çıkıp; uygarlığın kanunlara dayanan, mekanik pençelerine teslim olduk. Şu anda da (tam bu nedenden dolayı) Dünya Ana'ya olan özlemimiz, içinde olduğumuz yabancılaşmadan dolayı daha da artıyor. Tabii ki kısmen uyduruk, eklektik 'new age' söylemleri bir yana, Lacan'ın ana-çocuk arasındaki ilişkiyi incelerken yaptığı okuma, neredeyse bire bir olarak bu görüşü ortaya koyar. (Geldin mi babanın sözüne?)

Her ne kadar 60'ların Çiçek Çocukları'nın akıldan kurtularak Dünya Ana'yla bir olma düşü yerini, yeni-akılcı bir organik tarım projesine bırakmış olsa da; en azından binlerce yıldır varolan bir yolu yeniden çizmiştir: İntikamcı, öfkeli, cezalandırıcı, kanuni bir baba Tanrı'ya karşı; koruyan,esirgeyen,dönüştüren, tümleyen (neredeyse anaç) bir cinsiyetsiz Tanrı!

Bu Tanrı, Aşık Veysel'in dizelerinde en yalın şekliyle anlatılır:

Veysel’i söyleten sen oldun mutlak
Gezer daldan dala yorulur ahmak
Sen ağaç misali, biz dalda yaprak
Meyve çekirdeğisin, sen varsın orda

Kah şakalı, kah ciddili bir maddenin daha anasını belledikten sonra, son söz babında şunu ifade etmek gerekiyor: Tüm madde boyunca metnin orasına burasına "ananın" ifadesinin serpiştirilmesinde belirli bir amaç vardı. Buradaki niyet, toplumumuzda kanayan bir yaraya parmak basmaktı: Analara gıyaben yöneltilen acımasız küfürler! Evet, aranızda kim o güzide varlıkla kurulduğu iddia edilen sözde bir münasebet yüzünden incinmedi ki? Aranızda kim ana tarafından bu kadar fahri akraba sahibi olmaktan mutlu?

Bu noktada Kafa Yolları Haritası bir toplumsal sorumluluk projesini başlatarak, analarımızı küfürden uzak tutmayı; onları layık oldukları yerde, layık oldukları işi yaparken, yani cenneti nasırlı ayaklarıyla ezerken görmeyi arzu ediyor.

Sayın Başbakan'ın yüce himayesinde, Anamı Karıştırma Projesi (onun da kısaltması AKP) başlatsak; böylece geçmiş dönemdeki kötü anıları silsek ve hatta bundan sonra kavga esnasında anaya yönelik küfürleri babaya, emmioğluna, enişteye veya kayınbiradere yönlendirsek, şahane olmaz mı sayın anasınıalıpgidenler? Mesela, kızdığınız kişinin anasına düz gitmek yerine, "Bacanağının bacağına sürteyim" ya da "Kaynına kayayım!" diye hönkürseniz; bol uyaklı bir küfrün tadıyla daha da coşmaz mısınız? (Bi' düşünün! Siz düşünürken ben de Başbakanlık Tanıtım Fonu'nun beni aramasını ve banka hesap numaramı istemesini bekleyeyim.)

Hadi o zaman, bu tatlı bekleyiş sırasında Madonna'nın eski bir şarkısıyla kendimizden geçelim:



Özünde Anaç Bir Kızım (Material Girl)

Bazı oğlanlar öpücük atar,
Bazıları da mıncıklar.
Valla beni bozmaz şekerim;
Hak ettiğimi vermezlerse,
basarım tekmeyi kıçlarına.
El pençe divan durabilirler,
"Ben ettim sen etme" diyebilirler,
ama havalarını alırlar!
Doğruya doğru,
Nazarımda Bay Doğru,
Cüzdanı parayla dolu!
Çünkü bebişim,
Anaç bir dünyada yaşıyoruz.
Ve ben de özünde anaç bir kızım.
Bazı oğlanlar ağlar zırlar,
Bazıları da slov dansta kavrar.
Fakat çulsuzsa eğer,
İlgimi çekmez Fenasi Kerim,
Bebişim, sen git kafana göre takıl derim!
Çünkü bebişim,
Anaç bir dünyada yaşıyoruz.
Ve ben de özünde anaç bir kızım.
Oğlanlar gelir, oğlanlar gider;
Deneyimlerim beni zengin eder.
Şimdi hepsi birden peşimdeler.
Çünkü bebişim,
Anaç bir dünyada yaşıyoruz.
Ve ben de özünde anaç bir kızım.
Anaç...Anaç...Anaç...
Anaç bir dünyada yaşıyoruz, bebişim.




Baba






Evrensel. İsim.

1- Bir çocuğun dünyaya gelmesine, minyatür bir millipiyangoçekilişi mekanizmasıyla vesile olan erkek; peder, moruk, ata. Örnek: "Şunu hiç düşündün mü Danyal; baban ananı sevmeden önce iki tur zıplasaydı ya da iki dakika daha geç gelseydi, ne olurdu? Hani Allah muhafaza, torbasındaki döller alt üst olurdu da, bambaşka bir şerefsiz peyda olurdu, senin yerine!"

2- Koruma ve kollama özelliklerine haiz, etrafı için hayırlı işler yapan, saygı duyulan, iyi huylu insan evlâdı. Örnek: "Valla bu şahane tespitinle, bir kez daha ne kadar baba bir insan olduğunu deşifre ettin Cemil Abi!"

3- Uyuşturucu, kaçakçılık, kara para aklama, haraç alma gibi yasadışı işleri yürüten çetelerin başında olan; emrindeki memurları yöneten (mal kaçırma, gasp etme, göt kesme, hacamatlama, topuğa sıktırma gibi eylemlere azmettiren) bir nevi CEO. Örnek: "Danyal gibi davranabilirsin! [Danyal'a bir tokat çakar.] Olacağın bu muydu, karı gibi zırlayan bir Hollywood ibnesi? 'Ah ne yaparım? Vah ne yaparım?' Nasıl bir bok yemektir bu? Külliyen saçmalık!"

4- Tedeka'dan. Çatı merteği. Örnek: "Babamızsın Cemil Abi; odamızdan her bakışımızda seni tepemizde görüyoruz, çatıdan her bakışımızda ise altımızda kalıyorsun!"

5- Tedeka'dan. Tarikatların bazısında tekke büyüğü. Örnek: "Kâh çıkarım gökyüzüne seyreylerim âlemi / Kâh inerim yeryüzüne seyreyler âlem beni"

6- Tedeka'dan. Gemi veya iskelede halatın takıldığı yuvarlak başlı demir, ağaç ya da beton dikme. Örnek: "Ben ise iskele babasına geçirilmek üzere atılan halatı kaçıran bir çımacı gibi hissediyorum Cemil Abi!"

7- Tedeka'dan. Bir merdivende, tırabzanın sahanlıkla birleştiği yerde bulunan dikey öğe. Örnek: "Umduğundan hızlı kayınca merdivenden / Babayı buldu bizim saf Danyal aniden"



Babasız geçecek ilk Babalar Günü'nü atlatınca; azalacak tuhafların en tuhafı acın, dinecek tek başına akıttığın gözyaşların, geriye sadece tortusu kalacak anıların...

İnsanlık yenidoğanların dudaklarından dökülen, en basit hecelerle oluşturulmuş ilk kelimeleri, hayati açıdan elzem 'nesne'lerin tanımlanması olarak kurgulamıştır: Doğuran ve besleyen anne, koruyan baba, yemek ve yemek veren yer. (Ama, mama, mami, mam, mare, ina, anya, ana, ata, tad, apa, dad, baba, papa, mama, meme, mammo, vb.)

Ey aziz okurlar!

Derdimizi dillendiren, dilimizin tüyü, güzelim Tedekamızın tanımlarından yola çıkarak, babanın özelliklerini şöyle özetleyebiliriz: Bir yapıyı ayakta tutan, o yapının altındakileri koruyan, büyük, kalın, uzun, sert, dikey öğeye verilen isim.

İmdi, Freud'u işin bokunu çıkarmakla suçlayanlara dönüp, "Hadi Freud'u kocaman purolar içen bir sapık olarak yaftaladık, peki Tedeka'ya ne oluyor?" diye sormak boynumuzun borcu değil midir, pek muhterem yetimler? Onu geçelim, Freud'un Avusturyalı babasıyla, Türk kültürünün damıttığı damızlık dambıl arasında nasıl bir ilişki olabilir ki?

Mevzuyu bir aslan sürüsü örneğiyle açıklayalım...

Ya da boş verin yahu, bu blogun Neyşinıl Coğrafik müptelâsı, zehir zemberek okuyucuları, hâlihazırda babalarının dikkatlerini çekmek için onlara dalaşan, bir naçiz paye alma uğruna taklalar atan yavru erkek aslanların ve hatta kendi izlerini bilmez, kocamış aslanların başına neler geldiğini biliyorlardır zaten.

Hepimizin asıl meselesi, aslında, bu 'doğan görünümlü serçe'nin çelişkiler yumağı oluşudur:

Doğumunuzun yarı sorumlusudur, ama hormonları etkilenmez.

Sizi kollayandır, ama tokadı esirgemez.

Çok kuvvetli sever, ama belli etmez.

Eksikliğinin ne demek olduğunu , tam olarak, onu kaybettiğinizde anlarsınız.

Baba, hayatta sahip olabileceğiniz en kuvvetli oksimorondur.

O hem zehirinizdir, hem de panzehiriniz! Hastalanıp yeniden ayağa kalkınca daha güçlü hissedersiniz.

Ne içinden geçenleri size aktarmayı becerebilir, ne de siz içinizden geçenleri dillendirdiğinizde ona ayak uydurabilir.

Geceler boyu, "Çocuk neden böyle dedi ya hanım!" der durur da, yanıtını alamadığı soruların efkârıyla kendini yer bitirir. Ama ve lâkin, yüzünüze dökmez sancısını.

Sonra her yer onunla yaşadığınız anılar olur, her nefes onun sizi bağrına basarak sevdiği, kendinde uzağa sürdüğü, başka dertlere dalmışlığından umursamadığı anılara açılır.

Babanızı anlatarak bitiremezsiniz! Asla da bitiremeyeceksiniz...

Madem söz bitmez, hasbihâli kısa kesip maddenin ana fikrine gelelim, sevgili ana kuzuları:

Bencil olun; ana babanızın ölmesine asla izin vermeyin!

İbrişimli Yasak




Türk malı
.

1- İsim. Bir eylemin yapılmasına karşı olan, belirli bir zümreyi ya da kitleyi bağlayan, uyulmaması durumunda önce hüpletme sonra gümletme gerektiren yasal, masal veya ahlaksal engel. Örnek: "22 ağustosta yürürlüğe girecek olan gararla internete yasak geldiği gülliyen yalandır; biz sadece halkımızın zararlı sitelere girmelerindense dışarıya çıkıp karşı cinslen tanışmalarını ve gaynaşmalarını istiyoruz. Fagat çok istiyorsanız tiviterde cbabdullahgul'u takip edebilirsiniz."

2- Sıfat. Yapılmaması istenmiş olan, yok oğlum, hadilenordan, memnu, haram. Örnek: "Bir ara yassaaghemşerim lafı üzerine ne espri dönerdi, di mi Cemil Abi?"



Bu yazıyı gündemdeki önemli bir yasak iddiasına değdirme babında, İbrişim Teknolojileri Kurumu'na yöneltmek istediğimiz bir soruyla açarsak, eminiz ki tırıvırı yapmazsınız sevgili okuyucular!

Sayın İbrişim Yetkilisi, Şimdi biz 23 ağustosta www.haramasikismislarikurtaranimam.org adıyla, insanları kıssadan hisselerle imana yönlendirmeye çalışan bir site açacak olsak, bu mütedeyyin siteyi yasaklayarak mı saklayacaksınız, yoksa yasaklamayarak mı saklayacaksınız? Peki ya www.gunahkarcitiradrienneiotuzbirgundeihlasmanyagiyapanimamhaydar.com'un hali nic'olur? (Yanıtları şifreli gönderin. Biz yine de içinde sakıncalı kelime olmayan seçeneği işaretlemeyi düşünürüz. Ayrıca 'Haydar'dan imam olmaz' demeyin sakın!)

Yasak, toplumsal-ekonomik-siyasi düzenin korunmasına yönelik olma iddiasına sahip, belirli bir yaptırım gücü çerçevesinde işleyen kararlardır. her yasağın meşruiyeti, yapılmasına izin verilen ve verilmeyen eylemler arasındaki sınırları belirleyen iktidarın hangi genişlikte bir kitle tarafından onaylandığına bağlıdır. Malzemeyi onaylamayanlar ise, çağdaş toplumlarda çeşitli sivil itaatsizlik eylemleriyle, batıl toplumlarda da işkence görmek ve vurulmak suretiyle tepkilerini dile getirebilirler.

Yasa ile yasak arasında dilleşimsel bağlantının sik ile sikik arasındakiyle aynı oluşu hepimizin dikkatini çekmiştir. (Yeni yasa ile bu örnek yerine 'devir' ile 'devrik' mi demek zorunda kalacağız, pek muhterem sosyalmedyaklar?) Güzel Türkçemizde sona eklenen bu tür bir 'k', öncül olan eylemin edilgenleştirdiği bir bünye yaratır. (Bu minvalde sokak, sokulmuş; yatak, yatılmış olan demektir.)

Peki hal böyleyken, ortada bir yasa olmadan ardına k-oymak ne anlama geliyor? Yukarıdaki örnekte olduğu gibi, genç nesli ibrişim suçlarından koruma adına, filtreleme mazereti altında dayatılan yasaklar hangi yasaya dayanıyor? Herhangi bir yasaya dayamışsa, bize mi sordunuz? Bizim aile yapımızı nereden biliyor ve neden korumaya kalkıyorsunuz? Halk türkülerini de standart, çocuk, aile ve yurtiçi diye filtreleyecek misiniz? Samanlıkta basılan Halimeleri nerenize...

Öte yandan pek sevgili pornocuokurlar, iktidardaki zevat çıkıp, "Tamam, değişik kurumlar aracılığıyla bir ton yasak uydurduk; ama bize hala oy vermeyi sürdüren %50'nin hiç mi suçu yok!" dese; ardınıza dönüp amcanıza, eniştenize, bakkalınıza, kasabınıza, patronunuza, temizlikçinize ayar verebilecek misiniz?

Bu gündeme özel maddeyi, memleketteki lopetbeyinlilerin zihniyetini özetleyen bir fotoğrafla bitirirken, yasaklar çiğnenmek için vardır deyişini hatırlatmak isteriz.

Hürmetler.


Teşhir






Arapça. İsim

- Herkese sergileme, ona buna gösterme, milletin diline düşürme, avama yayma . Örnek: "Ben bir giz idim, bilinmekliğim istedim. -- Hadis-i Şerif."


Martıboku zamanlarından bu yana söyleyip duruyoruz: "Yazmak teşhirciliktir, okumak ise röntgencilik." diye. Yazan insanlar (ve ören bayanlar) benliklerine tebelleş olan mevzuları, başka insanlara teşhir ederler. Kâh hastalığı, kâh sağlamlığı başkalarına göstermek suretiyle, nafile yere, şifa ararlar. Kimi zamansa, bu arayışın sarhoşluğuyla, "Yazıyorsam bi' sebebi var!" diyerek ağlaklaşırlar.

Yaşlı teyzelerin yılların getirdiği bir şuursuzlukla sarf ettikleri, "Hayatımı yazsam roman olur!" lafı da, benzer minvalde değerlendirilebilir: "Beni görün yahu!" Teşhirin amacı, bu noktada netleşir: "Bir vakit yoktum, bir vakit yine yok olacağım ama şimdi, şu anda, ahanda, BURADA'yım! Ve burada olduğuma inanmayı sürdürmem için varlığımın onaylanması gerekiyor!"

Tabii ki yukarıda bahsedilen teyidin sağlanma yöntemleri arasında farklar vardır. Meselâ, yazarak teşhir eden Salman Rüşdi ile rüküşleşerek teşhir eden Paris Hilton arasında fark olduğu fikrine hepimiz katılırız. Birisinin kafası üzerinde yazdığı romandan ötürü ölüm fetvası olması, diğerinin ise kokain bulundurmaktan 200 saat kamu cezasına mahkum olmasını geçersek; Rüşdi'nin teşhirciliği belirli bir eğitimin sonunda gelen ve zihinsel bir emeği işaret eden, teşhircilik sanatının kurnazca planlanmış bir türüne örnektir. Hilton'unki ise, doğuştan gelen, üretim ya da tüketim sürecine akli bir müdahalenin olmadığı bir teşhirciliktir. İlkindeki gösterge bir ima üzerinden işler, ikincisinde ise gösterge ilişkisi dolaysızdır. İlki, imadan dolayı, kıssadan hisse çıkarmamızı sağlayan bir yol göstericidir, ikincisi ise hisseyi kısaltan bir boy gösterici! Bundan kelli, birisi kitlelerin öfkesini patlatır, diğeri ise abazanların çüklerini... (Öte yandan, Rüşdi'nin teşhirciliği ile Bukowski, Fante ya da Miller'ın teşhirciliği arasında ciddi bir ayrım yok mudur, sayın frikiksensörleri?)

Teşhir otobanına bağlanan yan yollara baktığımızda karşımıza tek harflik bir ıskalamyla karşılaşırız. Bu eylemin öncülü, sanki ona dair "teaser" vermek için uydurulmuş "teshir" kelimesidir. Teshir, "ele geçirme", "büyüleme", "kendine bağlama" anlamlarıyla sergilemenin amacını ortaya koyar. Teşhir edenin büyüleyip ele geçireceği -en az bir- izleyiciye, röntgenciye, takipçiye, gözcüye, Batı sözlüğüne göre, 'voyeur'e ihtiyacı vardır. Gösteren ile izleyen, pilav ile kurudan, bira ile tavadan, rakı ile balıktan çok daha derin bir ortaklığı paylaşırlar.

Bunların ilkinde her bir öğe diğer olmadan varolamazken, pilavı fasulyesiz, birayi tavasız, rakıyı balıksız lüpletebilirsiniz. Ancak teşhircinin, onu bilecek, meşhur edecek bir tebaya; o tebanın da (mümkünse) karanlıkta kalarak tüketeceği bir mala ihtiyacı vardır. Facebook'ta profil fotonuzu kaç kişinin beğendiği, blogunuza kaç kişinin puan verdiği, Twitter'da kaç kişinin sizi takip ettiği, sokakta yürürken kaç adamın laf attığı ("Moralim çok bozuk, bugün hiç kimse laf atmadı!" diyen kadınlar tanıdım.) bu yüzden önemlidir: Gören ve gördüğünü gösteren olmadan göstermenin değeri yoktur.

Zaten teşhir kelimesinin kökeni olan şın-he-re (şuhret), pek tabii ki şöhret ve meşhur kelimelerinin de anasıdır. Burada şaşırtıcı olan, meşhur olma anlamına gelen 'iştihar'ın iştah anlamına gelen 'iştiha' ile benzerliğidir. (Hani etimolojik bir bağ olmasa bile kaç yazar sevgili röntçüler, kelam balığını külliyen ağa çeken teşhirci bu lafzayı boş geçer mi hiç?!)

Kısaca bilinme iştahı, insanı yedikçe acıktıran bir yemektir. Her daim onu beğenen, onu öven, onu arzulayan bir kitlenin varlığını ister. Ancak bu kitledeki her bireyi muhatabı olarak kabul etmek yanıt vermek zorunda değildir.

Bu özelliklere haiz olan sadece insan mıdır?

Örnek cümlemize dikkat buyurursanız, Suyuti ile başlayıp Rumi, Arabi ve Mısri ile devam eden ve Nursi'ye kadar uzanan, ben diyeyim beş, siz deyin on ulema tarafından "kudsi" ve "sahih" olarak kabul edilen, ancak Temiyye gibi zatların karşı çıktığı bu hadis, bize insan evladı denilen yaratığın, Tanrı'nın suretinde yaradılmış olduğuna dair en berrak ipucunu verir. Bilinmek ve kendi suretini aynada görmek için kainatı yaratan bir Allah'a inanan, ama onun sureti olan şu cüzi iradelerin (bırakın memelerini çüklerini başlarını orada burada göstermelerini) saçlarınn teli açık olunca galeyana gelen dindarların temel savı da, bir tür büyüklük taslama olarak addedilen gösterme meşruiyetinin Allah'ın elinde olmasıdır. Bundan dolayı, Sufi şair ve yazarlar, kimi zaman ortaya koydukları eseri kendilerine değil, benliklerinin içindeki benliğe atfetmişlerdir.

Kaldı ki, antik anlatıda büyük bir iktidarın sahibi olan Firavun'un çuvallamasının bir nümerolu nedeni, kendini tanrısal gücün yeryüzündeki "görünür" hali olarak pazarlamaya kalkmasıdır. Tarih boyunca dikkat çekici, cicili bicili kıyafetlerle arzıendam eden, din adamları/padişah/kral/soytarıların, bu giyim tarzı ile teşhir ettikleri de bu değil midir? "Bende tanrısal bir tecelli var hacı, arada tanrıyla geyik yapmaya da çıkıyorum. Kusura bakmayın ama sizin gibi paspal giyinemem!"

Hâl böyleyken; gösteriş meraklısı din adamlarına/padişahlara boyun eğiyorsun da, mini etek giyen kadınlara ne diye sataşıyorsun? O cillop bacaklar da tanrının manifestosu değil mi? Hadi bunu geçtik diyelim; kadınların sahip oldukları saçları teşhir etmelerine günah diyorsun, sen neden kendi zenginliğini, mülkünü, iktidarını teşhir ediyorsun, behey Hoca'nın tersten binilen eşeği!

Öte yandan, tüm bu seksüel, siyasi ve statü (3S) göstermeciliğinin bayağılığını geçecek olursak; gösterenin ve görenin anlık, geçici ilişkisini alt edebilecek yegane hissiyat, 'aşk'tır. Ancak 'aşk'ta teşhir etme isteği, karanlık bir kalabalığın heyulsından çıkar, "Ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm" derecesinde odaklanmış bir varlığa yönelir.

Madem teşhiri bu kadar teşhir ettik, o zaman varlığımızın şu an, burada olduğunu bir kez daha teyit etmenin ezikliğiyle Rumi'nin bir şiiriyle maddeyi kapatalım.

Gel Artık

Ne aklım kaldı benim, ne dinim,
Ne kararım kaldı benim, ne sabrım,
Gel ne olur, gel artık.

Ne gönlümün derdini sor bana,
Ne sararan yüzümü sor bana,
Ne içimin ateşini sor bana,
Gel gözünle gör, gel artık.

Sıcağınla pişmiş bir somun gibi
O kıpkızıl, al al yüzümü sorma.
Gene ekmek gibi bayatlayıp bayatlayıp,
Gene ekmek gibi ufalana ufalana
Çaresiz, dökülmüşüm yollara,
Gel topla beni, gel artık.

Bir vakitler bir aynaydım,
Yüzünden izler toplamadaydım,
Şimdi buruştum, şimdi sarardım,
Gel gör beni, gel artık.

Dere gibi akıyorum sağa sola,
Ayrılık her yanımda pusuda
Sabahları yalvarırım yakarırım
Rüzgârların karşısında,
Gel ne olur, gel artık.

Başın kille ıslaksa da,
Ayağına diken batmışsa da,
Durma gel Allah aşkına,
Gel demeden kurtar beni.

Ey âşıklar peygamberi,
Gönül ateşinde yanmışım ben,
Boğulmuşum gözyaşına
Git sor Allahın seversen
Ne yol gösterir sevgili,
Ne çare yazar bana?