(The Garden Of Earthly Delights, Hieronymus Bosch, 1504 -1510)
İtalyanca. İsim.
- İnsanlarda ve/veya
hayvanlarda görülen bulaşıcı bir hastalığın yayılmasını önlemek
için belirli bir bölgenin giriş çıkışa kapatılarak yalıtılması. Yeni vaka, eski
örnek: “Kendimi
gelecekteki bulaşık makinelerini düşlemekten alıkoyamıyorum Cemil Abi, 1984
romanı gibi imanıma!"
“Korona Günlerinde Ot,
Karantina Altında Bok şakalarınız bittiyse biraz ciddiyete dönebilir miyiz
lüğtfen?” hönkürüşü size Ergence gelebilir. Ancak kamçılı düşünür Niçiş’in
“Virüslerle savaşan kişi dikkat etmelidir, ki kendi de bir virüse dönüşmesin.
Sen karantinaya girersen, karantina da sana girer” özdeyişinin bizzat özümüze
değdiği zamanlarda, inanın ne kadar hönkürsek azdır.
Dünyanın bir türlü
birleşememiş, “her gün ölüme kafa atan” işçi sınıfının mahrum bırakıldığı karantina; hâkim iradenin
dayattığı, bulaşıcılığı engellemeye yönelik zorunlu bir tecrittir. Köken
itibariyle “soyun ve soyutlan, senin de hoşuna gidecek" (Arapça carada جَرَدَ soydu) anlamına gelen tecrit, karantinadan farklı olarak,
kişinin kendi iradesiyle de gerçekleşebilir. Netekim, en gereksiz konularda en
sert zorunlulukları dayatan Türkiye Cumhuriyeti devleti, koroneyyy gibi palto üstüne palto assan bulaşan salgında kimsenin dışarı
çıkmayacağına (hafta sonları hariç)
güvenmiş; vatandaşlarına küçük, tatlı sürprizler yapmıştır. Şimdi
siz kalkıp böyle ciciş bir devleti nasıl sevmezsiniz, a maske kodunu
alamayasıcalar!
(Makbul vatandaş kamusal alanda maske takandır)
Dünyanın ilk zorunlu
tecridi, insanların ölülerini gömmeye başlamalarına dayanır. Banyo alışkanlığını bir
türlü kazanamayan ölüler; sinek ve koku yapma, ilerleyen aşamada şişerek
patlama gibi edepsizlikleri yüzünden mecburen mağaralardan çıkarılmış ve yerin altında kendi hallerine
bırakılmışlardır. Mitolojik tarihte bunun kardeşi Habil’i öldüren Kabil’e
atfedilmesi, ölülerimizi acımasızca karantina altına almaya çok erken vakitlerde
başladığımızı gösterir.
İkinci tecrit ise bilindik doğal felaketlerin yanında salgınların da tanrı gazabının checklist’ine yerleşmesinden sonra salgın hastalıklardan mustarip olanların köyden kovulmalarıdır. Öyle ki; bazılarının bu işi ileriye götürüp yaşlılığı bulaşıcı kabul ettikleri ve yaşlıları tee ötede ölmeye bıraktıkları bile söylenebilir.
İkinci tecrit ise bilindik doğal felaketlerin yanında salgınların da tanrı gazabının checklist’ine yerleşmesinden sonra salgın hastalıklardan mustarip olanların köyden kovulmalarıdır. Öyle ki; bazılarının bu işi ileriye götürüp yaşlılığı bulaşıcı kabul ettikleri ve yaşlıları tee ötede ölmeye bıraktıkları bile söylenebilir.
Pis bir hastalıkla lanetlenip kendi mağaralarında tecride alınan zavallılara kim derman olabilir? Elbette, onların günahlarını affettirip şifa sunan Yüce Kurtarıcımız! Cüzzam zehirse İsa Mesih panzehirdir. İsa üzerinden kurulan bu mit, o zamanlar "süper bulaştırıcı" bilinmediğinden, hastalığa karşı seçilmiş bağışıklık kavramına dayanır. (Maddenin sonunda listenin ilk üç filmi de bunun üzerine kurulmuştur.)
Yeri gelmişken yine
mitolojide geçen büyük çarpıtmalarından biri olan İsa’nın Lazarus’u diriltmesi
menkıbesini düzeltelim. Buna göre; hayranı olan bu arkadaşın öldüğünü öğrenen
İsa, onun yaşadığı şehre gider ve elemanı mezarından çıkarır. İsa’nın “yeniden
diriltme” gücü, inananlar için onun tanrısallığını gösteren, anlat anlat
tadından yenmez bir mucizedir.
Peki hakikat böyle midir?
Büyük Resmi görebilenler,
ekteki küçük resimde ölüden dirilen bir adam değil; aslında cüzzamdan korunmak
için kendini sarmalamak suretiyle mekanına kapanmış, bilinçli bir vatandaş
göreceklerdir. Onun 4 gündür evde karantinada kaldığını öğrenen İsa, otuzlu
yaşların başında olmanın verdiği umursamazlıkla (Bkz. Enfekte mi belli değil
ellerini uzatarak) onu mekânından, sadece sarı kıyafetli abinin az biraz bilinçli olduğu,
kalabalığın içine içine çıkarır. Şimdi birisi çıkıp İsa'nın etkileşim kasmak için böyle bir hareket yaptığını iddia etse ne yanıt veririz? Nitekim, bu Lazarus’un son ölüşü olmayacaktır.
(Resim: Lazarus’un
Dirilişi, Duccio di Buoninsegna, 1310–11)
16.yy’da “dul bir kadının kocasının ölümünden
sonra onun evinde 40 gün kalma hakkı”nı ifade eden quarentyne, “Sizi 40
gün şuracıkta alıkoyuyoz yenge” anlamını hiç bozmadan Venedik’te
kullanılmıştır. Ancak bu sefer hastalık taşıdığına inanılan gemiler, limana
yanaştırılmadan 40 güncük (quarantina) tecride alınmalarına dönmüştür. Bu
noktalara da bir görüşe göre bir paragraf yukarıdaki Lazarus göndermesinden,
bir başka görüşe göre o dönem Venedik’teki ünlü bir hastaneden esinlenerek lazzaretto
denmiştir.
Bu elbette bu önlem, sifilis (Bir önceki Virüs maddesinde buna gönderme yapmıştık;
İtalyanlarca “Fransız hastalığı”, Fransızlarca “İtalyan hastalığı”
olarak anılıp herkes top birbirine atmaya çalışırken Türklerce cümleten
Avrupa’ya geçirmek maksadıyla “Frengi” denilirdi) gibi bünyeyi uzun
vadede ele geçiren ve semptomları geç görülen hastalıkların yayılmasını
engelleyemese de kamu vicdanını makul ölçüde rahatlatmıştır.
(Foto:
Merkez ofisimizin bulunduğu Ankona ilindeki eski adıya Lazzaretto, yeni adıyla
Mole di Vanvitelliana)
Peki o zaman neden 40 gün?
Çünkü 40 çok şahane bir sayıdır. Judeo – Hıristiyan mitolojisinde önemli bir
yer tutar: Tanrı, bilinen en büyük prodüksiyonu olan Nuh Tufanı’nda 40 gün 40
gece yağmur yağdırmış; Yunus peygamber mağfiret dilemeleri ya da helak olmaları
için Ninova şehrine 40 gün vermiş; Mısır’ın Acil Çıkış’ını kullanmak zorunda kalan Yahudiler,
Vaadedilmiş Topraklar’a ulaşıncaya dek çölde 40 yıl dolanmış; Musa, Tur Dağı’nda
Yehova’yla 40 gün halvet olmuş; İsa çölde 40 gün oruç tutmuştur. Bundan
mütevellit, Hıristiyanlığın Büyük Perhiz’i 40 gün sürer. Bu süre boyunca et
yenmez, sosyal kutlamalar azalır, ama o kırkıncı günden (“quaresima”)
sonrası yok mu, işte orası vur patlasın çal oynasın.
Kırk ile ilgili tatlı bir
esinlenme de Doğu’dan gelir. Muhammed okuma çağına gelip peygamberliği aldığında
40 yaşındadır. Mirac dönüşü Kırklar Cemi’ne katılır. Ebced hesabında 40’a denk
düşen harfi “mim”dir ve insan uydurması harflere yakıştırılan insan
uydurması sayılarla dört işlem yaparak evrenin sırlarına ermeyi hayal eden
kardeşlerimiz için "mim"in yerini Gugıl Amca’ya sorarak öğrenebilirsiniz.
Kırkın bize ettikleri
bunlarla kalmaz: Bebeğin ilk 40 günü sağ, mevtanın ilk 40 günü ölü çıkarması
kutlanır. Masallar 40 gün 40 gece düğünle biter. Bizde tüm yollar Roma’ya
değil, 40’a çıkar.
(E Bitıful Maynd)
Ne var ki 40 sayısını,
karantinaya en yaklaşan pratik ise tarikat ehlinin “çile”sidir.
Fenafillaha kavuşmak gereken 40 level’ın bölüm sonu canavarı olan çile 3 ve 7
gün gibi Trial, 1001 gün gibi Premium versiyonlara sahip olsa da Standart Paket
40 gündür -ki dilimize Farsçadan geçen çile, bizzat “kırk”
demektir. Bu tecrit süresince kişi dünya nimetlerinden çekilmekle (Ricat)
ve diğer insanlardan soyutlanmakla (Incommunicado)
kalmaz, kendi nefsinden de soyunmaya çalışarak bir yerde vahdet-i vücuda nûde
atar. Dünyanın tüm çileci (asetizm) yaklaşımları, asetik asitin baldan tatlı
olduğu görüşü üzerine kurulur.
Halbüsü, hayvan
oyunbazdır. Huizinga’nın ortaya attığı homo ludens, insan evlâdının (diğer
hayvanlar gibi) oyun oynamayı sevdiğini, daha ötesi, özünde ve sözünde kendini
oyunla var ettiğini söyler. Konu üzerinde çok değil bir dakika düşünürseniz;
ete kemiğe bürünen ve homo sapiens olarak gözüken yaratığın “sapiens”liğinin
tartışma götürebileceğini ama “ludens”liğinin sekmediğini fark
ederseniz. Karantina sürecinde kutu ve bilgisayar oyunlarının satışındaki
artışı; insanların kedileri, köpekleri ve çocuklarıyla icat ettikleri DIY
oyunları sosyal medyada paylaşmasını; pozitif bir Cavid vireyin çarşafları birbirine bağlayıp hastaneden kaçmasını; yetkilinin sinirlerimizle oynayan
icraatlarını başka türlü nasıl açıklayabiliriz, ey sis atan oçlar?
Üçüncü bileşen ise
hayattaki en aklıselim varoluş biçimi olan panik ataktır. Ulrich Beck’in risikogesellshaft
(Risk Toplumu) kavramının peşine (arada güvenli mesafe bırakarak) takılırsak;
katı olan her şeyi buharlaştıran modernleşme süreci, eski risklerin ve
krizlerin üzerine yenilerini de ekleyip bizi ayaz kalmış bekçi zekeri gibi
bırakmıştır. Riskin türüne ve toplumsal sınıfımıza bağlı olarak farklı risk
grupları içinde yer alır, bunları bertaraf etmek için farklı stratejiler
geliştiririz. Korku, riskin boyumuzu aştığı yerde ortaya çıkar. Bu korkuyu #EvdeKal,
#Ücretliİzin,
#YaygınTest
etiketleri eşliğinde evde yaşıyorsanız sıradan insan evlâdı; bizzat her gün işe
gitmek zorunda kalarak yaşıyorsanız kurbanlık işçisiniz demektir. Riskin size
değmeyeceğini düşünüyorsanız ya da yukarıdaki etiketlerin vatanhainligi.co.uk adresinden alındığına inanıyorsanız sizi sığdıracak çukuru nasıl bulacağız, bilmiyoruz.
Hazır risk konusu
açılmışken; “Koronavirüs bize doğanın cevabıdır” diyenlere evrenin bizi
sikine sallamadığını ve bize karşı külliyen lakayt olduğunu şu özlü serzenişle hatırlatmak isteriz: A be ağaçtan düşmüş şuursuz primat, doğa kim sen kimsin, herkes haddini
bilsin!
Doğa intikam almaz, çünkü “doğa” bir soyutlamadır. Doğa dediğin, dar ve çakışan alanlarda var olmaya ve kendilerini çoğaltmaya çalışan yaratıklardır. Olsa olsa ehl-i globaliyye, balta girmemiş her yeri zapt etmenin ve her şeyi küresel bir ağ vasıtasıyla büyük bir açgözlülükle tüketmenin, agresif bir yayılım izleyen bir virüsü daha önce eşi benzeri görülmemiş derecede yayabileceği riskini ön görememiş ya da çok sallamamıştır.
Bu riski ihmal eden kurumların tatlılıkları üzerine, tepeye dikilen vişne babında, karantinaya alındığı yurttan kaçmaya yeltenen veya topluca sokağa çıkmalarına yol alan bir kararı açıkladığı için istifa eden İçişleri Bakanı’nın istifasının kabul edilmemesini topluca sokağa çıkarak kutlayan insan evlâdını da eklersek; halihazırda panik atak belirtileri göstermeyenlerin "insan birey" değil, "virüs birey" (virey) oldukları kolayca anlaşılacaktır.
Yukarıda anılanlar,
karantinaya girdiğimizde karantinanın bize en az üç farklı düzlemde girdiğini
göstermektedir: Çile, oyun,
kaygı.
Bunlar nöbetleşe çalışabilecekleri gibi (eline hamur değmemiş pek çok kişinin
karantinaya girince ekmek yapmaya başlaması örneğinde görüldüğü üzere) aynı
anda da gözlenebilir, muhterem en-bi-hakiki-ekşi-maya-yapımını-youtubedan-öğrenesiceler, çok da şey etmeyin.
Biz koyunlar can
derdindeyken; mazbatalı kasaplar ekonomiyi bozmama adına (bizi sınırlı şekilde
bir arada tutan) doğal ve sosyal her türlü dokuyu parça pinçik ediyorlar. Şu anda, birkaç şokella ülke haricinde, neoliberalizmden neobarbarizme resmi geçişin kınası yakılıyor. Umarız ki "sapiens"lik biraz daha ağır basar ve daha gürleşen itirazlarla gelecek için daha akılcı bir yol çizebiliriz.
Bu maddeyi, "Ee, kına gecesine oturmaya mı geldik ayol!" diyerek, karantinanızı şenlendirecek iki kültür hizmetiyle bitiriyoruz.
Kültür Hizmeti 1 : Karantinada İzlenebilecek En Şahane 10 Film
Evde oturmaktan, salgınla ilgili haberlere maruz kalmaktan sıkıldıysanız kafanızı dağıtmanızı sağlayacak, neşeli filmlerden oluşan bir seçki.
1- The Last Man on Earth (1964)
2- Omega Man (1971)
3- I Am Legend (2007)
4- 28 Days After (2002)
5- Contagion (2011)
6- Andromeda Strain (1971)
7- Cube (1997)
8- Das Boot (1981)
9- Mad Max (1979)
10- Shining (1980)
Kültür Hizmeti 2: Karantina Müziği
BARZOund (a.k.a. DjYabancıDeğil) iş birliğiyle gerçekleştirdiğimiz Karantina Müziği’nin ikincisi, Afrobeat'ten Funk'a uzanan bir setlist.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder