Ölüm

Türkçe. İsim

- Bir insanın, bir hayvanın, bir bitkinın, bir uzaylının, bir düşüncenin yaşamının sona ermesi, ahiret yolculuğu, ebedî uyku, emrihak, irtihal, göçüş, memat, mevt, vefat.


Yirmili yaşların başındayken kendime şöyle demiştim: "Ölünce kimsenin ardımdan ağlamasını istemiyorum. Bunun yerine bir araya gelip eğlenseler, güzel günleri yad etseler daha iyi olmaz mı? Ardımdan ağlayanı mirasımdan (Pek tabii ki zengin olacaktım!) mahrum eden bir vasiyetname hazırlayacağım!"

İnsan, kendisiyle ölüm hakkında konuşarak nevroza saplanmamak için bir unutma mekanizmasını çalıştırır. Her otomatın tekrarında olduğu üzere, gündelik hayata devam etme isteği bu makinenin istemsiz döngüsüyle yaratılır: Ölümü düşünmek yerine dondurma yemeği, film izlemeyi, sevişmeyi tercih ederiz.

Bu döngü, sevilen bir insanın ölümü ya da tanımadığımız bir insanın ölümüne şahit olma gibi travmalarla sekteye uğratıldığında ise, acımasız bir ussallaştırmayla bahaneler üretiriz. Uykuya geçmeden önceki dalma halidir bu.

Ardından unutuşun uykusu gelir. Ne zaman geleceğini bilmediğimiz nihayi bir anın derdiyle, onun gerçekliğiyle yaşamaya cüret edemeyiz. Bu nedenle yaşamak adına yaptığımız her şey, ölümü aşmak için oynadığımız çaresiz oyunlardır. Bu yüzden yazarız, bu yüzden çizeriz, bu yüzden çocuk yaparız, bu yüzden dua ederiz, bu yüzden hazzın peşinde koşarız. Uyku, panzehirdir!

Yunan mitolojisinde Ölüm (Thanatos), Uyku (Hypnos) ile kardeştir. Gece'nin (Nyx) tek başına doğurduğu bu iki kardeş, yeraltı ülkesinin en derininde yaşarlar. "Uyku, ölümün yarısı" derler, "Teyze, anne yarısı" der gibi. Bütün hayatımız aslında zalim bir anneden kaçıp, teyzemizin kollarında geçirdiğimiz zamanlardan oluşur. Fakat, er ya da geç, bizi doğuran zorbanın kucağına düşüveririz.

Ölümün bu telafisizliği, her an o ihtimalle yaşayan (sevdiklerini kaybeden ve bir gün kendisi de ölecek olan) insan için korkunçtur. Bu yüzden inançlar devreye girip, bizi değişik telafi yollarının varlığına ikna etmeye çalışırlar.

Bazısı kışın sönen, bahara doğru canlanan doğadan yola çıkarak "yeniden doğuş"u, bazısı ancak (aslında hayata karşı) cesurca savaşan ataların dinlenme yeri olan Valhalla'yı, bazısı da altından ırmaklar akan Cennet'i sunar. Rumi'nin ölümünün "Düğün Gecesi" (Şeb-i Aruz) olarak kutlanması ise, bu inancın bize taşıdığı umudun ulaştığı son noktadır.

Bunun karşısında tanrıtanımazlığın lakayt evreni vardır. Bu kayıtsızlık, inancın ağzımıza çalmayı vaat ettiği öte-dünya-balı yerine, acı bir reçeteyle karşılar bizi. "Gerçekten iyileşmek için uyumayı bırakmalı ve bu ilacı acı da olsa içmelisin! Hakiki kurtuluşun, tanrısal bir hakikat olmadığını fark edip kabul etmendir!" der.

Stanley Kubrick bir röportajında, "Evren hakkındaki en korkutucu gerçek, onun düşmandan ziyade lakayt olmasıdır; ancak bu lakayt durumla yüzleşip, ölümün sınırları içinde hayatın meydan okumalarını kabul edersek, bir tür olarak varoluşumuz özgün bir anlama ve icraya sahip olabilir." diyor.

Bu anlamı, ya kalıcılık konusunda bir nebze daha iddialı olan sanat eserleri ile ya da başka insanlara ilişip onlarla bir duygu ortaklığı kurarak yaratırız. Sanat eseri, üretildiği süreçte canlıdır; bir başka varlık tarafından algılandığında yaratıcısı için çoktan anı olmuştur. Bir sevgili ya da bir dost kaybedildiğinde ise onunla olan anılarımız sanat eserine döner. Artık kalıcılık konusunda daha iddialı olurlar.

Hal böyle iken, bir ölümün ardından ölen için mi, yoksa kendisi için mi ağlar insan?

Aslında bu sorunun yanıtı, ilk bakışta çok alakalı gözükmese de bir başka sorunun yanıtında gizli: Hayat, bize saçma gelen tüm olayları ve olgularıyla, Tanrı'nın ilahi planı doğrultusunda mı ilerliyor; yoksa bize karşı külliyen kayıtsız olan bir tesadüfler silsilesinin neden-sonuç ilişkisiyle mi?

Bu sorunun yanıtını size bırakıyorum. Ki elimden başka türlüsü de gelmez!

Sadece bu maddenin sonsözü olarak, dün kaybettiğimiz bir arkadaşıma, Derya'ya, sesimi duyurabilmeyi hayal ediyorum:

See you in another life, sister!

Hiç yorum yok: