La Kayt

Kafa Yolları Haritası yazarları laküyt bir tavır içine girip yıllık izinlerinin bir bölümünü beraber kullanmaya karar verdiklerinden, bu madde için eski bir yazıyı koymak zorunda kaldık.(Tanım bölümünü bendeniz yazdım, aralarda da düzelti yaptım.) Tüm okurlarımızdan özür dileriz. -Müdüriyet


Arapça (Fransızca ya da Hollandaca da olabilir. Benzemiyor diyemeyiz! -Müdüriyet). Sıfat.

(Yok Arapça'yı yatık yapacaktık di mi?)

1- İlgisiz, lökayt, bir yerde umursamaz, hatta itin kopuğun önde giden (Böyle havalı havalı dolaşıyorlar ortamda ağzı açık ayran budalası gibi, baba parası yediklerini bilmiyoruz sanki! Bunlardan vatana millete ne hayır gelir ki! -Beni tanıyorsunuz artık Müdüriyet yazmıyorum.). Örnek: "KYH'nin yazarlarının lakkurt tavırları yüzünden koskoca blog ofisinde sadece ben, sekreter ve çaycı kaldık. Esefle kınıyorum!"

2- Zarf. İpilgisiz, apalakasız bir biçimde (Kanımca biçimsizce!) durmak, bakmak, çay demlemek. Örnek: "O götler dönsünler ofise, bu lakopt hareketlerinin hesabını soracağım! Çok büyük değişiklikler olacak bu blogta, çoook! "


(Şimdi yazımız başlıyor -Enis Bey [İsim kullanmanın daha samimi bir hava yaratacağını düşündüm.])


Genç bir insanın öldüğünü öğrendiğimizde, onun için ihtiyarlara (35+) ayırdığımız üzüntü kotasından daha fazlasını kullanırız. Çünkü nazarımızda o insan, tek jetonluk bu atari salonunda, oyunun tamamını göremeden büyük bir felakete uğramış ve Game Over yazısıyla karşılaşmıştır. Bu durumlarda ölen kişinin çok genç olduğuna hayıflanır, hayatın adaletsizliğinden dem vururuz. (Dem? - Çaycı Ramiz)

Bu adaletsizlik vurgusu bile, başlı başına, hayatın işleyişi hakkında denkliğe dayalı bir mantık güttüğümüzü gösterir. Ne var ki bize göre gayet makul olan bu mantık, temel bir gerçeği göz ardı etmemizden kaynaklanır: Hayatın kendine has bir adalet gündemi yoktur!

"Evren hakkındaki en korkutucu gerçek, onun düşmandan ziyade lakayıt olmasıdır; ancak bu lakayıt durumla yüzleşip, ölümün sınırları içinde hayatın meydan okumalarını kabul edersek, bir tür olarak varoluşumuz özgün bir anlama ve icraya sahip olabilir."

Yukarıdaki satırlar Stanley Kubrick'in Playboy dergisiyle yaptığı bir söyleşiden... (Bu kısımları kestim, çok uzundu. İnsanlar artık kısa yazılar okumak istiyorlar, yoksa dikkatleri dağılıyor ve ilgisizleşiyorlar. Bundan dolayı, üç nokta gördüğünüz yerler kesilmiş demektir.) ...Playboy'un sorusu ise şu: "Hayat bu kadar amaçsızsa sizce yaşamaya değer mi?" (Tövbe de kapçık ağızlı, tövbe de! Günah yazıyor bre! -Çaycı Ramiz)

Kubrick'in orijinal yanıtında lakayıt yerine kullandığı "indifference" ise ... olduğu kadar, ... aşırı sinir bozucu bir ... Türkçe'ye "umursamazlık, ilgisizlik, duygusuzluk, hissizlik, aldırmazlık" olarak çevrilen bu kelimenin sıfat hali ise gerçekten ... (Lan Ramiz ne zaman daldın oğlum sen buraya? Bir daha görmeyeceğim bak!)

Merriam-Webster Sözlüğü, indifferent kelimesini şöyle tanımlıyor:

1- tarafsız olan, önyargısız.
2- a) bir halin/yolun/yöntemin ya da bir diğerinin fark etmemesi. b) bir halin/yolun/yöntemin ya da bir diğerinin öneminin ve değerinin olmaması.
3- a) birşeye karşı özel bir hoşlanma ya da rahatsızlık içinde olmayan. b) birşey için ilgi, şevk ya da umursama hissi duymayan, lakayıt, duygusuz.
4- aşırı ya da az olmayan, ılımlı.
5- a) iyi ya da kötü olmayan, vasat. b) doğru ya da yanlış olmayan.
6- aktif bir özelliği olmayan, nötr.
7- a) farklılaşmamış. b) bir tek yönden fazlasına gelişebilme becerisinin olması, embriyolojik olarak henüz belirlenmemiş.


Kubrick'in sözüne dönecek olursak; yaşamımızın kırılganlığı ve önemsizliği içinde evrenden varoluşumuzu özel bir anlamla donatmasını bekleyemeyiz. Hayatın bize kötü ve acımasız gelen yanı da budur zaten: O, herkese ve herşeye karşı "indifferent" durmaktadır. Canlılığınız ya da mortu çekmişliğiniz, havayı sizin ya da bir başkasının soluması, doktor ya da kaportacı olmanız, Ahmet'le ya da Mehmet'le evlenmeniz, helada kabızlıktan kıvranmanız ya da trafikte sıkışmışken ishal olduğunuzu fark etmeniz; evrenin bir bilinci olmadığına yeteri kadar ikna olmuşsak anlamsız ve önemsiz -kısaca farksızdır.

Kubrick'in ikinci cümlesi ise bu derdin yegane dermanını verir: "Madem evrene karşı ne kokar ne bulaşır tavşan boku kıvamındayız, o zaman bu hakikatle gerçekten yüzleşirsek kendi anlamlarımızı kendimiz yaratabiliriz." Ancak bu anlam yaratma ve onu eyleme dökme işleminin binlerce yöntemi olabileceği düşünülürse, Playboy muhabirinin, "Peki bu yüzleşme biçimleri ve onların ardından yaratılan anlamlar arasında daha anlamlı olanı var mıdır, yoksa bu da 'indifferent' bir durum mudur?" diye sorması çok şık bir manevra olurdu.

Kategorize etmeye çalışacak olursak böyle bir anlam bulma çabasının iki ayağı vardır:

Bu işi entelektüel / sanatsal bir eser aracılığıyla, bir nesne üzerinden yapmak ve aşk yaşamak / çocuk yapmak / dostluk kurmak aracılığıyla, bir özne üzerinden gerçekleştirmek.

...

Her şeyden önce bir eser, ölümlülüğümüzü aşma isteği konusunda en kestirme ve güçlü yoldur. Bu durum; film çekmek, DNA'nın şifresini çözmek için laboratuara kapanmak, roman yazmak, sosyolojik bir araştırma yapmak, tiyatro oyununda oynamak şekillerinde tezahür edebilir. Yaratma becerisi olmasa da dönüştürme gücü açısından, sahibi olduğu şirketi bir numara yapmak, ülkeyi yönetmek, Avrupa'nın yarısını fethetmek de ölümü yenme çabasına yönelik bir "eser" ortaya koymak olarak görülebilir.

Ortaya çıkan eserin "tarihe atılmış bir imza olarak" kalacak olması bir yana, kişisel bağ açısından kendine dönük bir anlam yaratmak ancak ve ancak eseri yaratma süreciyle ilgilidir. O süreç dışında da yaratıcısını ilgilendirmez. Çünkü eser tamamlandığında hem yaratıcısına hem de alıcısına karşı lakayıt durur: Hayatın lakayıt oluşundan kurtulmak için lakayıt bir nesne ortaya koyarsınız. Bu icra, doğasının bu özelliğinden dolayı, kısa süreli ve geçicidir; süreç bitince eserin kendisi de lakayıt olur. (Harbiden ya, Eser isimli bir ahbabım vardı, çok lakıyat bir kerataydı yahu! -Enis [Artık tanıştığımıza göre, birbirimize ismimizle hitap edebiliriz. Samimiyet, işin içine luabalilik karışmıyorsa, güzeldir.]) Bundan ötürü bu yöntemle anlam yaratma; sonu gelmeyen bir rahatlama ve boşluğa düşme döngüsünü getirir. Bilimadamı ya da sanatçı, yarattığı anlam kaçınılmaz olarak elinde parçalanmaya başlayınca yeni bir üretme sürecine girer. (Yeni çay ürettim müdürüm, taptazecik, tavşan kanı! -Süper Çaycı Ramiz)

Oysa bu ayaklardan ikincisi, bir başka özneyle anlam yaratmak yukarıda anılan ilk hale göre daha süreklidir. Bu sürekliliği sağlayan, karşımızda anlam yaratma ihtiyacı duyan bir başka öznenin bulunmasıdır. (Ramiz, bir başka öznesin demem kırarım gururunu! Getir bi' demli çay bakalım!) Bu bütün hadiseyi çetrefilli bir "ilişki" durumuna getirir. Çünkü anlam yaratma süreci bir eser ortaya koymak gibi dar ve tek yönlü bir çerçevede değil, bir başka "irade"nin eşit şekilde için işine girdiği, sonu -eser yaratımındaki ereksellikle kıyaslanamayacak kadar- belirsiz ve uzun vadeye yayılan bir etkileşim halidir. (Ohhhh, mis gibi!)

...

Eserin yaratısına ve alıcısına (okuyucu, izleyici vb.) karşı iradesiz oluşu ilk ayağın ana teması iken, ikincide öteki-öznenin iradesi vardır. İradelerin lakayıt oluşları arasında bir geçişkenlik mümkün ise; bu eserin özneleşmesiyle değil, öznenin lakayıt hale gelmesiyle mümkün olabilir. Sözgelimi; Leyla ile Mecnun hikayesinde, Mecnun'un çöllere düşüp Leyla'dan geçmesi ve onu tanımaması; Mecnun'un iki öznenin işin içinde olduğu bir anlam sürecini yukarıda andığım ilk yönteme çevirmiş olması demektir. Mecnun (Veee Mecnun rolünde, er genç kızın ülyası Ramiiizz!) , Leyla'nın "irade"sini düzleştirerek Leyla'yı nesneleştirmiş ve onun anlam yaratma sürecindeki etkileşim becerisini iptal ederek aşkını bir "eser" haline getirmiştir. (Ben filmini izledim bunun, çok romantikti! -Blog Yazım ve Yayım yardımcısı Gülbahar Çedene)

Bu durum, aşk / çocuk / dostlukla, yani bir diğer özneyle birlikte anlam yaratma çabasının en büyük risklerinden birisidir. Karşımızdakinin iradi desteğini alamadığımız durumda onu nesneleştirip, eylemsiz ve etkisiz bir şekilde (aynen defter arasına konulan gül yaprağı gibi) saklarız. Bu şekilde içinde bulunduğumuz o koskoca anlamsız evrene karşı yaptığımız mücadeleyi asla kaybetmeyeceğimiz, "anlam"ı koruyacağımızı zannederiz. Bundan dolayı ister aşk ister dostluk olsun, her ilişki bir diğer öznenin tanımlanması ve vakumlanarak saklanması tehlikesini barındırır.

Öteki-öznenin anlam yaratma isteği ile uyuşma olduğu durumlarda iki özne birbirlerine karşı lakayıt değillerdir. Etki ve tepki, bir eseri yaratma sürecinde yaratılabilecek anlama göre hareketli, değişken ve belirsizdir. Bir eser, "sonsuza kadar kalma" iddiasıyla özel bir doyum sağlıyorsa; bir özneyle anlam yaratmak da iradelerarası uyumluluğun doyumunu, bir başkasıyla bütünleşmenin keyfini yaratır. Bu bütünleşme, gündelik ikincil ilişkilerden ne kadar farklı ve yoğun ise uyumluluk ve anlam yaratma da o kadar kuvvetli olur...

Burada kastedilen uyumla, her konuda anlaşmak ve iyi geçinmek değil; iki öznenin birbirlerine "bulaşma" istekleri kastedilmektedir. Sözgelimi büyük kavgalar da, her iki taraf da kavga etme isteği duyacak kadar birbirlerine bulaşmışlarsa, aynı uyumluluk içinde değerlendirilebilirler. Fakat taraflardan birisi kavga etmeye yönelmişken, diğeri buna karşı tepki vermiyorsa -yani lakayıt kalıyorsa- bir başka özneyle anlam yaratma çabası yıkılmış, boşa çıkmış demektir...

Kubrick söyleşinin en sonunda şöyle diyor: "Karanlığın büyüklüğüne karşın, kendi ışığımızı sağlamalıyız."

Belki de kendi kendimize yarattığımız bu cılız ışık, şu lakayıt evreni bilebilme yolunda sahip olduğumuz yegane kaynaktır.

...

Sevgili Okurlarımız,

İlk başta yazarlara kızgınlığımdan dolayı sert çıkmış görünebilirim.Aslında yufka yürekli bir insanım, karıncayı bile incitmem! Öyle ki çocukken kurban bayramlarında Kınalı Minnoş'un (her yıl aldığımız koyuna aynı adı verirdim) kesilmesine bile dayanamazdım!

Sözü uzatmayayım, sizinle tanışmış olmaktan dolayı mutluluk duyuyorum. Bu nahoş vesilenin, blogun sahne arkasında olan insanları (Bendeniz Enis Karamalafatoğlu, sekreterimiz Gülbahar Çedene ve çaycımız Ramiz İncesarar) okuyucuyla buluşturmak gibi güzel bir sonuca yol açmasından da ayrıca onur duydum.

Bu maddeyi çaycımız Ramiz'in yoğun ısrarları (ve SGK tehditi) neticesinde bir Trakya türküsüyle bitiriyoruz. Bu türkünün ve 1982 yılbaşının kendisinde önemli anıları varmış.

Esen kalın değerli okuyucularımız.



Hiç yorum yok: