Teşhir






Arapça. İsim

- Herkese sergileme, ona buna gösterme, milletin diline düşürme, avama yayma . Örnek: "Ben bir giz idim, bilinmekliğim istedim. -- Hadis-i Şerif."


Martıboku zamanlarından bu yana söyleyip duruyoruz: "Yazmak teşhirciliktir, okumak ise röntgencilik." diye. Yazan insanlar (ve ören bayanlar) benliklerine tebelleş olan mevzuları, başka insanlara teşhir ederler. Kâh hastalığı, kâh sağlamlığı başkalarına göstermek suretiyle, nafile yere, şifa ararlar. Kimi zamansa, bu arayışın sarhoşluğuyla, "Yazıyorsam bi' sebebi var!" diyerek ağlaklaşırlar.

Yaşlı teyzelerin yılların getirdiği bir şuursuzlukla sarf ettikleri, "Hayatımı yazsam roman olur!" lafı da, benzer minvalde değerlendirilebilir: "Beni görün yahu!" Teşhirin amacı, bu noktada netleşir: "Bir vakit yoktum, bir vakit yine yok olacağım ama şimdi, şu anda, ahanda, BURADA'yım! Ve burada olduğuma inanmayı sürdürmem için varlığımın onaylanması gerekiyor!"

Tabii ki yukarıda bahsedilen teyidin sağlanma yöntemleri arasında farklar vardır. Meselâ, yazarak teşhir eden Salman Rüşdi ile rüküşleşerek teşhir eden Paris Hilton arasında fark olduğu fikrine hepimiz katılırız. Birisinin kafası üzerinde yazdığı romandan ötürü ölüm fetvası olması, diğerinin ise kokain bulundurmaktan 200 saat kamu cezasına mahkum olmasını geçersek; Rüşdi'nin teşhirciliği belirli bir eğitimin sonunda gelen ve zihinsel bir emeği işaret eden, teşhircilik sanatının kurnazca planlanmış bir türüne örnektir. Hilton'unki ise, doğuştan gelen, üretim ya da tüketim sürecine akli bir müdahalenin olmadığı bir teşhirciliktir. İlkindeki gösterge bir ima üzerinden işler, ikincisinde ise gösterge ilişkisi dolaysızdır. İlki, imadan dolayı, kıssadan hisse çıkarmamızı sağlayan bir yol göstericidir, ikincisi ise hisseyi kısaltan bir boy gösterici! Bundan kelli, birisi kitlelerin öfkesini patlatır, diğeri ise abazanların çüklerini... (Öte yandan, Rüşdi'nin teşhirciliği ile Bukowski, Fante ya da Miller'ın teşhirciliği arasında ciddi bir ayrım yok mudur, sayın frikiksensörleri?)

Teşhir otobanına bağlanan yan yollara baktığımızda karşımıza tek harflik bir ıskalamyla karşılaşırız. Bu eylemin öncülü, sanki ona dair "teaser" vermek için uydurulmuş "teshir" kelimesidir. Teshir, "ele geçirme", "büyüleme", "kendine bağlama" anlamlarıyla sergilemenin amacını ortaya koyar. Teşhir edenin büyüleyip ele geçireceği -en az bir- izleyiciye, röntgenciye, takipçiye, gözcüye, Batı sözlüğüne göre, 'voyeur'e ihtiyacı vardır. Gösteren ile izleyen, pilav ile kurudan, bira ile tavadan, rakı ile balıktan çok daha derin bir ortaklığı paylaşırlar.

Bunların ilkinde her bir öğe diğer olmadan varolamazken, pilavı fasulyesiz, birayi tavasız, rakıyı balıksız lüpletebilirsiniz. Ancak teşhircinin, onu bilecek, meşhur edecek bir tebaya; o tebanın da (mümkünse) karanlıkta kalarak tüketeceği bir mala ihtiyacı vardır. Facebook'ta profil fotonuzu kaç kişinin beğendiği, blogunuza kaç kişinin puan verdiği, Twitter'da kaç kişinin sizi takip ettiği, sokakta yürürken kaç adamın laf attığı ("Moralim çok bozuk, bugün hiç kimse laf atmadı!" diyen kadınlar tanıdım.) bu yüzden önemlidir: Gören ve gördüğünü gösteren olmadan göstermenin değeri yoktur.

Zaten teşhir kelimesinin kökeni olan şın-he-re (şuhret), pek tabii ki şöhret ve meşhur kelimelerinin de anasıdır. Burada şaşırtıcı olan, meşhur olma anlamına gelen 'iştihar'ın iştah anlamına gelen 'iştiha' ile benzerliğidir. (Hani etimolojik bir bağ olmasa bile kaç yazar sevgili röntçüler, kelam balığını külliyen ağa çeken teşhirci bu lafzayı boş geçer mi hiç?!)

Kısaca bilinme iştahı, insanı yedikçe acıktıran bir yemektir. Her daim onu beğenen, onu öven, onu arzulayan bir kitlenin varlığını ister. Ancak bu kitledeki her bireyi muhatabı olarak kabul etmek yanıt vermek zorunda değildir.

Bu özelliklere haiz olan sadece insan mıdır?

Örnek cümlemize dikkat buyurursanız, Suyuti ile başlayıp Rumi, Arabi ve Mısri ile devam eden ve Nursi'ye kadar uzanan, ben diyeyim beş, siz deyin on ulema tarafından "kudsi" ve "sahih" olarak kabul edilen, ancak Temiyye gibi zatların karşı çıktığı bu hadis, bize insan evladı denilen yaratığın, Tanrı'nın suretinde yaradılmış olduğuna dair en berrak ipucunu verir. Bilinmek ve kendi suretini aynada görmek için kainatı yaratan bir Allah'a inanan, ama onun sureti olan şu cüzi iradelerin (bırakın memelerini çüklerini başlarını orada burada göstermelerini) saçlarınn teli açık olunca galeyana gelen dindarların temel savı da, bir tür büyüklük taslama olarak addedilen gösterme meşruiyetinin Allah'ın elinde olmasıdır. Bundan dolayı, Sufi şair ve yazarlar, kimi zaman ortaya koydukları eseri kendilerine değil, benliklerinin içindeki benliğe atfetmişlerdir.

Kaldı ki, antik anlatıda büyük bir iktidarın sahibi olan Firavun'un çuvallamasının bir nümerolu nedeni, kendini tanrısal gücün yeryüzündeki "görünür" hali olarak pazarlamaya kalkmasıdır. Tarih boyunca dikkat çekici, cicili bicili kıyafetlerle arzıendam eden, din adamları/padişah/kral/soytarıların, bu giyim tarzı ile teşhir ettikleri de bu değil midir? "Bende tanrısal bir tecelli var hacı, arada tanrıyla geyik yapmaya da çıkıyorum. Kusura bakmayın ama sizin gibi paspal giyinemem!"

Hâl böyleyken; gösteriş meraklısı din adamlarına/padişahlara boyun eğiyorsun da, mini etek giyen kadınlara ne diye sataşıyorsun? O cillop bacaklar da tanrının manifestosu değil mi? Hadi bunu geçtik diyelim; kadınların sahip oldukları saçları teşhir etmelerine günah diyorsun, sen neden kendi zenginliğini, mülkünü, iktidarını teşhir ediyorsun, behey Hoca'nın tersten binilen eşeği!

Öte yandan, tüm bu seksüel, siyasi ve statü (3S) göstermeciliğinin bayağılığını geçecek olursak; gösterenin ve görenin anlık, geçici ilişkisini alt edebilecek yegane hissiyat, 'aşk'tır. Ancak 'aşk'ta teşhir etme isteği, karanlık bir kalabalığın heyulsından çıkar, "Ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm" derecesinde odaklanmış bir varlığa yönelir.

Madem teşhiri bu kadar teşhir ettik, o zaman varlığımızın şu an, burada olduğunu bir kez daha teyit etmenin ezikliğiyle Rumi'nin bir şiiriyle maddeyi kapatalım.

Gel Artık

Ne aklım kaldı benim, ne dinim,
Ne kararım kaldı benim, ne sabrım,
Gel ne olur, gel artık.

Ne gönlümün derdini sor bana,
Ne sararan yüzümü sor bana,
Ne içimin ateşini sor bana,
Gel gözünle gör, gel artık.

Sıcağınla pişmiş bir somun gibi
O kıpkızıl, al al yüzümü sorma.
Gene ekmek gibi bayatlayıp bayatlayıp,
Gene ekmek gibi ufalana ufalana
Çaresiz, dökülmüşüm yollara,
Gel topla beni, gel artık.

Bir vakitler bir aynaydım,
Yüzünden izler toplamadaydım,
Şimdi buruştum, şimdi sarardım,
Gel gör beni, gel artık.

Dere gibi akıyorum sağa sola,
Ayrılık her yanımda pusuda
Sabahları yalvarırım yakarırım
Rüzgârların karşısında,
Gel ne olur, gel artık.

Başın kille ıslaksa da,
Ayağına diken batmışsa da,
Durma gel Allah aşkına,
Gel demeden kurtar beni.

Ey âşıklar peygamberi,
Gönül ateşinde yanmışım ben,
Boğulmuşum gözyaşına
Git sor Allahın seversen
Ne yol gösterir sevgili,
Ne çare yazar bana?