Android: Muadilin İntikamı




Çıkan Kısmın Özeti: Muhsin Adil. Fitil. Yazıcı şeridi. Amazon ormanları. PUTAMADRE. Mu Uygarlığı. Muhittin Adil.

Okuyucuya Uyarı: Serinin ikincisi her zaman daha sıkıcı olur!


İnsanların kendi muadillerini düşlemeye başlamaları, tarihin tozlu sayfalarında (Yeter Abla tarihi silmeyi hep unutuyor; "Clear searching history" be, kadın!) yerini almış bir mükemmellik hayalidir. İlk örneklerinden son moda uygulamalarına kadar muadilin, insanı angarya işlerden kurtarması, üretim ve hizmetteki insan hatalarını sıfırlaması düşünüldü.

Ancak her şeyden önce bu fantazma, Tanrı'nın insanı kendi suretinde yarattığı inancıyla başladı. Gündelik hayatını kolaylaştırmak için alet yapmaya başlayan insan (homo faber) bir süre sonra işi oyuncağa vurunca (homo ludens) ortaya, "Lan madem ben de kendi çapımda yaratıcıyım, o zaman suretimi yansıtacağım bir alet yapayım ve oyun dışında hiçbir boka yaramasın!" fikri ortaya çıktı.

MÖ 10.yy'da Çin'de, Yen Şi isimli bir makine mühendisinin Kral Mu'ya (Peki kralın adı rastlantı Mu?) insan görünümlü, şarkı söyleyen bir makine sunduğu anlatılır. Öte yandan Antik Yunan'da automaton (Kendi kendine çalışan) olarak adlandırılan mekanik araçlara dair tasarımların olduğu biliniyor. İskenderiyeli Heron'un mucit olarak anıldığı aeolipile (Buharlı hava topu) ve odometre (Taksimetre. Evet, doğru okudunuz!) gibi aletlerden bahsedebiliriz. Bizanslı Filon'un otomatik uşağı ise muadil tasarımları içinde önemli bir noktadır.

Sonraki yüzyıllarda Avrupa "tadilat nedeniyle geçici olarak kapalı" olduğu için muadil bayrağı İslam uygarlığına geçti. Yapay hayvan tasarımlarıyla El Cebir (8.yy), programlanabilir otomatik flütüyle Banu Musa (9.yy), androidlerden oluşan ve suyla çalışan (şekilde görüldüğü üzere) bir müzik grubuyla El Cezari (1136-1206) anılması gereken isimler arasındadır. Ancak Avrupa sönük zamanlarda olsa da, simya ilmine kafayı takmış bir rahip olan Albertus Magnus (1193?-1280), android kelimesini ilk kullanan insan olarak tarihe geçmiştir. O dönemlerden başlayan bu takıntı, yüzyıllar boyunca varlığını sürdürmüştür. Rönesans'la başlayan coşku, fikir insanlarını ve mühendisleri tasarımdan tasarıma koşturmuştur. Ancak 'automata'nın basit mekanik düzeneklere sahip oyuncaklardan öteye geçişi ancak 20.yy'ın ikinci yarısında mümkün olmuştur.

Tüm bu sürecin zihniyetini ise Descartes'ın "Hayvanların bedenlerinin karışık makinelerden başka bir olmadığı" görüşünde gizlidir. Her ne kadar o dönemlerde insanla hayvan arasındaki ayrımlar çok büyük olarak görülse de, bu ifade ta ilk zamanlardan beri insanlığın kasıtlı olarak görmezden geldiği bir kuşkuyu vurgulamaktadır: Ya bizim ve diğer hayvanların hareketleri birbirinden farksız, mekanik tepkilerse? Ya "ruh" denilen koskoca bir yalansa ve taklit edilebilir, sıradan varlıklarsak?

Ahanda burada Freud'un şerefsizlik ölçüsünde isabetli yorumu devreye girer: İnsanlığa atılan üç tokat! İnsanlar içinde yaşadıkları dünyayı ve evreni bilmeye başladıkça kendi varlıklarının yerini sorguladılar. İlk aşamada, dünyayı evrenin merkezi olarak gördüler. Ancak Kopernik çıktı ve insanlığa ilk şaplağı attı: Dünya, evrenin merkezi değildir! Bunun üzerine insanlar "Tamam hacı, madem evrenin merkezinde değiliz, o zaman insan olarak bu dünyanın merkezindeyiz" dediler. Bu noktada Darwin'in tokadı geldi: İnsan, dünyanın merkezi değildir! Gerileme devrindeki Osmanlı paşalarının ruh haline bürünen insanlık, "Eh o zaman bari aklımız, benliğimizin merkezidir diyelim" dedi. O zaman da (kendisine göre) Freud'un şaplağı geldi: Bilinç, benliğin merkezi değildir!

Peki, ya Freud'dan sonra atılan şaplak?

İşte bu şaplak, Muadilin İntikamı'dır!

Muadilin İntikamı, insanı makineye benzeten güya başarılı yaklaşımla ("İnsan da makine gibi hacım, iyi bakacaksın bozmayacaksın!") başlayan ve duygu üretebilen androidlerin üretilmesiyle son bulacak olan nihayi şaplağa verilmesi gereken isimdir.

Jean Baudrillard'ın çoğunlukla medya ve iletişim teknolojilerinde suretteki artışın anlamları içten patlatması (implosion of meaning) olgusunu açıklamak için kullandığı simulacrum muadilin felsefi altyapısını oluşturur. (Matrix filminde Neo kapısına gelenlere Baudrillard'ın konuyla ilgili kitabının içinden çıkardığı 'mal'ı satar.) Simulacrum "gerçekten daha gerçek olan" bir kurmacadır. I.Körfez Savaşı'nın bir medya savaşı olduğu ve bu yüzden asla gerçekleşmediğini iddia eden (İlk anda saçma dense de, Körfez Savaşı denince aklınıza ilk olarak hangi imge geliyor?) bu düşünürün kendi ifadesine göre; bir insanın hastaymış gibi davranması taklittir (imitation), ancak hasta olmadığı halde gerçekten hasta hissetmeye başlaması ise benzeşimdir (simulation).

Bir önceki maddede bahsi geçen, muadilin paralel bir evrende olup, 'hakiki'nin üstüne çıkabilmesi tam da bu simulacrum kavramıyla izah edilebilir bir durumdur: Muadil, 'hakiki'den daha 'hakiki'dir!

Muadilin neden android olacağına gelince; literatürü anlamak için tanımlardaki ayrımlara değinmek gerekir. İnsan müdahalesiyle ortaya çıkan ve kendi içinde bağımsız bir işlerliği olan bu arkadaşları üçe ayırabiliriz: Robot, mutfak robotunda örneğinde olduğu gibi, bildiğimiz makinedir. Devreleri sıkışsa ve sıkıntıdan patlayacak olsa bile insansı özellikler gösterip şikayet etmez, en fazla uyarı lambası yanar. Buna karşın sayborg, mekanik ya da zihinsel müdahaleye maruz kalmış, kontrolü tamamen kendinde olmasa bile bir bilince sahip insanlara verilen addır. Ancak android, insan müdahalesiyle ortaya çıkmasına karşın, ne robot kadar otomattır, ne de sayborg kadar kendinden insan bilincine haizdir.

[Philip K.Dick'in sinemaya Blade Runner adıyla uyarlanan Muadiller Rüyalarında Elektrikli Koyun Mu Görür? romanını bütün okurlara tavsiye ederiz.]

Evrendeki her şey gibi elementlerden oluştuğumuzu (karbon, oksijen, hidrojen ve diğerleri) inkar edebilmemiz için geriye kalan son sığınağımız, özünde elektro-kimyasal etkileşimlerden ibaret olan, DUYGU kavramıdır.

Bu alan, yanlış inançlardan dönerken yediğimiz şaplaklara maruz kalmamış tek yanağımız, henüz sevilmemiş kulak arkamızdır. Mu uygarlığı zamanlarından akrabamız olan Japonlar (onlar bilimi biz geyiği aldık) duyguları olan ilk android ürettiklerinde ise, üstünlük iddiamıza dair hiçbir dayanak kalmayacak! Şu evrenin ortasında varolan akla ve duyguya sahip yegane yaratıklar olmakla böbürlenirken, kendimizi ayazda kalmış bekçi zekeri gibi biçare bulacağız.

Ancak bu gelişme kötü mü olacak? Tabii ki hayır! Ortam süper, manitalar android olacak! Türk kızları nihayet Bekir Efendi gibi bahçıvanlardan baklava desenli karın kaslarına sahip android bahçıvanlara terfi edip, bir nevi Çaresiz Ev Kadınları fantazisi yaşayacaklar!

Laf lafı açtı, bıraksak konu daha da uzardı. Neticede bir iki kişinin sonuna kadar okumaya tahammül edeceği bu maddeyi, konuyu merak eden ve "Şu hayatta daha çok muadil görmek gerek" diyen okuyucularımızı ihya etmek adına, muadil temasını damardan işleyen en baba on filmin isimlerini vererek bitirelim:

1) Metropolis (1927) - Büyükşehir Belediyesi Çalışıyor
2) The Day the Earth Stood Still (1951) - Durdurun Dünyayı İnecek Var!
3) Westworld (1973) - Ahlaksız Batı Alemi
4) Sevimli Frankenstein (1975) - Turkish Young Frankenstein
5) Star Wars (1977) - Sitare Harpleri
6) Blade Runner (1982) - Ustura Kemal
7) Terminator (1984)- Boğazkesen
8) Ghost in the Shell (1995)- Kabuklu Hayalet
9) Artificial Intelligence(2001)- Talihsiz Yavrucak
10) The Stepford Wives (2004) - Böyle Avrat Olmaz Olsun!

Okuyucu Özel Ödülü: Barbarella (1968) - Sakallı Kadın

Muadil

Arap atı. Sıfat.

1- Karşılaştırılan iki nesnenin yapı, içerik ve işlev açısından eşit olması, eş değerli. Örnek: "Evlilikleri boyunca eşine değer vermeyen ve ona muadil olacağı zannıyla bir zenneye gönlünü kaptıran Muhsin Adil Bey, Soyadı Kanunu'nu takiben, eski eşinin Nüfus Müdürü olan babasının marifetiyle Götelek soyadıyla kütüğe kaydedildiğini öğrendiğinde, yeni aşkıyla Amsterdam'dan henüz dönmüştü."

2- Görünüm ve davranış bakımından insani özelliklere sahip olan robot ya da insanımsılara gelecekte verilebilecek isimlerden birisi. Örnek: "Şu son moda muadillerin sizin gibi meslek erbablarının soylarının tükenmesine yol açmalarından üzüntü duyuyoruz, Artuditu Usta!"


Tidikeyimizin (TDK) hem "eşit", hem de "denk" olarak açıkladığı muadil kelimesi, gündelik hayatımızda ecza ve yazıcı şeritleri sektörleri dışında pek kullanılmaz.

Eczaneye gittiğinizde doktorun yazdığı Roş'a burun kıvıran eczacının size pekala "Abi bu pahalı fitilin muadili var: Abdi İbrahim! Nasıl olsa işlevi aynı!" demesiyle kısa bir hayat muhasebesine dalabilir; daha sonra da markalaşma konusunda isim bulmanın ne kadar önemli olduğunu karar vermiş, ama bütçenize uygun Abdi İbrahim almış olarak evinizin yolunu tutabilirsiniz.

Yazıcı şeritlerinde ise boyut olarak daha ufak, ama sayı olarak kallavi Çin işgali söz konusudur! Elli liralık Eyçpi kartuşu almak yerine, yirmi liralık Çin malı Eçpi'yi alıp, karlı bir alışveriş yapmanın mutluluğu içinde çıkarsınız dükkandan. Çıktısını almaya kalktığınız makalenin 11.sayfasında bu salak sırıtma hali yerini, bomboş çıkan kağıtlara yönelttiğiniz Taocu bakışlara bıraksa da, "Hangi mutluluk sonsuza kadar sürer ki zaten!" diyerek enayiliğinizi görmezden gelmeyi tercih edersiniz.

Herhangi bir satıcıdan kazık yemeden önce aklımıza gelmeyen bilgi şudur: Muadilin İngilizce karşılığı olarak kullanılan "equivalent" kavramının aynı zamanda, "Alan ya da hacim olarak eşit olan, ama üst üste denk gelemeyen." ifadesini de içerir. Sözgelimi, bir karenin alanı bir üçgeninkiyle aynı olabilir; ancak bunlar tamamen farklı geometrik şekillerdir; zira alan babında eşit olmalarına karşın aynı değillerdir. (Buyrun, buradan abdiibrahimleyin!) [Cemil Abi, yerel sermayeye karşı uluslararası sermayeyi övmek ayıp olmuyor mu!] (Ne diyorsun lan sen?) [Abdi İbrahim'den fiil türetme işini çok alaycı buldum da.] (Sen böyle saçma yorumlar yaptıkça içimde volkanlar türüyor, yüzüne kül olarak yağasım geliyor!) [Ama abi, bunlar dünyanın kanını emen sömürgeciler!] (Öyle mi yapıyorlarmış? Bu bilgi bana henüz ulaştı!) [Ayrıca, yerli malı yurdum malı...] (Şimdi seni bir muadillerim, kalırsın öyle!) [Herkes onu...Amazon ormanları...]

Muadil, 'ikame' ile 'hakiki' arasındaki kayıp basamaktır. Fakat paralel bir evrene inşa edildiği için iki tarafa da bağlanamaz, garip bir tekbaşınalık içinde ağına düşecek zavallıları bekler. Muadilin kaderine kara bir leke gibi bulaşan bu "aynı" olamama, gündelik kullanımda, üstü örtük bir "aşağı(da)lık" halini ifade eder. Ne var ki yanılmaya müsait insan evladı 'hakiki'den aşağıya baktığında, sadece 'ikame'yi görür! Bu sırada ise muadil alıp başını gider. Hatta kimi zaman özgün olanın üstüne çıkacak kadar mükemmel görenerek, daha çok tercih edilen haline gelebilir.

Oysa muadilin bu şaşalı yükselişi pek de uzun sürmez! Konu üzerinde çalışan Nikaragualı bilimadamlarının, Parçanın Uzamsal Tezahüründeki Anlık Mükemmelliğin Alan Derinliğini Rencide Etmesi (PUTAMADRE) diye adlandırdıkları bu süreç, garip bir parçanın anlık mükemmelliğinin normalleşmiş sistemin süregen istikrarına uyumsuzluğu olarak tanımlanır. Yani, stabil iç dinamiklerle opere edilen bir sistem, paralel evrenden adapte edilen bir muadili absorbe etmeyi ancak sınırlı bir süre için başarabilir, kendi mekaniği değişmeden onu içselleştiremez! (Ya lafın özü, o kartuş elinde patlayacak hacım!)

İşte tam da bu noktada, kelimenin ikinci anlamı (henüz Tidikey sözlüğünde olmayan) karşımıza çıkar: Muadili ilaç ya da yazıcı şeridinden bir adım öte götürüp insana uygularsak ne olur? İnsanın muadili var mı? Yoksa insan kendisi bir başka varlığın muadili midir? Muadil muadile değerse nasıl bir enerji açığa çıkar? Bize bu maddeyi yazma fikrini veren Üç Maymun Çetesi yeni adet icat etmeyi sürdürecek mi? Muadilin tarihi ulusal birlik ve bütünlüğümüzün önemini daha iyi anlamamızı sağlayabilir mi? Muadil ile Mu uygarlığı arasında bir bağlantı var mı? Japonlar mükemmel muadili yapabilecekler mi? Amazon ormanlarına ne olacak?

Bu ve buna benzer tüm soruların yanıtı bir sonraki bölümde!

Gelecek Program: Muadilin İntikamı

Ölüm

Türkçe. İsim

- Bir insanın, bir hayvanın, bir bitkinın, bir uzaylının, bir düşüncenin yaşamının sona ermesi, ahiret yolculuğu, ebedî uyku, emrihak, irtihal, göçüş, memat, mevt, vefat.


Yirmili yaşların başındayken kendime şöyle demiştim: "Ölünce kimsenin ardımdan ağlamasını istemiyorum. Bunun yerine bir araya gelip eğlenseler, güzel günleri yad etseler daha iyi olmaz mı? Ardımdan ağlayanı mirasımdan (Pek tabii ki zengin olacaktım!) mahrum eden bir vasiyetname hazırlayacağım!"

İnsan, kendisiyle ölüm hakkında konuşarak nevroza saplanmamak için bir unutma mekanizmasını çalıştırır. Her otomatın tekrarında olduğu üzere, gündelik hayata devam etme isteği bu makinenin istemsiz döngüsüyle yaratılır: Ölümü düşünmek yerine dondurma yemeği, film izlemeyi, sevişmeyi tercih ederiz.

Bu döngü, sevilen bir insanın ölümü ya da tanımadığımız bir insanın ölümüne şahit olma gibi travmalarla sekteye uğratıldığında ise, acımasız bir ussallaştırmayla bahaneler üretiriz. Uykuya geçmeden önceki dalma halidir bu.

Ardından unutuşun uykusu gelir. Ne zaman geleceğini bilmediğimiz nihayi bir anın derdiyle, onun gerçekliğiyle yaşamaya cüret edemeyiz. Bu nedenle yaşamak adına yaptığımız her şey, ölümü aşmak için oynadığımız çaresiz oyunlardır. Bu yüzden yazarız, bu yüzden çizeriz, bu yüzden çocuk yaparız, bu yüzden dua ederiz, bu yüzden hazzın peşinde koşarız. Uyku, panzehirdir!

Yunan mitolojisinde Ölüm (Thanatos), Uyku (Hypnos) ile kardeştir. Gece'nin (Nyx) tek başına doğurduğu bu iki kardeş, yeraltı ülkesinin en derininde yaşarlar. "Uyku, ölümün yarısı" derler, "Teyze, anne yarısı" der gibi. Bütün hayatımız aslında zalim bir anneden kaçıp, teyzemizin kollarında geçirdiğimiz zamanlardan oluşur. Fakat, er ya da geç, bizi doğuran zorbanın kucağına düşüveririz.

Ölümün bu telafisizliği, her an o ihtimalle yaşayan (sevdiklerini kaybeden ve bir gün kendisi de ölecek olan) insan için korkunçtur. Bu yüzden inançlar devreye girip, bizi değişik telafi yollarının varlığına ikna etmeye çalışırlar.

Bazısı kışın sönen, bahara doğru canlanan doğadan yola çıkarak "yeniden doğuş"u, bazısı ancak (aslında hayata karşı) cesurca savaşan ataların dinlenme yeri olan Valhalla'yı, bazısı da altından ırmaklar akan Cennet'i sunar. Rumi'nin ölümünün "Düğün Gecesi" (Şeb-i Aruz) olarak kutlanması ise, bu inancın bize taşıdığı umudun ulaştığı son noktadır.

Bunun karşısında tanrıtanımazlığın lakayt evreni vardır. Bu kayıtsızlık, inancın ağzımıza çalmayı vaat ettiği öte-dünya-balı yerine, acı bir reçeteyle karşılar bizi. "Gerçekten iyileşmek için uyumayı bırakmalı ve bu ilacı acı da olsa içmelisin! Hakiki kurtuluşun, tanrısal bir hakikat olmadığını fark edip kabul etmendir!" der.

Stanley Kubrick bir röportajında, "Evren hakkındaki en korkutucu gerçek, onun düşmandan ziyade lakayt olmasıdır; ancak bu lakayt durumla yüzleşip, ölümün sınırları içinde hayatın meydan okumalarını kabul edersek, bir tür olarak varoluşumuz özgün bir anlama ve icraya sahip olabilir." diyor.

Bu anlamı, ya kalıcılık konusunda bir nebze daha iddialı olan sanat eserleri ile ya da başka insanlara ilişip onlarla bir duygu ortaklığı kurarak yaratırız. Sanat eseri, üretildiği süreçte canlıdır; bir başka varlık tarafından algılandığında yaratıcısı için çoktan anı olmuştur. Bir sevgili ya da bir dost kaybedildiğinde ise onunla olan anılarımız sanat eserine döner. Artık kalıcılık konusunda daha iddialı olurlar.

Hal böyle iken, bir ölümün ardından ölen için mi, yoksa kendisi için mi ağlar insan?

Aslında bu sorunun yanıtı, ilk bakışta çok alakalı gözükmese de bir başka sorunun yanıtında gizli: Hayat, bize saçma gelen tüm olayları ve olgularıyla, Tanrı'nın ilahi planı doğrultusunda mı ilerliyor; yoksa bize karşı külliyen kayıtsız olan bir tesadüfler silsilesinin neden-sonuç ilişkisiyle mi?

Bu sorunun yanıtını size bırakıyorum. Ki elimden başka türlüsü de gelmez!

Sadece bu maddenin sonsözü olarak, dün kaybettiğimiz bir arkadaşıma, Derya'ya, sesimi duyurabilmeyi hayal ediyorum:

See you in another life, sister!