Kalender

Farsça. İsim

1- Tasavvuf. Gösterişe tekâbül edecek her türlü süsten arınmış, sap ve sade yaşamaktan yana olan, alçak (-gönüllü) kimse (ve hatta ehl-i dil, ehl-i dem, ehl-i bîşeref, ehl-i eeeh). Örnek: "Birilerinin iyi olarak gördüğünü, başkalarının sapkın olarak adlandırmasının en belirgin örneklerinden birisini Kalenderler hakkındaki yorumlar oluşturur değil mi Cemil abi? Sen kaşlarını neden kazıdın abi?"

2- Üstüne başına dikkat etmeyen, özensiz giyinen, tabiri caizse pejmürde dolaşan, kılıksız mı kılıksız, paçoz mu paçoz insan evlâdı. Örnek: "İnan düğünümüze kalender gibi giyinip gelmemin, seninle evlenmek istemememle alâkası yok Nebahat!"

3- Yalnız birisi hareketli, üst üste konulmuş belirli sayıda silindirden meydana gelen ve düzgün yüzeyli kâğıt üretmek için kullanılan bir makine. Örnek: "Ben Kalender meşrebim güzel çirkin aramam, denk geleni sentezlerim"

4- Zarf atma şeklinde. Özensiz, dağınık, perişan ve kılıksız bir biçimde, mal gibi, sap gibi, dağ gibi, taş gibi. Örnek: "İnsanın kalender gezmesinin en büyük rahatlığı, 'şuracığa oturursam pantolonum kirlenir mi acep?' derdinden azat olması; en büyük belâsı da, oraya oturduğunda kıçının üşümesidir."



12-15.yüzyıllar arasında Ortadoğu coğrafyası çok şenlikliydi. Haçlı Seferleri taze bitmişti. Moğollar cesaret hapı almışçasına Orta Asya'nın düzlüklerinden Horasan, İran, Irak, Anadolu demeden bölgenin anasını belliyorlar, siyasal ve toplumsal düzenleri hallac pamuğu gibi attırıyorlar, yani coğrafyanın yorganına hava aldırıyorlardı.

Dünyanın herhangi bir yerindeki herhangi bir kaos ortamında olduğu gibi, bu dönemde de yukarıda bahsi geçen bölgelerde hem dinî hem de felsefi açıdan köktenci denilebilecek akımlar doğdu. Budist ve Hindu öğretileri Ortadoğu'ya taşınıp halihazırda Eski Mısır kökenli ezoterik anlayışla kaynaşmaya başladı. (Ki bu kavramsal zenginleşmenin Pakistan ve Hindistan'a geri dönüşü de oldu şüphesiz.) Kısaca, Moğolların yol açtığı göç hareketleri, arıların polenleri toprağa saçması gibi, farklı düşüncelerin karşılaşmalarına ve melezlenmelerine olanak verdi. Yoksa aslen Horasanlı olan Mevlâna'nın babasının, "Kalk hanım bir Anadolu yapalım, Konya'nın etli ekmeğini özledim" diyerek yollara düştüğünü sanmamız, kelimenin en hafif hâliyle zıbıklık olur!

İşte bu dönemlerde ortaya çıkan "uç" görüşlerden olan Melametiyye (Bkz. Melamet maddesi), kendi içinde dallanıp Kalenderilik, Cevlakilik, Haydarilik, Mevlevilik ve Bektaşilik gibi yollara olanak vermişti. Bunlardan sadece Mevlevilik ve Bektaşilik kurumsallaşabilmişti. Mevlevilik, Mevlâna Celâleddin Rumi'den sonra onun oğlu Sultan Veled ve şurekası tarafından bir tarikata dönüştü. Bektaşilik ise, Osmanlı tarafından devşirilen Hıristiyan çocuklarını kolay yoldan Müslüman yapmak ve Müslüman tutmak için, bir tür light İslam formülü olarak ihtiyaç duyulduğu için yüzlerce yıl varlığını korudu.

Oysa Melâmilik, Kalenderilik, Cevlâkilik ve Haydarilik gezgin dervişlerin üstünden ilerliyordu ve temel ilkeleri belirleyen bir kaç üstadın söyledikleri ve yazdıkları dışında kurumsallaşmadılar. Kaldı ki toplumsal düzene ve hâkim din anlayışına karşı olan bu görüşlerin kurumsallaşması, kurum kültürünün getirdiği gereksiz ayinlere boğulma ihtimalinden dolayı, ironik olurdu sayın okuyucular! (Hışşt, okuyor musunuz lan? Sıkılmadınız değil mi! Tabii alışmışsınız geyiğe güyüğe, iki satır ciddi laf okuyunca bu ne diyorsunuz. Akıllı olun, kırdırmayın kafanızı!)

İşte bunlardan biri olan Kalenderiyye, 12. yy.da Şeyh Cemaleddin-î Sâvî tarafından kurulsa da, bu tarihten önceki pek çok metinde Kalender kavramına rastlanılmaktadır. Bu gezgin dervişlerin en belirgin özellikleri; üzerlerinde sadece bir hırka olduğu halde köyden köye dolaşmaları, mal ve mülk sahibi olmayı reddetmeleri, karınlarını insanlara güzel ya da sivri sözler söyleyerek onlardan aldıklarıyla doyurmaları, çâr darb (dört vuruş) adı verilen bir prensip gereği saç, sakal, bıyık ve kaşlarını tıraş etmeleriydi. Toplumsal her kurumun ve geleneklerin karşısında olan bu dervişler, düzenli bir hayatı oluşturan yerleşme, çalışma, evlenme ve çocuk yapma gibi her türlü pratiği reddediyorlardı. Bu insanlara genel olarak (dünyadan yüz çevirmek anlamına gelen zühd kelimesinden türetilerek) zahid deniyordu. (16.yy'dan sonra, Divan Edebiyatı'nda bu kavrama sofu ve göstermelik dindar anlamı yüklenmiş olsa da, Kutadgu Bilig gibi erken dönem eserlerde kelime olumlu anlamda kullanılmaktadır.)

13.yy'da yaşamış önemli mutasavvıflardan Sühreverdi, Kalenderlere ilişkin şunları söyler:

"Kalenderiyye, adetleri tahrip etme ve toplumsal ilişki bağlarını atarak kalplerinin dinginliğini yaşama esrikliğine tutulmuş insanları ifade eder. Zahid, oruççu ve sofuların ibadetlerine uymaz, kalplerinin Tanrı'yla barışıklığıyla yetinir. Melâmetçi ve Kalender arasındaki ayrım, birincisinin tapınma eylemlerini saklamaya, ikincisinin ise töre yıkmaya çabalamasındadır. Kalender dış görünüşle ilgili olmayıp başkalarının kendi durumu hakkında bildikleri ya da bilmedikleri ile de ilgilenmez. Tek varlığı ola kalbinin dinginliğinden başka hiç bir şeye bağlı değildir."

Zahid, aşağılanmanın ve hakir görülmenin kendi benliklerine ket vuracağına ve bunu da onu fenafillah yolunda ilerleteceğine inanırdı. Her ne çâr darb denilen tıraşın, insan yüzünün Allah'ın suretinin en belirgin alanı olduğu ve kılların onu örttüğü inancıyla gerçekleştirildiği iddia edilse de, bunun o dönemler sahip sembolik anlam, güzel görünmekten vazgeçmektir. Zira erkekliğin emaresinin sakal olduğu dönemlerde bu Kalenderlerin sakallarını kesmelerinin Mevlâna'ya, "Şu Kalender dervişlerine imreniyorum!" dedirttiği rivayet edilir.

Ancak toplumsallığa böylesine saldıran insanların, o yapının kurumlarına inanan ya da onlardan geçinen insanlarca hoş görülmesi beklenemez. Çünkü Kalenderlikteki miskinlik, hırssızlık, toplumsal kurallara olan itaatsizlik hakim sınıfın faydalandığı düzenin sürmesi açısından, az da olsa tehdit oluşturur. Bundan dolayı pek çok Şeyhülislam tarafından zındık olmakla suçlanan Kalenderler (Doğu ve Batı'daki bütün Batınî tarikatlerin başına geldiği üzere) hapse atılmış, sürülmüş, infaz edilmiştir. Osmanlı'da da Kanunî Sultan Süleyman tarafından İstanbul'dan sürülmüşlerdir.

Ahmet T. Karamustafaoğlu'nun Tanrının Kuraltanımaz Kulları isimli kitabı, Osmanlı'da derviş gruplarını inceleyen Theodoro Spandugino'nun 1510-1519 yılları arasında yazdığı Türk tarihinde, Kalenderleri Torlacchi (bildiğimiz torlak -tüysüz-) olarak andığı ve haklarında şunları yazdığını aktarır:

"Torlacchi... en büyük sayıdadır. [Bu dinin] kurucusu, İsa Mesih'in doğası bakımından Tanrısal olduğunu ve canlı olarak yandığını söyleyen biri idi. Torlacchi çıplaktır, omuzlarına da ya koyun ya da birtakım başka deriler giyer. Sakal ve bıyıklarını kazırlar ve çok kötü tabiatlı adamlardır. Keşişler gibi manastırlarda kalmazlar, hırsız, alçak ve katildirler... Başlarında kanatlı bir börk taşır; Hıristiyan, Yahudi ve Türklerden büyük bir ısrarla sadaka isterler. Her biri uzun saplı bir ayna taşır ve herkese doğru tutarak 'Bak ve ne kadar kısa bir sürede, şimdi olduğundan başka olacağını düşün, öyleyse alçakgönüllü ve dindar ol, ruhunun iyiliğini düşün' der. Böyle konuştuktan sonda [dinleyiciye] bir elma ya da portakal verir, bu da kişiyi karşılığında ona bir akçe sadaka vermeye zorlar. Gündüzün Tanrı adına dilenirken eşeğe binerler, geceleyin de bu [aynı eşeklerle] kadınmışlarcasına çiftleşirler."

Kalenderlerin bu tavırları, durumu anlatan Levantenimizde her ne kadar şaşkınlık yaratır gözükse de, bu sadece Batı'ya özgü bir riyakârlıkta başka birşey değildir. Zira Rönesans döneminde bile köy köy dolaşıp ahaliden dilenen ve kendilerini aşağılatmak yoluyla yücelmeyi umut eden keşişler (ve hatta soylular)mevcuttu. Bu yanlarıyla Kalenderiler, olumsuz görünen özellikleriyle Rönenans dönemi ve ertesinde ortaya çıkan, Marquis de Sade, John Wilmot, II. Earl of Rochester gibi örneklerle parlayan libertine'lerin öncülleriydi. Ancak bunların Hedonist bakış açışlarından farklı olarak, dini otoriterini fetvalarından ve dini emirlerden bağımsız olma anlamına gelen ibâha (Mübah olan, günah olmayan anlamında. Batı'daki en yakın tabiri, tam olarak karşılamasa da, antinomianism'dir.) kavramının uygulayıcılarıydılar. Kısaca, şeriatı siklemiyorlardı ve vahdet-i vücud gereği her yol Tanrı olduğundan bî'şer olarak anılıyorlardı. Bu arada şeriat lafı ne kadar da çok şerr kokuyor!

İçinizden, "Lan bu ne kadar sıkıcı madde amına koyayım! Para vermeden iki gram bir şeyler okuyup gülelim diye girdik beynimizi siktin!" diyenleriniz çıkabilir muhterem okuyucular. Onları, "Desiktringidinlan!" diye savdıktan sonra; siz müdavimlere aslında hepimizin korkak olduğunu söylemek istiyorum. Çünkü şu yaşımıza kadar çabaladığımız şeylere ve elimizde olanlara bakacak olursak, salakça işlerin peşinde koştuğumuzu göreceğiz.

Nerede kendinle barışmak! Nerede kalbin huzuru! Bunları görmek istemediğimiz için -kimi zaman şerefsiz de olsalar- Kalenderlerin cesaretine sahip değiliz ve sıradan köleler olarak "Evet efendim, sepet efendim" demeye ve bu düzeni beslemeye devam ediyoruz.

Bu maddeyi, son dönemlerinde her halinden tasavvufla ilgilendiği belli olan Cem Karaca'nın Kalender adlı şarkısının sözleriyle bitiriyor ve huzurlarınızdan huşuyla ayrılıyoruz, muhterem gizli mutasavvıflar.


Soğuk demir gölgesi
Parmakların
Düşer malta taşlarına
Ağır demir kapılar
Acımasız kapanır
Mapushane akşamlarına

Aldırma be Kalender
Bu da geçer
Geçer ama birader
Deler de geçer

Delikanlı kanımız
En oynak havaları
Çalar damarlarımızda
Gözlerine yaş bürür
Yüreğin alaz alaz
Yanar tutsaklığında

Aldırma be Kalender
Bu da geçer
Geçer ama birader
Deler de geçer

Yalancı dostlukların
Çatal çatal dilleri
Kuşkular yüreğimiz
O özgür günlerimin
Pempe yeşil sevgisi
Bir yas olur kapkara

Aldırma be Kalender
Bu da geçer
Geçer ama birader
Deler de geçer