Şerefsiz

Arap menşeli Türk malı. Sıfat.

1- Başkasının, birine gösterdiği saygının dayandığı kişisel değerden yoksun olan, saygı gösterilmeyi hak etmeyen aşağılık mı aşağılık, adi mi adi, onursuz mu onursuz kişi, isim, hayvan, bitki. Örnek: "Şerefsiz lafına, 'evet ya bir tane bile Şeref isimli tanıdığım yok' yanıtını veren kişi ne kadar da iğrençtir değil mi Cemil abi? "

2-Toplumca benimsenmiş iyi şöhrete sahip olmayan, toplumsal övgü ve değere lâyık olmayan. Örnek: "Şerefsizlikten geçme faslındayım, Mevla'yı bulma yollarındaaaa"


[Yasal Uyarı: Herkesin ne kadar şerefli olduğunun farkında olan KYH okuyucularının, Başbakan birilerine “Şerefsiz!” diye hönkürünce, “Acaba kimdir bu şerefsiz?” diye merak ettiklerini düşünerekten bu maddeyi sözlüğe eklemeyi gerekli gördük. Ancak içimizden bazıları, aşağıda yazılı ifşaatı sindiremediklerinden “Hacı, kavramın genel anlamını açıklamayıp özele girecekseniz bizi bu olayın dışında bırakın” dediler. (Şerefsizler!) Bundan dolayı sadece, hiç mahlasını almış olan zat kendi adına konuşup kendi “şerefsiz”ini açıklamayı uygun gördü. Kısaca, aşağıda yazılanlar KYH camiasının görüşlerini yansıtmamakla beraber, buradaki ifadeler sadece gönderilen kişi veya kurumun kullanımı maksadi ile gönderilmiştir ve gizli ve/veya imtiyazlı bir şerefsizlik içerebilir. Bu şerefsizliğin izinsiz görüntülenmesi, tekrar gönderimi, yayılmasi veya diğer kullanım şekilleri ya da istenilen kişi dışında herhangi başka biri veya bir kurum tarafından bu bilgiyle ilgili bir dallamalık yapılması çok da sikimizde değildir.]


Başbakan kime mi “şerefsiz” diyor yavrum? Bana diyor!

İşin doğrusu, Ana Mukavemet Partisi, Maslahat Hareketi Partisi, Ana Yavşak Partisi ve hatta Ödemli Daşak Partisi bile “şerefsiz” lafını telaffuz ettiklerinde içim bir tuhaf olur, gözlerim dolar, türlü enfes hislere gark olurum. Hatta hava güzelse “Lan, bütün partiler benim oyu(ğu)mun peşinde!” diye bir paranoyaya kapılırım. Ne de olsa savaş baltalarını çıkarıp linyit kömürü ile yüzleri karaya boyama ve seçmenin taşaklarına üfleme vakti geldi.

Öncelikle “şerefsiz” lafının nereden dilime pelesenk (pezevenk gibi bir şey bu, dilimi pazarlıyor) olduğunu anlatayım. Allah’ın siktir ettiği, muhteşem bir bölgede yer alan bir şantiyede çalışırken akşamları tek eğlencemiz bilardo oynamaktı. O vakitler, ıskaladığım her atış için “Şerrrefsiz” (üç r ile) derdim. O şantiyeden normal hayata dönüşle unuttuğum bu laf, yalnız ve hareketli yeni bir hayata başlayışımla yeniden dilime dolandı. Ancak bu sefer, boşluğa değil kendime “şerefsiz” demeye başlamıştım.

Çünkü herkes muhteşemdi, herkes doğruydu, herkes ahlâklıydı, herkes özeldi, herkes süperdi, herkes cilloptu ve hatta ohşştu!

Kimse eşini, sevgilisini aldatmıyordu; kimse patronuna ya da ailesine yalan atmıyordu; kimse yoldan geçen tanımadığı bir insandan hoşlanıp onunla düzüşmek istemiyordu; kimse bir başka insanın ardından “kötü” düşünmüyor, onların ardından dedikodusunu yapmıyordu. Başkalarını üzecek hareketlerimi kendime itiraf etmek kesmeyince de eşe dosta ifşa etmeye başladım: “Ben şerefsizim!

İnsanlar genellikle ilk karşılaşmada en güzel özelliklerini göstermeye çalışırlar. Ardından da şirinlik muskası olduklarını gösterecek atraksiyonlar başlar: Ne kadar şahane olduğunuzdan dem vururlar, ne kadar umursadıklarını anlatırlar. Onlar iyi niyetli, güzel insanlardır, siz ise muhteşem, süpersonik ve bombastiksinizdir. Kendi güzel özelliklerini anlatırken arada hoş laflarla sizi yağlarlari pırıl pırıl olursunuz yeminle! Hiç olmadı, salak salak sırıtıp merhametinizi emerler. Onların da en az sizin kadar göt olduklarını, ancak aradan zaman geçtikten sonra –muhtemelen zor durumlarda- anlarsınız.

Meselâ; kadınlar kendilerine ilk tanışma zamanlarında duygusal şiirler gönderip / okuyup duran bazı erkeklerin, erkek akranlarına, “Lan bir karı var, çok ince çaalışıyorum. Çok yakında çatır çatır sikeceğim” dediklerini bilmezler. Ya da erkekler karşılarındaki sevgi dolu kadının en yakın (görünen) arkadaşı hakkında “Orospu ya her önüne gelene veriyor, o kadar açılsam saçılsam erkekler etrafımda pervane olurdu” dediğinden habersizlerdir.

Kimse birisiyle tanıştığında, “Bencil ve kaprisli götün tekiyim, ne bok yiyeceğim belli olmaz!” demez. Uygarlık tarihini şu ana kadar sürükleyen ortak bilinçdışımız, en hakiki mürshit olarak bize bunu öğretmiştir. Sadece kendi başımıza kaldığımızda beynimizin tekinsiz kıvrımlarında dillenen ve asla dile dökülmeyen hakikatlerle yüklü olan bir türüz!

Oysa beynimiz, diğer primatlardan farklı olarak (en yakın akrabamız olan şempanzelerde 6.2 milyar sinir hücresi varken, insanda 100 milyar sinir hücresi vardır) eylemlerimizi nesnel açıdan irdeleyebilme yetisine sahiptir. Bu yetiyi yaratan sürece vicdan denir. Vicdan, pek çoğumuzun kendini ikna etmeye çalıştığı üzere, işçi sınıfına üzülmek, sokak kedilerini beslemek ya da dilencilere sadaka vermek değildir.

Vicdan bir süreçtir: Hislerin ve eylemlerin, meydana geldikleri anda veya daha sonrasında değerlendirilmesidir. Bunun yoğun hali suçluluk duygusuna, seyreltik hali de kendini her konuda haklı görmeye yol açar. Belki de adamların binlerce yıldır “Denge! Denge!” deyip durdukları tam da bu noktada gereklidir. (Açıkçası bu doğru mu bilmiyorum, dengeyle işim olmaz. Sadece böyle olduğunu seziyorum.)

Şu ana kadar, kendini hiçbir bokta suçlu görmeyen megalomanları ya da her kötü durumda suçlayan zavallıları gözlemlemişsinizdir (belki de bunlardan birisisiniz). Şunu bilin ki bu ikisinden de başkalarına fayda gelmez: Birisi için dünya, onun etrafında, ötekisi içinse dünya üzerinde dönüyordur. Birisi için piyonsunuzdur, ötekisi için şah! Fakat ikisi de karşısındakini “şey”leştirmesi açısından aynıdır; ikisi de sizin “kale” olduğunuzu görmez. Benim de karşımdakinin kale olduğunu görmediğim pek çok vakit oldu. Fakat ne zaman kendime “şerefsiz” demeye başladım, işte o zaman kendimi de, karşımdaki insanları da daha iyi kavramaya başladım.

Ancak geriye baktığımda, kendime “şerefsiz” dememin bu olumlu tarafı kadar kötü yanını da görüyorum. İnsanlar bunu baştan kabul etmiş görünseler de, sonrasında kendi beklentileri doğrultusunda ilerlemek istiyorlar. Bu olmasa bile, her an kazık yemeyi beklediklerinden algıları bilenmiş bir kedi kadar tuhaflaşabiliyorlar ya da ben kendimle olan hesabım esnasında dengesizliklerimi ayan beyan ifade ettikten sonra, bunları yüzüme vurarak beni yola getirmeye çalışıyorlar. Enteresan durumlar tabii ki! Ailecek çok kavgamız, çok vukuatımız olmuştur...

Oysa, burada adını sıklıkla andığım Kalenderiler gibi tasavvuf erbabı yükselişlerini kendilerini aşağılamakta bulmuşlardı. İnsanlar tarafından ne kadar aşağılık görülürlerse, benlik vehmine düşmekten o kadar uzak kalacaklarına inanıyorlardı. Bir önceki maddede de anıldığı üzere, bu devirde Kalenderileri kimsenin taktığı yok. Ama şöyle özetleyelim: Benlik katı özelliklere sahip, elle tutulur bir bütünlük değildir. Aksine tüm kişisel özelliklerimiz başkalarıyla kurduğumuz ilişkiler esnasında ortaya çıkar, bunlarla belirlenir.Benliğin bütünlüğü bir kurgudan ibaret ve biz kendi varlığımızı özel kılma adına (ağlaklık da, en az megalomani kadar bu işe yarar) bu bütünlüğe hem kendimizi hem de başkalarını inandırmaya çalışıyoruz.

Herkesin yanında, her zaman yekpare bir benlik mi sergiliyoruz? Bazı insanların yanındayken daha neşeli ve hareketli, bazılarının yanında sessiz ve içine kapanık olmuyor muyuz? Birileri sizin komik bir insan olduğunuzu söylerken, başkaları melankolik olduğunuzu iddia etmiyor mu? Benliğiniz, onu insanlara sunma biçimleriniz ve insanların onu nasıl tanımladıklarıyla belirlenmiyor mu? Böyle yaftalanmıyor mu?

Her vicdani içe dönüşte hem yargılayan hem de yargılanan olduğuma göre; hem şerefsiz hem de namuslu, hem azgın hem de derviş, hem hırçın hem de munis olabilirim. Fakat beni bencil ve şerefsiz bilin, size bir iyiliğim dokunursa bonus olsun bu.

Ha, son birşey: Kendime şerefsiz demem, sizi şerefli yapmıyor!

[KYH Müşteri İlişkileri'nin Özel Notu: Pek muhterem okuyucular, yukarıda okuduğunuz dallamanın itiraf saati tadındaki yazıda geçen iftiralarla uzaktan yakından alakamız olmadığını bilmenizi isteriz. Biz de en az sizin kadar şerefli, namuslu, onurlu, yalan dolandan uzak, iyi niyetli, duygusal, saf, temiz insanlarız. Ancak bu hiç dallaması, bir süredir evde neti kesik olduğundan -muhtemelen kafayı çektikten sonra- word'de yazıp göndermiş. Bu hıyarla ne yapacağımızı inanın biz de bilmiyoruz süper, şahane, muhteşem, hiper okuyucularımız. İyi laf etsek "yalaka" oluyoruz, kötü laf etsek "sadece ben kendime kötü konuşabilirim" diye şarlıyor. Bir de megaloman olmadığını iddia ediyor! Güya megalomanla narsist arasında çok temel bir fark varmış da, var oğlu var anlayacağınız! Kısaca, bu işe yaramaz hıyarın söylediği her şey bu sözlüğü değil, kendini bağlar. Temiz bir dayağa ihtiyacı var aslında. Verecen buna odunu, yer misin yemez misin? O derece! Size sevgili dostumuz, muhteşem şair ve gönül insanı Yaman Sert'in konuyla ilgili şiirinden bir kaç dizeyle veda ediyoruz.]


Dudak Tiryakisi

Dudak tiryakisiyim ben doktor,
Sadece dudak tiryakisi!

Hani güzel bir çift dudak
Gördüğümde her sefer.
İçimde
Deli bir adam uyanıyor,
İtin adı Ömer.
Her şeyi bırakmış bu adam
Sanki dudak yiyerek yaşıyor.

Kızıyor insanlar bana doktor!
Her biri
Bin defa karşıma geçip
Bana ‘sen şerefsizsin’ diyor!
Şerefsizim
Eğer şerefsizsem doktor,
Gel gör ki
Bütün dudakları Ömer yiyor!

Haziran 2006

Bıyık

Türk malı. İsim

1- Üst dudakla burun arasında çıkan, ilerleyen yaşlarda burun kıllarının da dahil olmasıysa, daha kallavi görünmeye başlayan kıl topluluğu. Örnek: "'Bıyıklı insandan sanatçı çıkmaz' önermesinin iki istisnası Salvador Dali ve Frida Kahlo'dur. Ama istisnalar kaideyi bozmaz!"

2- Balık gibi prehistorik zamanlardan bu yana evrimleşmemiş korkunç yaratıklarda anten görevi gören deri uzantısı; kedi ve fok gibi sevimli, şirin, mıncıklanası şebeleklerde dengeyi sağlayan misina. Örnek: "Bıyıklı balık yemem, yiyeni de hoş karşılamam Cemil Abi! Kedi ise ayrı konu..."

3- Asma vb. bitkilerin bağlı oldukları askerlik şubesine sarılıp tutunmalarına olanak veren sakıncasız sürgün. Örnek: "Askeriye'nin bütün tesislerinde hem asma ve sarmaşık gibi sıkı sıkıya yapışan yılışık bitkilere, hem de kavak gibi tek başına ayakta durduğu halde deli gibi yaprak dökerek acemi askerleri çıldırtan ağaçlara rastlanabilir."

4- 60'lı ve 70'li yıllarda memlekette sıklıkla görülen, Amerikan General Motors firmasının ürettiği Buick isimli otomobil markasının, Türk şoförleri tarafından okunuşu. Örnek: "Aaah neydi o günler! Ben o kocaman Bıyık'la mahalleye girdiğimde bütün kızlar pencerelere üşüşürlerdi... Hanııım, benim prostat ilacım nerde?"


Dün Cemil Abi ile Tombstone filmini izlerken, "Neden tüm adamlar bıyıklı?" diye düşünüp durduk. Sonradan aydık ki Vahşi Batı'da kaale alınmak için bıyıklı (mümkünse pos bıyıklı) olmak gerekiyor. Zira bu tespitimizi denemek için kan gövdeyi götürürken, iyi ve kötü karekterleri bıyıksız düşünelim dedik ve filmin ciddiyeti bir anda kaçıverdi. Bu filmi bilenler ne dediğimizi anlayacaktır.

Son dönemlerde memleket sathında yürütülen, "Bıyıklı erkek kırodur" kampanyası başarıya ulaşmış olmalı ki; iyi eğitimli almış, kentli insanlar arasında bıyığa karşı kuvvetli bir önyargı var. Ulan daltaraklar, bugünün geçtim de hiç çocukluğunuzda "Mısırı kuruttun mi, ambarda duruttun mi / Nenen çarik giyerdi, bunları unuttun mi" türküsünü dinlemediniz mi? Hayır, KYH Ailesi olarak eskiye dönün, ataerkil olun demiyoruz, ama salyangozluk da yapmayın oğlum ya! Brad Pitt değilsiniz sonuçta -ki o da amele kökenlidir ama adamlar bıyık bırakmayı Wyatt Earp'ten sonra terk etmişler o ayrı mesele. Şu anda ABD'de sadece faşist şeriflerin ve 80'lerden kalma birtakım insanların bıyık bırakması ise bizim konumuz dahilinde değil, bilesiniz! (Şaka lan, şaka bize ne sizin bıyığı sevip sevmemeniz.)

İçinizden "Bıyık nedir? Ne işe yarar?" diye soracak bir şuursuz çıkarsa, ona hönkürerekten, "Bıyık bir tür gösteriştir; kültüre dayalı dekoratif mevzuları geçersek, biyolojik anlamda aslanın yelelerini kabartmasına eşdeğer bir salaklıktır" deriz ve yeminle bunu ifşa etmekten de zerre gocunmayız.

Zira Mevlana kendi saçına sakalına ithafen, Kalenderi dervişlerinin cascavlak dolaşmalarına özendiğini ifade etmiştir. Çünkü Kalenderi dervişleri (kimi zaman alt grup olarka görülen, kimi zaman onlara eş tutulan Cevlakiler de) kendilerini toplum gözünde "güzel" gösterecek her şeyden kaşınmak ve mümkün olduğu kadar aşağılanmak adına ('fenafillah'a giden yol kendi benliğini aşağılamaktan geçer düsturuna göre) saçlarını, sakallarını -hatta kaşlarını- kazıyıp dolaşırlardı. İnsanın kendi benliğini yüceltecek her türlü süsü ve güzelliği Tanrı yoluna taş koyan kesretin müsebbibi olarak görürlerdi pek muhterem ağdalı-frido-kahlolar!

Bu eski yolu takip edecek olursak, fiziksel görünüşü ilgi çekici kılmaya dair her hareket, insanı Tanrı'dan uzaklaştıran bir benlik iddiasına yönelik kışkırtıcı çabalardır. Burada günün yarısını aynanın karşısında geçirmekten, günün iki saatini kuaförlerde harcamaktan, Photoshop'ta fotoğraflarla oynamaktan (Evet, herkesin sanal alemde en az bir tane güzel fotoğrafı vardır!) bile bahsetmiyoruz. Bu söylenilenlerin yukarıdaki, "Lan bıyıkla derdiniz ne sizin!" tavrıyla olan uyuşmazlığı da bizi bağlamıyor. Çünkü şu anda kadar bir tane bile Kalender ile tanışmadım. Siz hiç tanışınız mı? Hiç sanmam; modern dünya, Kalenderleri pek siklemiyor!

Bıyık süs müdür, maçoluk iddiası mıdır, ot mudur, bok mudur? Bunları bir kalem geçelim. Zira bıyık candır, canandır, çorba ve bira içmeyi zorlaştırır ve kesinlikle cillop değildir!

Bu mevzuyu Freudyen olduğu kadar duygusal bir anektodla kapatmaya ne dersiniz sayın cilloplar?


Beni telefonla arayan ya da ben aradığımda karşıma ilk çıkan kişi annemdir. Babam nadiren açar telefonu. Biz annemle konuşurken de uzaktan selam söylemekle yetinir.

Ancak bir kaç ay önce babam aradı ansızın.

"Yiğidim, nasılsın?" dedi kendini zorlayarak, gür bir sesle. Babam aradığında bunun hoşbeş etmek için olmayacağını biliyordum.

5 yıl önce geçirdiği bypass ameliyatını takiben gece gündüz başında kalmıştım. Onun iktidarının çöküşünün canlı tanığıydım. Ameliyat olduğunda 61 yaşındaydı. Bıyıklarını ameliyattan bir hafta önce kesti, o günden sonra bir daha bıyık bırakmadı. Oysa otuzlu yaşlarında, pos bıyığıyla haşince baktığı fotoğraf hala evin duvarında asılı duruyordu.

Kalp ameliyatından sonra, yıllardır çüremekte olan bir böbreği yüzünden iki kez ölümden döndü; ben yine başındaydım. Gözümün önünde eriyen, acizleşen adama bakıyordum. "Yiğidim, nasılsın?" dediğinde, ikimiz de çok yakın bir vakitte diyalize girmesinin kaçınılmaz olduğunu biliyorduk. O korkusuz gördüğüm adamın ölümden korktuğuna çoktan şahit olmuştum.

"İyiyim, aslanım!" dedim, "ziyadesiyle iyiyim!"

Sonra o güzel adam, titrek sesiyle konuştu:

"Evlat" dedi, "O pos bıyıklarını yeniden uzat! Bıyıkta aklar çıkınca, onun pos olmasının anlamı kalmıyor!"

Sadece gülümsedim.

Neden gülümsediğimi ise ancak şimdi anlıyorum:

Gençliğimde onu takmamış olsam da, artık babamın sözünü dinliyorum...



(Yukarıdaki hikayeyi bilmeksizin bıyık konusunda yazmam için ısrar eden İlhan'a teşekkürler ederim.)

Kök

I

Türk malı. İsim

1- Bitkileri toprağa bağlayan, onun içinde yayılan ve bu sayede bitkinin topraktaki besi maddelerini emmesine yarayan klorofilsiz dip kısım, temel, esas. Örnek: "İnsanın bedenin köksüz olması çok enteresan! Sahi senin kökün nerede be Cemil abi?"

2- Şerefsiz mecaz. Bir kimseyi ya da bir şeyi bir yere, bir kavrama bağlayan manevi temel güçlerin bütünü, kaynak, köken, öz. Örnek: "Modern zamanların en büyük karmaşasını ve aslında doğurganlığını yaratan, insanların artık köksüz hissetmeleridir ki bu da yersiz yurtsuzluk kavramının en kaba haline denk düşer."

3- Dilleme bilgisi. Kelimenin her türlü ek, süsleme, pasafı çıkarıldıktan sonra kalan anlamlı bölümü, ne kadar parçalarsan parçala özde kalan anlam. Örnek: "Bütün kelimeleri parçalıyorum özenle ve ne tuhaf ki sen kalıyorsun hep kökünde..."

4- Kimya. Olağan şartlarda çevresinden yalıtılamayan ancak böyle bir dallamalık yapılsa da birçok tepkimede nitelik değiştirmeden geçebilen atom kümesi. Örnek: "Atomun kümesi olur mu demeyin lütfen Ayla hanım! Sizin tavukların ve horozların köküne dair önyargılarınızı duymak istemiyoruz!"

5- Matematik . Bir denklemde bilinmeyenin yerine konulduğunda uygun düşen gerçek veya birleşik değer. Örnek: "Hadi ben matematik yüzünden mühendislik fakültesinden atıldım, sen ne bok yemeye bir örnek bulmuyorsun be TDK!"


II

Farsça. İsim. Müzikal mevzular.

- Sazı kurmaya yarayan burgu, kulak, sap. Örnek:"Tut şu kökü sonra da doğru ses gelene kadar çevir! Evet, evet oluyor. Devam et..."


Kökle ilgili tek mesele, kesinlikle, köksüzlüktür. Kök, köksüzlerin derdidir; zira, köklerini bilenler için bu kavram çoktan aşılmış bir nehirken; köksüzler için durmadan dönüp aranılan bir rüyadır.

Ne var ki kök, insan evladının yarattığı bir kurgudur. Aidiyetimize dair ürettiğimiz bir anlamdır ve her anlam gibi üzerinde uzlaşıldığı kadar geçerlidir. Bu uzlaşma ne kadar insan tarafından onaylanıyorsa o köke karşı olan aidiyet o derecede anlamlı bir kimliğe dönüşür. Sözgelimi siz çıkıp kökünüzün Kamçatkalı Kereviz Sevmez Satanist Duvarcılar'dan geldiğini iddia ediyorsanız, en fazla bir karikatüre konu olursunuz, kimse kimliğine sallamaz!

Peki köke neden ihtiyaç duyarız sevgili evlad-i Fatihan, pek muhterem Cengiz Han dölleri, hayran olunası Mu Uygarlığı'nın çocukları?

Yanıttan tam emin olamamakla beraber bir KYH cemaati olarak şu ihtimali önemsiyoruz: Hayat, bir uçurumun kenarında bir köke tutunarak asılı kalmaktan başka birşey değildir!

Şöyle ki: Aynen doğuşumuzun kesinliği kadar ölümümüzün de kesin olduğunu biliyoruz. Ve bu iki olayın arasında evrenin bize karşı neredeyse adam-be-sen-de seviyesinde lakayt olduğunun köpek gibi farkındayız. İki hiçlik arasındaki bir piçlik durumunun insan evlat acısı gibi koymasını geçelim; doğal kaynaklarımızın sınırlı olduğunu inanıyoruz ve bunları ölümlülüğümüzden mümkün olduğunca kaçabilmek adına doğayla ve diğer insanlarla (hem içgüdüsel hem de toplumsal olarak) savaşmak zorunda hissediyoruz. İşte bu ahval ve şerait altında kök kavramı bize hem hayatın anlamsızlığını unutma, hem de başka insanlarla anlam yaratma olanağı sunuyor. Uygarlık tarihi de -kısaca- bu kökleşme çabasının, kökleşirken köleleşmenin tarihidir!

Köksüzlüğüne kılıf uydurmak öyle aciz bir çabadır ki insanlara belirli bir kök üstünde uzlaşmak asla yetmez, mikro-kökler icat etmek zorunda kalırlar. Fanatizme konu olan herhangi bir alanı düşünün: İslam ya da Yahudilik, Fenerbahçe ya da Galatasaray, PC ya da Mac, Müslüm ya da Ferdi, ODTÜ ya da Boğaziçi, FIFA 2009 ya da PES 2009 fark etmez; insanların delicesine sarıldıkları her kimlik mikro-köklerle şu dünyaya daha fazla tutunma çabasıdır. Bu yüzden her kimlik, saçma olduğu kadar işlevseldir.

Bir maddenin daha dibini eşelemiş olmanın gururu içinde KYH camiası olarak birbirimize bağlıyız, yamuk yapan olursa cümbür cemaat mekanınızı basıp size hacamatın ne olduğunu gösteririz, o derece!

Size duygusal bir şiirle veda etmek isteriz. Şahsen ben son zamanlarda duygusal şiirlere çok sık rastlar oldum. Sanırım hassas adam modeli ile kız tavlamaya çalışmak yeniden moda oldu. Yeminlen böyle bir amacım yok, sadece modaya uyayım dedim. İşte o gönül titreten dudak büzdüren duygusal şiirim:


Kök Deyip Geçme, Tanı!

Hepimizin kalpleri kırık,
Düşlerimizi suluyoruz
Kendi kanlarımızla!
Uçurumun kenarında,
Bir köke tutunmuş
Umarsız kaderimizin
Kırık aynasında
İmgeler çoğaltıyoruz!
Hasretle yeşertiyoruz
İmkansız aşklarımızı.
Yitikleşince esrik gülüşler,
Köke daha da sarılıyoruz!
Kök sertleşiyor gitgide,
Sertleşiyor tutunduğumuz...
Bir de bakıyoruz ki
O şey aslında kök değil,
Laaan laaan, siki tutmuşuz!

Cümlenize,
Saygılarımla!

Yasak

Türk malı. İsim

1- Bir işin yapılmasına karşı olan yasal veya yasa dışı engel, memnuiyet. Örnek: "Burada herhangi birşey yapmak yasaktır!"

2- Sıfat. Erki elinde tutan kişi, grup ya da topluluk tarafından yapılmaması istenmiş olan, yok sayılan, yok olması istenilen ama alttan alta birilerinin sapması için gaz verilen, çok ayıp, günah, memnu, haram. Örnek: "Aşk-ı Memnu'yu ilk duyduğumda, yaşanılmasından süper derecede memnun olunan aşk zannetmiştim. Aradan yıllar geçmesine rağmen hala bu önermenin doğruluğunu düşünmüyor değilim."


Lig TV'nin bilmemkaç lira aidatla sattığı maç görüntülerinin blogspot üzerindeki bir blogtan yayınlanmasından sonra bu mecra bir hafta kadar "engelli" kaldı -ki süper, hiper, muhteşem devirlerde lafları dolandırarak 'yasak'a 'engelleme'demekte bir mahsur görmeyen Türk adaletinin adaleli varlığını mıncıklamak istemeyen var mıdır bilemiyorum.

Hayatının bir bölümü "yassah hemşerim" esprisine maruz kalarak geçmiş bir neslin cürüm kavramına duyduğu semptai belirsiz olsa da "yassah" lafını duydukları anda makaraları koyuveren pek çok insanın varlığı bize, yasak kültürü hakkında bir ipucu verebilir.

Yasak, cürmü engellemeye yönelik bir uyarı levhasıdır. "Çimenlere basmayın!" ifadesi bize, çimenlere basmamız durumunda birilerinin de bize basacağı tehdidini savurarak o eylemi yapmamızı engellemeye çalışır. Ancak sevgili okurlar, dünyanın farklı bölgelerinde farklı insan evladının yaptığı kurallar işler. Amsterdam'da bir café'de ot içebilirken, İstanbul'da bir kahve'de açıktan içeceğiniz yegane ot adaçayıdır.

Yani, bir takım değerlerin ne kadar evrensel olduklarını iddia edersek edelim, farklı kültürler farklı kodlar, farklı yasaklar ve cürümler yaratırlar. Modernizmin evrensellik iddiasına karşın, postmodernizmin görecelilik tezinin dayandığı temel nokta da budur. Bunlardan ilkinin tektipleştirici ve sıkıcı varlığına itiraz edebilirsiniz, ancak günümüz koşulları öyle bir politik kırılma yarattı ki postmodernizmin eleştirileri, bir tür süblimasyon mekaniği uyarınca, modernliği kavrayamamış feodal faillerce kullanılır oldu.

Hacı, modern olmadan, modernizm eleştirisini bana satacaksan önce şunu öğren: İnsan denilen organizma için en sağlıklı durumun ne olduğunu, modern - postmodern tartışması bir yana, vicdani olarak hepimiz biliyoruz.

Yanıt, Hüseyin Üzmez'dir!

Adam neredeyse bir Cizvit rahibinin sahip olabileceği şaşmaz ve inandırıcı söylemle neyin hak, neyin batıl olduğuna dair saptamalar yaparken, 14 yaşında bir kızı taciz ettiği ortaya çıktı. İçeri girdi. Sonra tuhaf bir raporla dışarı çıktı. Ardından o TV senin bu gazete benim dolaşmaya ve kimi zaman tehdit kimi zamansa İslami retorikle süslenmiş laflarını dökmeye başladı. Onu televizyona çıkarttınız, konuşturdunuz, belki de arkasından lanet okudunuz ama yine de ona söylemini savunma fırsatı verdiniz. Hapishane çıkışı karısı arabayla onu alırken, kadının yüzündeki kölelere özgü adice sırıtışı fark ettiniz değil mi?

O sözde İslamcıların sıkça kullandıkları vicdan kavramı, bir başka varlığın fiziksel ve ruhsal bütünlüğüne zarar vermeme ilkesi üzerinden işler. Herhangi bir şekilde bunu çiğneyen insan ise, utancından geri çekilip söz söylemeden, kendi nefsiyle hesaplaşmalıdır.

Ama sen çıkıyorsun yediğin haltın ağırlığından utanç içinde köşene çekileceğin yerde evliyaların cinsel kudretlerinden bahsediyorsun, regl çağına ermiş kızlarla iş pişirmenin günah olmadığını satmaya çalışıyorsun, o kadınları becermesem orospu olacaklardı lütufta bulundum diyorsun, Ahmet Emin Yalman'ı vurmaktan dolayı hava atıyorsun...

Daha iki hafta önce, Sakarya'da üç beş türbanlı kadın bir parkta eylem yapıyor, ellerinde pankartlar: "Parkımızda ahlaksızlık istemiyoruz!" Neden mi? Parkta bir kaç genç çift sarmaş dolaş takılıyorlarmış. (İnanmayan gazetelerin arşivlerine baksın, gözünüzden kaçamaz!)

Be kadın, adam senin kızını, bacını, kuzenini - gayet de hakkaniyetli bir şekilde, besmele çekerek, senin evinde düzüyor! Sen kalkmış parktaki sevgililere, "Bu ahlaksızlığı görmek istemiyoruz" diye isyan ediyor, onlara yasak koymak istiyorsun. Ahlaktan anladığın bu mu? Be cahil insan, sen, en aşağılık kölesin! Hastalığın kendisisin! Dur, düşün hele bir, o teknolojisine hayran olduğun uygarlık neden kendi başına karar alma yaşını 18 (kimi durumlarda 21) olarak belirlemiş! Başbakan'ın söyledi ama değil mi, "Batı'nın kötü özelliklerini aldık, iyi yanlarını alamadık" diye. Batı'nın iyi yanı, 14 yaşındaki bir insana dokunanı, rüştünü ispat etmediği ve bundan dolayı isteği dışında dokunduğunu kabul edip anasından emdiği sütü burnundan getirmesidir belki de! Üstelik bu konuda da erkek kadın ayrımı yapmazlar.

Hani aranızdan, "Üzmez'e Lolita'nın biçare profesörü Humbert Humbert'e gösterdiğimiz sempatiyi gösterelim" diyecek olanınız çıkabilir, ama kuzum adamda utanmaya dair bir emare yok, çirkefin teki! Aranızda bu vaziyete, aşk-ı memnu diyecek midesiz var mıdır acep?

Hadi bakalım sayın Müslümanlar deyiverin gari yasak nerede başlıyor, nerede bitiyor? Seçim şansı olmayan bir insanı, onun bedeni ve zihnini ilgilendiren bir eyleme itmek, "yasak"ı geçtim, günah değil midir? Ya da bırakalım bunu, bir tek soruma yanıt verin: Bu arsız yaratığı öteki tarafta zebanilerin sikmesi ayıp olarak mı kabul edilecek, yoksa lütuf olarak mı görülecek?